6 Haziran 2012 Çarşamba

Nöbet - Üçüncü Bölüm



Herkes görev yerlerine yavaş yavaş dağılırken, Yeşil de isteksiz ancak kaderine mahkûm bir halde Skala’ya girdi. Ne çok büyük, ne de çok küçük bir yapıydı burası; Yeşil’in bildiği kadarıyla bilmemkaç senesinde inşa edilmiş ve o zamandan beri ufak tefek revizyonlar dışında genel anlamda pek bir değişikliğe uğramamıştı. Birçok demir parçasının birbirine perçinle monte edilmesinden meydana gelmiş olan bu yapı temel olarak renklerin içinde yaşaması, istirahat etmesi için inşa edilmişti. Boyu, çevresini saran Duvar’ın iki buçuk katı kadar bir şeydi, yani en üste çıkıldığında Skala’nın yer aldığı alan görülebiliyordu- ancak genelde de görülecek çok bir şey olmuyordu çünkü oldukça geniş bir alana yayılan pus ve sis hakimdi, bir de bu sis tabakasını bıçkın ve sert görünümlü ağaçlar yer yer kesip dağıtıyordu. İnsanın böyle bir alana bakınca içinin kararması pek bir mümkündü.

Yeşil’in gitmekte olduğu Işık Odası, Skala’nın bodrum katında yer alan odalarından biriydi, hatta bodrum katındaki en büyük tek odaydı. Büyük olmasının sebebi de, Gri İki’nin zamanında kısaca açıklamış olduğu üzere, burayı bütün renkler için toplu olarak kullanıp eğitebilecekleri bir oda yapma düşüncesiydi. Ne tür bir eğitim için hangi amaçla yapılmıştı onu kimse bilmezdi, ancak şimdilerde Işık Odası olarak kullanılıyordu.

Işık Odası’nı Eflatun idare ediyordu. Skala’ya her dönem renkler gelir ve bu renklerden biri Griler tarafından belli görevlere verilirlerdi; bu dönemki renk Eflatun’du.

Yeşil, mahzen görünümlü bodrum katına indi ve soğukluğu ister istemez hissediverdi. Skala’nın en alttan bir üst katı burası olduğu için soğuk da hissedilir derecede soğuktu. Durulamayacak kadar değildi, ancak kollarını vücuduna dolamanı gerektirebiliyordu ve ağzından rahatlıkla duman çıkıyordu. Bir de bu katın zemini, Skala’nın üst katlarına kıyasla yürürken daha fazla ses çıkartıyordu ve Yeşil bir keresinde, eğer Skala çökecek olursa, muhtemelen bodrum katı sebebiyle olur diye düşünmüştü. Yürürken demir zeminden öyle tıngırtı sesleri çıkıyordu ki sanki yerdeki demir parçaları kopacak ya da kırılacaktı. Griler her defasında “Bodrum katından korkmayın, ses çıksa da bir şey olmaz” diye ikaz etmelerine rağmen, renkler bu kata indiklerinde ister istemez bir endişe duyuyorlardı.

Işık Odası’nın kapısı önüne geldi Yeşil. Kapının yanındaki duvarda bir kafes içinde gibi gözüken demir parmaklıklı lamba sönükmüş gibi içten içten yanıyordu. Yeşil yumruğunu kaldırıp kapıya birkaç kez tıklattı ve tok bir ses çıktı. Bir süre beklemeye koyuldu, bu sırada koridoru bir baştan bir başa şöyle bir süzdü. Gerçekten tedirgin edici bir yerdi bu kat. Skala zaten dış görünüş itibariyle insanı pek rahat ettiren bir yer olmadığı gibi, bu kata inen herhangi bir renk için her şey deyim yerindeyse tuzu biberi oluyordu.

Kapının iç tarafından demirin demire sürtmesi sebebiyle gıcırtı sesleri çıktı, Yeşil bir iki adım geriledi. Kapı içeri doğru açıldığında Eflatun, üzerinde siyah, yırtık pırtık, çuvaldan bozma görünen bir kıyafetle kapıda belirdi. Yüzünde birkaç günlük sakal vardı ve saçı başı dağınıktı. Oto tamircisi gibi görünüyordu.

“Ha Yeşil,” dedi Eflatun, onu görünce. “Sen miydin?”

Yeşil, başıyla onayladı.

“İçeri geç,” dedi Eflatun, yana çekilerek. Yeşil istemeyerek de olsa iki adımda içeri giriverdi. Eflatun onun arkasından kapıyı kapattı, kilitleme çarkını abanarak çevirip kapıyı kilitledi.

İçeride loş bir ışık vardı, tepedeki lambaların birkaçı cızırtılar eşliğinde kıpraşıp duruyordu. İçerinin görüntüsü de, dışarıdaki koridordan farksızdı. İlerleyebilmek için insanın önce gözlerini birkaç dakika kısıp içerideki ışığa kendini alıştırması gerekiyordu, sonra odanın genel hatları yavaş yavaş belli oluyordu. Yeşil, kendisine dışarıdan gelen biri olarak böyle bir etki oluyorsa, kim bilir Eflatun neler yaşıyor, diye düşünüverdi ister istemez. Eflatun hemen hemen her gün bir iki renk için Işık Odası’nda görev yapıyordu ve onun yaşadığı tecrübe bambaşka olsa gerekti.

“Sen geç otur,” dedi Eflatun, odanın ortasındaki teknolojinin son harikası(!) özel koltuğu işaret ederek. Yeşil koltuğa doğru ilerledi. “Yine nöbette tutuldun kaldın ha?” diye sordu Eflatun, odanın öteki tarafındaki makine odasına doğru giderken.

“Evet,” diye cevap verdi Yeşil. Derisi çoktan eskimiş, yırtılmış, sökülmüş olan koltuğa vardı ve oturdu. Oturmasıyla birlikte koltuk gıcırdayarak hafifçe geriye doğru kaydı. Yeşil bu koltuğa ne zaman otursa kendini geriye doğru düşecekmiş gibi hissederdi. Koltuğun hemen önünde, oturan kişinin yüzüne denk gelecek yükseklikte kurulmuş üç adet ayna gibi ekran vardı. Ekranlardan ortadaki tam açıyla oturanın yüzünü gösterirken, her iki yanındaki ekranlar 45 derecelik açıyla içe doğru dönüktü. Yani kişi yüzünü yaklaştırsa, ekranlar bir maske gibi bütün yüzünü kaplayabilirdi.

Odanın içindeki eskimiş hoparlörlerden hışırtı sesleri geldi, ardından Eflatun konuştu: “Yüzünü yaklaştır.”

Yeşil denileni yaptı ve yüzünü yaklaştırdı ekranlara.

Odadaki loş ışık birden tamamen söndü. Yeşil birkaç saniye karanlıkta bekledi, ardından bütün oda oldukça parlak beyaz bir ışıkla doldu birden. Öyle bir beyaz ışıktı ki, sanki biri durduk yerde güneş doğdurmuştu odanın içine, o kadar insanın gözünü alan bir beyaz ışıktı.

Ardından Yeşil’in yüzünü yaklaştırdığı ekranlarda, odanın içindeki beyaz ışığın dörtte biri parlaklıkta renkler dönmeye başladı. Kırmızı, mavi, yeşil, sarı, turuncu, pembe, kahverengi, mor, mavi, kırmızı, yeşil, pembe, turuncu, mor, sarı... Karışık dizgiler eşliğinde renkler dönüp durdukça Yeşil de sabit biçimde renklere bakmayı sürdürdü.

*

Işık Odası’ndaki renk gözlemi yaklaşık bir - bir buçuk saat süren bir işlemdi. Yeşil işi bitip de odadan çıktığında kafasının sanki bir şeyler çekmiş ya da içmiş gibi bir milyon olduğunu hissediyordu; renkler dışında hiçbir şey düşünemiyordu ve zihni isteksizce renklerin dizgisini düşünüp duruyordu.

Işık Odası’nın olduğu bodrum katından Skala’nın giriş katına çıktı. Kendisinin görevi, renklerin tuttukları günlükleri sıraya dizmek ve arada kopukluklar varsa bunları not etmekti. Her gün bir kâğıt üzerine bir sayfa tutacak veya tutmayacak biçimde günlük düşüncelerini yazmakla yükümlüydü her renk. Yeşil’in görevi de renklerin tuttukları bu günlük sayfalarını arşivde belirli bir düzen içinde tutup önceki günlere ait eksik gedik varsa bunları rapor olarak hazırlayıp Gri Dört’e bildirmekti. Ancak kafası önceki geceden beri, son Işık Odası deneyimiyle allak bullak olunca arşive gitmek yerine, Skala’nın en üst katındaki Gözlem Odası’na gitmeyi yeğledi.

Gün içinde Skala’da bir yere giderken veya boş boş gezerken genelde kimse kimseyle ilgili olmazdı. Bu biraz da Grilerin yarattıkları sert hava gereği renklerin mutlaka uydukları bir kuraldı. Eğer konuşulacak veya bir şeyler hakkında tartışılacaksa ya Dinlenme Odası’nda, ya da bahçede yapılacaktı. Bu yüzden Yeşil, en üst kata çıkarken kimseyle konuşmadı, kimseyle karşılaşmadı da.

Bodrumdan biraz daha soğuktu Skala’nın üst katı. Havada soğukluk ya da rüzgâr varsa en çok bu kattan hissediliyordu, yüksekliği sebebiyle. Ayrıca bu kat, havayla en içli dışlı olunan bölümdü.

Gözlem Odası, aslında bir iskele gibiydi; merdivenler odanın tam ortasına çıkıyordu ve oda duvarsızdı. Tabanla tavanı ayrı tutan odanın belirli noktalarında dört adet iri demir parçası vardı. Tabanla tavanın arasında oluşan boşluk nedeniyle de Gözlem Odası genelde hep esintili oluyordu. Buradaki rengin görevi, aşağıda nöbet tutmakta olan diğer renkleri gerek dışarıya bakarak, gerekse nöbet bölgelerini kaydeden kameraların bağlı olduğu monitörlere bakarak gözlemlemek, onların nöbet sırasında yürüyerek çizdikleri rotayı bir kâğıda not edip “Nöbet tamamlandı” diye not düşmekti. Bu kâğıtlar da akşam toplanıp ya Gri İki’ye, ya da Büyük Gri’ye götürülüp onaylatılıyordu ve bu odadaki arşive dahil ediliyordu. Daha sonra herhangi bir renkle ilgili bir problem olduğunda, Yeşil’in arşivlediği günlük sayfalarıyla birlikte, Gözlem Odası’nda kayıt edilen nöbet kâğıtları da inceleniyordu. Burada Mor’a Lacivert de yardım ediyordu; Mor’un sıkıldığı, yorulduğu veya bunaldığı zamanlarda Lacivert görevi devralıyordu. Yapının duvarları olmadığı ve dışarıyla birebir teması olduğu için buraya yükseklik korkusu olmayan renkler atanıyordu; Mor ve Lacivert de bu dönemde yer alan ve bu tür bir korkusu bulunmayan yegâne iki kişiydi. Ya da korkmuyor değil de alışkınlardı diyelim.

“Nasıl gidiyor?” diye sordu Yeşil, merdivenlerden çıkıp odaya vardığında. Mor, odanın bir yerinde durmuş aşağı bakıyordu.

“İyi, bir problem yok,” diye yanıtladı Mor. “Senin nasıl gidiyor? Işık Odası’na gittin mi?”

“Evet. Oradan geliyorum.”

“Kafan bayağı iyidir o halde.”

“Sorma...” Yeşil derin bir iç çekerek Mor’un raporları tuttuğu masaya gitti. Masanın üzerinde o gün için bir iki tane rapor tutulmuştu, bir de önceki geceden kalma bir rapor vardı. Üzerinde onun rengi yazıyordu: Yeşil. Rapor kısmında bir satırda saat, onun altındaki satırda “Nöbete başladı” yazıyordu. Bir satır altında bu sefer on beş dakika sonrasının saati yazılmıştı, onun altındaki satırda ise “On beşinci dakikada dalgınlık.” diye yazıyordu. Yeşil, raporu eline alıp geneline şöyle bir göz atıp yan yan, acıklı biçimde gülümsedi.

Mor onun yanından geçip odanın başka bir ucundan aşağı bakındı.

“Hayırdır?” diye sordu.

“Hiç, raporuma bakıyordum,” diye yanıtladı Yeşil, duygusuz biçimde. Birkaç saniye düşündükten sonra da, “Baksana,” dedi, “benim bir önceki dalgınlığımın olduğu raporu bulabilir misin?”

“Sadece kâğıdı mı, yoksa video kaydını mı?”

“Eğer olabiliyorsa ikisini de.”

“Evet, ama şimdi mümkün değil,” dedi Mor, aşağı bakmayı sürdürerek. Başını kaldırıp Yeşil’e döndü. “Boş olduğum bir vakitte bakmam lazım.”

“Tamam, acelesi yok zaten,” diye geçiştirdi Yeşil.

*

Gece olmuş, yine nöbet vakti gelmişti. Yeşil, Duvar’da bu sefer İkinci Bölge’deydi. Üçüncü Bölge’de ise Pembe vardı. Nöbeti tutarken bir yandan da Yeşil’le göz göze gelip muzırca sırıtıyordu. Yeşil onun bu sırıtışının altındaki nedeni çok iyi biliyordu: Duvar’ın öteki tarafı.

Nöbetlerinde belli bir süre geçtikten sonra, Pembe kendi fenerini eline alıp yakarak Birinci Bölge’deki Kırmızı’ya tuttu ve fenerin ucundaki camı birkaç defa çevirerek fenerin saçtığı ışığa belirli biçimler vererek Kırmızı’ya mesajı verdi. Yeşil’e döndü ve aynısını ona da yaptı. Yeşil bu sırada tedirgin olarak Skala’ya dönüp onun bulunduğu bölgeyi görmekte olan kameraya bakıp kararsız kaldı. Ancak onun kararsızlığı herhangi bir şeyi etkilemiyordu, çünkü dönüp Pembe’ye baktığında onun çoktan nöbet kulübesinin, Duvar’ın öteki tarafına bakan kısmına inen merdivenlerden aşağı doğru inmekte olduğunu gördü.

Yeşil telaşlanarak omzundan kaymakta olan fenerini tekrar omzunun üzerine yerleştirip Duvar’ın bu tarafındaki Skala’nın etrafına bakındı. Kimseler yoktu. Bunun için belki de çok ağır ceza yiyeceklerdi, belki de Skala’daki kaderleri değişecekti; ancak Pembe çoktan eyleme geçmişti ve artık durum ya şimdi ya da hiçten ibaretti. Duvar’ın öteki tarafında olan biteni bilmek istiyorsa bu, kaçırılmayacak bir fırsattı.

Kendi kulübesinin Duvar’ın öteki tarafına bakan merdivenlerine gitti ve yüzünü Duvar’a vererek gerisingeri basamaklardan inmeye başladı. Henüz borazan ötmüyordu, ya da birileri “Hey, sen, dur orada!” diye bağırmıyordu- yani onu an itibariyle durduracak kimse yoktu.

Basamaklardan inerken hiçbir şey düşünmemeye çalıştı, çünkü yanlış bir hareket yapacak olursa merdivenlerden düşebilirdi ve Duvar, düşüldüğünde belli bir acı verebilecek veya sakatlığa yol açabilecek bir yükseklikteydi, merdivenler de öyle. Yere vardığında hemen öteki tarafa dönüp uzun uzun soluklandı. El ve ayak parmak uçlarında belli belirsiz bir uyuşukluk hissediyordu; yasak olan veya yapılmaması gereken bir şeyi yapmış olmanın verdiği uyuşukluk. Yanına baktığında Pembe’nin kendi indiği merdivenlerin biraz ilerisinde beklemekte olduğunu gördü.

“Hadi,” gibisinden bir işaret yapan Pembe, karanlık ormana doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Yeşil de aynı hızla ormana doğru yol aldı.

Pus, gece vakti bile oldukça yoğundu. Yeşil, pusun o boğuk kokusunu alabiliyordu ve zaman zaman nefes almasında zorluklar meydana geliyordu- belki de yasak bir şey yaptığı için bu tür bir zorlanma yaşıyordu, bundan emin değildi. Ormanın içine doğru ilerlerken yanından geçmekte olduğu ağaçlara ve çalılıklara sürtmesinin etkisiyle hışırtı sesleri çıkıyordu. Bu seslerin arasında Pembe’nin yürüme sesini duymak pek kolay değildi.

“Pembe?” diye fısıltıyla seslendi Yeşil. Cevabı duyabilmek için bir saniye gibi olduğu yerde durdu. Hiç cevap yoktu. “Pembe?” Bekledi, yine cevap yoktu. Sesini biraz daha çıkartarak, “Pembe?” diye seslendi.

“Buradayım,” diye bir fısıltı duydu ileriden.

Yeşil hemen sesi duyduğu yöne doğru yürümeye başladı. Omzundan fenerini indirip eline alarak yaktı ve önünü aydınlatarak yürümeye devam etti.

“Fenerini kapat!” diye fısıltılı bir bağırış duydu Yeşil ve fenerini hemen kapattı. Ne oluyordu? Olduğu yerde durdu, daha birkaç dakika içinde yer yön bilgisini şaşırmıştı ve giderek ormanın içine doğru ilerliyordu...

...derken durduk yere birden etrafından fısıltılar duymaya başladı. Pembe’nin seslenişi gibi bir fısıltı değildi bu; sanki birileri kısık sesle kendi aralarında konuşuyor gibiydi. Fısıltılar zaman zaman yükselip zaman zaman alçalıyordu, zaman zaman da birbirine karışıyordu.

“Kim o? Ne oluyor?” diye içinden düşündü Yeşil. Hemen ardından da Pembe’ye uymakla büyük hata ettiğini düşünüp kendine küfretti.

“Pembe! Pembe!” diye yine fısıltıyla seslenmeye başladı Yeşil. Ancak karşılık olarak duyduğu fısıltılar Pembe’nin değil, etraftaki öteki fısıltılardı.

Yürümeye devam edip seslenişlerini sürdürdü. Uzaktan bir yerlerden sanki bir iki kez ışık yanıp sönme gördüğünü sandı, bu yüzden o tarafa doğru hızlı adımlarla yürüdü, hatta bir ara koştu bile. Vardığında, Pembe’nin olduğu yerde kazık gibi kaldığını gördü. Bir elini öne uzatmış, birine veya bir şeye dokunacakmış gibi havada tutuyordu.

“Pembe! Pembe?” Yeşil Pembe’nin yanına varıp omzundan tutarak onu kendine çevirdi. Pembe hayalet görmüş gibi bakıyordu, şok geçiriyordu...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder