Herkes görev yerlerine yavaş yavaş dağılırken, Yeşil de
isteksiz ancak kaderine mahkûm bir halde Skala’ya girdi. Ne çok büyük, ne de
çok küçük bir yapıydı burası; Yeşil’in bildiği kadarıyla bilmemkaç senesinde
inşa edilmiş ve o zamandan beri ufak tefek revizyonlar dışında genel anlamda
pek bir değişikliğe uğramamıştı. Birçok demir parçasının birbirine perçinle
monte edilmesinden meydana gelmiş olan bu yapı temel olarak renklerin içinde
yaşaması, istirahat etmesi için inşa edilmişti. Boyu, çevresini saran Duvar’ın
iki buçuk katı kadar bir şeydi, yani en üste çıkıldığında Skala’nın yer aldığı
alan görülebiliyordu- ancak genelde de görülecek çok bir şey olmuyordu çünkü
oldukça geniş bir alana yayılan pus ve sis hakimdi, bir de bu sis tabakasını
bıçkın ve sert görünümlü ağaçlar yer yer kesip dağıtıyordu. İnsanın böyle bir
alana bakınca içinin kararması pek bir mümkündü.
Yeşil’in gitmekte olduğu Işık Odası, Skala’nın bodrum
katında yer alan odalarından biriydi, hatta bodrum katındaki en büyük tek
odaydı. Büyük olmasının sebebi de, Gri İki’nin zamanında kısaca açıklamış
olduğu üzere, burayı bütün renkler için toplu olarak kullanıp eğitebilecekleri
bir oda yapma düşüncesiydi. Ne tür bir eğitim için hangi amaçla yapılmıştı onu
kimse bilmezdi, ancak şimdilerde Işık Odası olarak kullanılıyordu.
Işık Odası’nı Eflatun idare ediyordu. Skala’ya her dönem
renkler gelir ve bu renklerden biri Griler tarafından belli görevlere
verilirlerdi; bu dönemki renk Eflatun’du.
Yeşil, mahzen görünümlü bodrum katına indi ve soğukluğu
ister istemez hissediverdi. Skala’nın en alttan bir üst katı burası olduğu için
soğuk da hissedilir derecede soğuktu. Durulamayacak kadar değildi, ancak
kollarını vücuduna dolamanı gerektirebiliyordu ve ağzından rahatlıkla duman
çıkıyordu. Bir de bu katın zemini, Skala’nın üst katlarına kıyasla yürürken
daha fazla ses çıkartıyordu ve Yeşil bir keresinde, eğer Skala çökecek olursa,
muhtemelen bodrum katı sebebiyle olur diye düşünmüştü. Yürürken demir zeminden
öyle tıngırtı sesleri çıkıyordu ki sanki yerdeki demir parçaları kopacak ya da
kırılacaktı. Griler her defasında “Bodrum katından korkmayın, ses çıksa da bir
şey olmaz” diye ikaz etmelerine rağmen, renkler bu kata indiklerinde ister
istemez bir endişe duyuyorlardı.
Işık Odası’nın kapısı önüne geldi Yeşil. Kapının yanındaki
duvarda bir kafes içinde gibi gözüken demir parmaklıklı lamba sönükmüş gibi
içten içten yanıyordu. Yeşil yumruğunu kaldırıp kapıya birkaç kez tıklattı ve
tok bir ses çıktı. Bir süre beklemeye koyuldu, bu sırada koridoru bir baştan
bir başa şöyle bir süzdü. Gerçekten tedirgin edici bir yerdi bu kat. Skala
zaten dış görünüş itibariyle insanı pek rahat ettiren bir yer olmadığı gibi, bu
kata inen herhangi bir renk için her şey deyim yerindeyse tuzu biberi oluyordu.
Kapının iç tarafından demirin demire sürtmesi sebebiyle
gıcırtı sesleri çıktı, Yeşil bir iki adım geriledi. Kapı içeri doğru
açıldığında Eflatun, üzerinde siyah, yırtık pırtık, çuvaldan bozma görünen bir
kıyafetle kapıda belirdi. Yüzünde birkaç günlük sakal vardı ve saçı başı
dağınıktı. Oto tamircisi gibi görünüyordu.
“Ha Yeşil,” dedi Eflatun, onu görünce. “Sen miydin?”
Yeşil, başıyla onayladı.
“İçeri geç,” dedi Eflatun, yana çekilerek. Yeşil istemeyerek
de olsa iki adımda içeri giriverdi. Eflatun onun arkasından kapıyı kapattı,
kilitleme çarkını abanarak çevirip kapıyı kilitledi.
İçeride loş bir ışık vardı, tepedeki lambaların birkaçı
cızırtılar eşliğinde kıpraşıp duruyordu. İçerinin görüntüsü de, dışarıdaki
koridordan farksızdı. İlerleyebilmek için insanın önce gözlerini birkaç dakika
kısıp içerideki ışığa kendini alıştırması gerekiyordu, sonra odanın genel
hatları yavaş yavaş belli oluyordu. Yeşil, kendisine dışarıdan gelen biri
olarak böyle bir etki oluyorsa, kim bilir Eflatun neler yaşıyor, diye
düşünüverdi ister istemez. Eflatun hemen hemen her gün bir iki renk için Işık
Odası’nda görev yapıyordu ve onun yaşadığı tecrübe bambaşka olsa gerekti.
“Sen geç otur,” dedi Eflatun, odanın ortasındaki
teknolojinin son harikası(!) özel koltuğu işaret ederek. Yeşil koltuğa doğru
ilerledi. “Yine nöbette tutuldun kaldın ha?” diye sordu Eflatun, odanın öteki
tarafındaki makine odasına doğru giderken.
“Evet,” diye cevap verdi Yeşil. Derisi çoktan eskimiş,
yırtılmış, sökülmüş olan koltuğa vardı ve oturdu. Oturmasıyla birlikte koltuk
gıcırdayarak hafifçe geriye doğru kaydı. Yeşil bu koltuğa ne zaman otursa
kendini geriye doğru düşecekmiş gibi hissederdi. Koltuğun hemen önünde, oturan
kişinin yüzüne denk gelecek yükseklikte kurulmuş üç adet ayna gibi ekran vardı.
Ekranlardan ortadaki tam açıyla oturanın yüzünü gösterirken, her iki yanındaki
ekranlar 45 derecelik açıyla içe doğru dönüktü. Yani kişi yüzünü yaklaştırsa,
ekranlar bir maske gibi bütün yüzünü kaplayabilirdi.
Odanın içindeki eskimiş hoparlörlerden hışırtı sesleri
geldi, ardından Eflatun konuştu: “Yüzünü yaklaştır.”
Yeşil denileni yaptı ve yüzünü yaklaştırdı ekranlara.
Odadaki loş ışık birden tamamen söndü. Yeşil birkaç saniye
karanlıkta bekledi, ardından bütün oda oldukça parlak beyaz bir ışıkla doldu
birden. Öyle bir beyaz ışıktı ki, sanki biri durduk yerde güneş doğdurmuştu
odanın içine, o kadar insanın gözünü alan bir beyaz ışıktı.
Ardından Yeşil’in yüzünü yaklaştırdığı ekranlarda, odanın
içindeki beyaz ışığın dörtte biri parlaklıkta renkler dönmeye başladı. Kırmızı,
mavi, yeşil, sarı, turuncu, pembe, kahverengi, mor, mavi, kırmızı, yeşil,
pembe, turuncu, mor, sarı... Karışık dizgiler eşliğinde renkler dönüp durdukça
Yeşil de sabit biçimde renklere bakmayı sürdürdü.
*
Işık Odası’ndaki renk gözlemi yaklaşık bir - bir buçuk saat
süren bir işlemdi. Yeşil işi bitip de odadan çıktığında kafasının sanki bir
şeyler çekmiş ya da içmiş gibi bir milyon olduğunu hissediyordu; renkler
dışında hiçbir şey düşünemiyordu ve zihni isteksizce renklerin dizgisini
düşünüp duruyordu.
Işık Odası’nın olduğu bodrum katından Skala’nın giriş katına
çıktı. Kendisinin görevi, renklerin tuttukları günlükleri sıraya dizmek ve
arada kopukluklar varsa bunları not etmekti. Her gün bir kâğıt üzerine bir
sayfa tutacak veya tutmayacak biçimde günlük düşüncelerini yazmakla yükümlüydü
her renk. Yeşil’in görevi de renklerin tuttukları bu günlük sayfalarını arşivde
belirli bir düzen içinde tutup önceki günlere ait eksik gedik varsa bunları
rapor olarak hazırlayıp Gri Dört’e bildirmekti. Ancak kafası önceki geceden
beri, son Işık Odası deneyimiyle allak bullak olunca arşive gitmek yerine,
Skala’nın en üst katındaki Gözlem Odası’na gitmeyi yeğledi.
Gün içinde Skala’da bir yere giderken veya boş boş gezerken
genelde kimse kimseyle ilgili olmazdı. Bu biraz da Grilerin yarattıkları sert
hava gereği renklerin mutlaka uydukları bir kuraldı. Eğer konuşulacak veya bir
şeyler hakkında tartışılacaksa ya Dinlenme Odası’nda, ya da bahçede
yapılacaktı. Bu yüzden Yeşil, en üst kata çıkarken kimseyle konuşmadı, kimseyle
karşılaşmadı da.
Bodrumdan biraz daha soğuktu Skala’nın üst katı. Havada
soğukluk ya da rüzgâr varsa en çok bu kattan hissediliyordu, yüksekliği
sebebiyle. Ayrıca bu kat, havayla en içli dışlı olunan bölümdü.
Gözlem Odası, aslında bir iskele gibiydi; merdivenler odanın
tam ortasına çıkıyordu ve oda duvarsızdı. Tabanla tavanı ayrı tutan odanın belirli
noktalarında dört adet iri demir parçası vardı. Tabanla tavanın arasında oluşan
boşluk nedeniyle de Gözlem Odası genelde hep esintili oluyordu. Buradaki rengin
görevi, aşağıda nöbet tutmakta olan diğer renkleri gerek dışarıya bakarak,
gerekse nöbet bölgelerini kaydeden kameraların bağlı olduğu monitörlere bakarak
gözlemlemek, onların nöbet sırasında yürüyerek çizdikleri rotayı bir kâğıda not
edip “Nöbet tamamlandı” diye not düşmekti. Bu kâğıtlar da akşam toplanıp ya Gri
İki’ye, ya da Büyük Gri’ye götürülüp onaylatılıyordu ve bu odadaki arşive dahil
ediliyordu. Daha sonra herhangi bir renkle ilgili bir problem olduğunda,
Yeşil’in arşivlediği günlük sayfalarıyla birlikte, Gözlem Odası’nda kayıt
edilen nöbet kâğıtları da inceleniyordu. Burada Mor’a Lacivert de yardım
ediyordu; Mor’un sıkıldığı, yorulduğu veya bunaldığı zamanlarda Lacivert görevi
devralıyordu. Yapının duvarları olmadığı ve dışarıyla birebir teması olduğu
için buraya yükseklik korkusu olmayan renkler atanıyordu; Mor ve Lacivert de bu
dönemde yer alan ve bu tür bir korkusu bulunmayan yegâne iki kişiydi. Ya da
korkmuyor değil de alışkınlardı diyelim.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu Yeşil, merdivenlerden çıkıp
odaya vardığında. Mor, odanın bir yerinde durmuş aşağı bakıyordu.
“İyi, bir problem yok,” diye yanıtladı Mor. “Senin nasıl
gidiyor? Işık Odası’na gittin mi?”
“Evet. Oradan geliyorum.”
“Kafan bayağı iyidir o halde.”
“Sorma...” Yeşil derin bir iç çekerek Mor’un raporları
tuttuğu masaya gitti. Masanın üzerinde o gün için bir iki tane rapor
tutulmuştu, bir de önceki geceden kalma bir rapor vardı. Üzerinde onun rengi
yazıyordu: Yeşil. Rapor kısmında bir satırda saat, onun altındaki satırda
“Nöbete başladı” yazıyordu. Bir satır altında bu sefer on beş dakika sonrasının
saati yazılmıştı, onun altındaki satırda ise “On beşinci dakikada dalgınlık.”
diye yazıyordu. Yeşil, raporu eline alıp geneline şöyle bir göz atıp yan yan,
acıklı biçimde gülümsedi.
Mor onun yanından geçip odanın başka bir ucundan aşağı
bakındı.
“Hayırdır?” diye sordu.
“Hiç, raporuma bakıyordum,” diye yanıtladı Yeşil, duygusuz
biçimde. Birkaç saniye düşündükten sonra da, “Baksana,” dedi, “benim bir önceki
dalgınlığımın olduğu raporu bulabilir misin?”
“Sadece kâğıdı mı, yoksa video kaydını mı?”
“Eğer olabiliyorsa ikisini de.”
“Evet, ama şimdi mümkün değil,” dedi Mor, aşağı bakmayı
sürdürerek. Başını kaldırıp Yeşil’e döndü. “Boş olduğum bir vakitte bakmam
lazım.”
“Tamam, acelesi yok zaten,” diye geçiştirdi Yeşil.
*
Gece olmuş, yine nöbet vakti gelmişti. Yeşil, Duvar’da bu
sefer İkinci Bölge’deydi. Üçüncü Bölge’de ise Pembe vardı. Nöbeti tutarken bir
yandan da Yeşil’le göz göze gelip muzırca sırıtıyordu. Yeşil onun bu
sırıtışının altındaki nedeni çok iyi biliyordu: Duvar’ın öteki tarafı.
Nöbetlerinde belli bir süre geçtikten sonra, Pembe kendi
fenerini eline alıp yakarak Birinci Bölge’deki Kırmızı’ya tuttu ve fenerin
ucundaki camı birkaç defa çevirerek fenerin saçtığı ışığa belirli biçimler
vererek Kırmızı’ya mesajı verdi. Yeşil’e döndü ve aynısını ona da yaptı. Yeşil
bu sırada tedirgin olarak Skala’ya dönüp onun bulunduğu bölgeyi görmekte olan
kameraya bakıp kararsız kaldı. Ancak onun kararsızlığı herhangi bir şeyi
etkilemiyordu, çünkü dönüp Pembe’ye baktığında onun çoktan nöbet kulübesinin,
Duvar’ın öteki tarafına bakan kısmına inen merdivenlerden aşağı doğru inmekte
olduğunu gördü.
Yeşil telaşlanarak omzundan kaymakta olan fenerini tekrar
omzunun üzerine yerleştirip Duvar’ın bu tarafındaki Skala’nın etrafına bakındı.
Kimseler yoktu. Bunun için belki de çok ağır ceza yiyeceklerdi, belki de
Skala’daki kaderleri değişecekti; ancak Pembe çoktan eyleme geçmişti ve artık
durum ya şimdi ya da hiçten ibaretti. Duvar’ın öteki tarafında olan biteni
bilmek istiyorsa bu, kaçırılmayacak bir fırsattı.
Kendi kulübesinin Duvar’ın öteki tarafına bakan
merdivenlerine gitti ve yüzünü Duvar’a vererek gerisingeri basamaklardan inmeye
başladı. Henüz borazan ötmüyordu, ya da birileri “Hey, sen, dur orada!” diye
bağırmıyordu- yani onu an itibariyle durduracak kimse yoktu.
Basamaklardan inerken hiçbir şey düşünmemeye çalıştı, çünkü
yanlış bir hareket yapacak olursa merdivenlerden düşebilirdi ve Duvar,
düşüldüğünde belli bir acı verebilecek veya sakatlığa yol açabilecek bir
yükseklikteydi, merdivenler de öyle. Yere vardığında hemen öteki tarafa dönüp
uzun uzun soluklandı. El ve ayak parmak uçlarında belli belirsiz bir uyuşukluk
hissediyordu; yasak olan veya yapılmaması gereken bir şeyi yapmış olmanın
verdiği uyuşukluk. Yanına baktığında Pembe’nin kendi indiği merdivenlerin biraz
ilerisinde beklemekte olduğunu gördü.
“Hadi,” gibisinden bir işaret yapan Pembe, karanlık ormana
doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Yeşil de aynı hızla ormana doğru yol
aldı.
Pus, gece vakti bile oldukça yoğundu. Yeşil, pusun o boğuk
kokusunu alabiliyordu ve zaman zaman nefes almasında zorluklar meydana
geliyordu- belki de yasak bir şey yaptığı için bu tür bir zorlanma yaşıyordu,
bundan emin değildi. Ormanın içine doğru ilerlerken yanından geçmekte olduğu
ağaçlara ve çalılıklara sürtmesinin etkisiyle hışırtı sesleri çıkıyordu. Bu
seslerin arasında Pembe’nin yürüme sesini duymak pek kolay değildi.
“Pembe?” diye fısıltıyla seslendi Yeşil. Cevabı duyabilmek
için bir saniye gibi olduğu yerde durdu. Hiç cevap yoktu. “Pembe?” Bekledi,
yine cevap yoktu. Sesini biraz daha çıkartarak, “Pembe?” diye seslendi.
“Buradayım,” diye bir fısıltı duydu ileriden.
Yeşil hemen sesi duyduğu yöne doğru yürümeye başladı.
Omzundan fenerini indirip eline alarak yaktı ve önünü aydınlatarak yürümeye
devam etti.
“Fenerini kapat!” diye fısıltılı bir bağırış duydu Yeşil ve
fenerini hemen kapattı. Ne oluyordu? Olduğu yerde durdu, daha birkaç dakika
içinde yer yön bilgisini şaşırmıştı ve giderek ormanın içine doğru
ilerliyordu...
...derken durduk yere birden etrafından fısıltılar duymaya
başladı. Pembe’nin seslenişi gibi bir fısıltı değildi bu; sanki birileri kısık
sesle kendi aralarında konuşuyor gibiydi. Fısıltılar zaman zaman yükselip zaman
zaman alçalıyordu, zaman zaman da birbirine karışıyordu.
“Kim o? Ne oluyor?” diye içinden düşündü Yeşil. Hemen
ardından da Pembe’ye uymakla büyük hata ettiğini düşünüp kendine küfretti.
“Pembe! Pembe!” diye yine fısıltıyla seslenmeye başladı
Yeşil. Ancak karşılık olarak duyduğu fısıltılar Pembe’nin değil, etraftaki
öteki fısıltılardı.
Yürümeye devam edip seslenişlerini sürdürdü. Uzaktan bir
yerlerden sanki bir iki kez ışık yanıp sönme gördüğünü sandı, bu yüzden o
tarafa doğru hızlı adımlarla yürüdü, hatta bir ara koştu bile. Vardığında,
Pembe’nin olduğu yerde kazık gibi kaldığını gördü. Bir elini öne uzatmış,
birine veya bir şeye dokunacakmış gibi havada tutuyordu.
“Pembe! Pembe?” Yeşil Pembe’nin yanına varıp omzundan
tutarak onu kendine çevirdi. Pembe hayalet görmüş gibi bakıyordu, şok
geçiriyordu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder