13 Haziran 2012 Çarşamba

Nöbet - Dördüncü Bölüm



Yeşil, Ayşe’yle parkta oturmuş, baharın insanın içine işleyen o sıcacık ve serin havasını soluyordu. Çocuklarını oynatmak için, ya da köpeklerini gezdirmek için parka gelmiş olan bir sürü insan da etrafta geziniyordu. Çocukların eğlenceli çığlıkları her nedense Yeşil’e daha bir keyif veriyordu. Tepelerinden uçmakta olan martıların ötüşleri de bu mizanseni Yeşil için güçlü kılan etkenlerden biriydi.


“Ne kadar güzel değil mi?” diye sordu Ayşe, sakin, ama içten içe coşkulu bir sesle. “İnsanlar, çocuklar, martılar... Hayatın kendisi gibi.” Ayşe dönüp Yeşil’e baktı. “Noldu? Suskunsun?”

“...Hı?” Yeşil sanki uzun bir süredir dalıp gitmiş gibi kendine gelip iç çekerek Ayşe’ye gülümsedi.

“Sen beni dinlemiyor musun?” diye sordu Ayşe, hâlâ gülümseyerek, ama azarlar gibi kaşlarını çattı.

“Yo hayır - dinliyorum.” Yeşil hemen oturduğu yerde doğruldu. “Ben... sadece... öyle güzel ki, burada, seninle oturuyor olmak...”

“Yaa...” dedi Ayşe tatlı tatlı mızırdanarak.

Yeşil onun sırtına attığı kolunu sıkıp Ayşe’yi kendi göğsüne doğru biraz daha yaklaştırdı. Ayşe’nin başı onun boynuna geliyordu ve Yeşil başını biraz eğip rahatlıkla Ayşe’nin saçını koklayabiliyordu.

“Kokun öyle güzel ki...”

“Gerçekten mi?”

“Gerçekten...” Yeşil, Ayşe’nin sırtını içtenlikle sıvazlamaya başladı.

“Sence bu hayatı, bu görüntüyü alabilir miyiz?”

“Anlamadım?”

“Bu görüntüyü diyorum, şu anda karşımıza duran görüntüyü. Çocuklar, köpeklerini gezdiren insanlar, martılar, yandaki denizden gelen dalga sesleri... Sence bunu alabilir miyiz? Zihnimizin içine, en derinliklerine.”

“Sence?”

Ayşe bir anda Yeşil’in kolundan kurtulup doğrularak onun gözlerinin içine baktı. Yeşil onun güneş ışığı vurduğunda esas rengini belli eden gözlerini yakaladı; yeşil gözlerini.

“Bu ânı alalım,” dedi Ayşe, daha ciddi bir şekilde. “Bu ân ikimizin ânı olsun. Ne zaman üzülsek, sevinsek, birbirimizi hatırlasak hep bu ânı düşünelim. Zihnimizin içinde bu ânı besleyelim.”

“Olur tabii,” dedi Yeşil, gayet içten bir şekilde.

“Söz ver.”

“Söz.”

Sözlerini vermişlerdi; bu ân, onların ânı olacaktı...

*

Yeşil, Pembe’nin yüzüne bakakalmış halde, korkunun yavaş yavaş bedeninden yukarı, kollarına, ellerine, parmak uçlarına kadar yayıldığını hissetmeye başladı. O ânı düşünmeye çalıştı, ancak başarılı olamadı çünkü denizdeki dalgaların sesi ya da martıların ötüşü şimdi çok uzaklardaydı. Ormanın içinde sadece o ve Pembe vardı, onlarla birlikte Duvar’ın öbür tarafına geçmiş biri ya da birileri var mı bilmiyordu ve yapabileceği, yapması gereken bir şey var mıydı, ondan da emin değildi.

“Pembe! Pembe!” diyerek defalarca onu omzundan tutup dürttü Yeşil. Pembe kaskatı kesilmiş öylece duruyordu, yüzünden korku ve bir o kadar da üzüntü okunuyordu- öyle ki eğer korkup kalmasaydı muhtemelen ağlardı.

Yeşil, Pembe’yi bıraktı; Pembe, iplerinden kurtulmuş bir kukla misali yere çöküverdi. Yeşil hemen omzunda asılı duran fenerini alıp önündeki camı biraz çevirip ışığı geniş yayma moduna aldıktan sonra feneri yaktı ve etrafa tutmaya başladı; görünen tek şey, ağaçların ve dallarının arasından sanki canlı bir varlıkmış gibi süzülerek ilerleyen sisti. Yeşil feneri sabit bir noktaya tutup dikkatli bakınca, sisin zaman zaman yukarı doğru yükselerek bir insan formu alır gibi olduğunu gördü. Değişik figürler sisin içinde yoktan var olup birkaç saniye içinde kaybolup gidiyordu.

Uzaktan bir yerden kısık bir ses işiten Yeşil, hemen o yöne döndü ve feneri tutarak, “Hey!” diye seslendi. “Yardım edin! Buradayız!” Neden bilmiyordu, fakat Pembe’yi sırtlanıp Duvar’a geri gidemeyecek gibi hissediyordu kendini. Dahası Duvar’a gidiş yönünün neresi olduğunu bile bilmiyordu. Bu konuda tek güvendiği kişi Pembe’ydi, o da an itibariyle kendisine yardım edemezdi.

Yeşil, Pembe’nin yanına eğildi. Pembe başı eğik, toprak üzerinde sabit bir yere bakarak derin derin soluyordu.

“Pembe, pembe iyi misin?” diye sordu Yeşil, elini yine Pembe’nin omzuna koyarak. “Pembe cevap ver. Seni kurtaracağım buradan, korkma!”

“O...” dedi Pembe, kısık, ürkmüş bir sesle, “Onu gördüm...”

“Kimi gördün? Kim o?”

“O... Onu...”

“Kim o? Kimi gördün Pembe?” Yeşil, Pembe’nin suratına baktı, ancak Pembe paralize olmuş gibi görünüyordu, haliyle Yeşil’in soracağı herhangi bir soruya yanıt verecek, dahası soruyu duyacak bilinci olmadığı açıktı.

Tekrar etrafa bakınan Yeşil, “Yardım edin!” diye bağırdı bir kez daha. Ancak kendisinin bir şey yapması gerekiyordu, hem de acilen.

Omzunda asılı duran feneri çaprazlamasına asıp dengesini garantileyerek eğilip Pembe’yi yerden kaldırdı ve sırtına yüklendi. Üzerindeki ağırlık çok fazla elvermese de hızlı adımlarla bir o tarafa, bir bu tarafa gitmeye başladı.

Zorlandığından mıdır bilinmez, o ilerledikçe, etraftaki sis de sanki ona saldırıyormuş gibi üzerine üzerine geliyordu. Derin nefes alırken yüzünü yalayan sisi de solumak zorunda kalıyordu ve sisin keskin bir etkisi olduğu için ara ara nefesi kesiliyormuş gibi hissediyordu. Bir ara çok yorulduğu için durup etrafa göz attı tekrar. Sis dört bir taraftan, sanki canlı bir varlıkmış da Yeşil’in varlığını hissetmiş gibi onu avucunun içine almaya çalışır gibi Yeşil’in etrafında bir girdap oluşturuyordu. Fısıltılar artıyor, sanki hepsi toptan Yeşil’e bir şey söylemeye çalışıyordu.

Etraftaki sisten bir parça Yeşil’e doğru uzanarak onun boyunda bir form almaya başladı, aynı zamanda fısıldıyordu.

“Yeşil... Yeşil...”

Yeşil, Pembe’yi sırtından düşürmemek için iki eliyle onun bedenini kavrayıp tekrar yüklendi, ancak kendisine yaklaşmakta olan siluet formundaki sis ve fısıltısı onun dikkatini dağıtıyordu.

“Yeşil...”

Yeşil elini uzatıp sise dokunmayı denedi; sis de aynı bir insanmış gibi bir parça uzanarak onun eline dokunmaya çalıştı. Ses Yeşil’e ister istemez Ayşe’yi hatırlatıyordu. Yeşil uzattığı elinin parmaklarını aralayarak sise dokunmaya yaklaştıkça, sisin uzanan parçası da bir elin parmakları gibi Yeşil’in parmaklarının arasındaki boşluktan süzülüp onunla el tutuşmaya hazırlanıyordu. Yeşil ağzı açık, gözleri bir miktar dolarken, elini öylece uzatmış bekledi. Ardından sis dağıldı...

Ormanın içinde bilmedikleri bir yerde, etraflarını saran karanlık, korku ve sis dalgasının ortasında öylece beklediler, ne olacağını bilmeden, kötü bir şey olmaması için dua ederek. Beklediler... beklediler...

...Derken Yeşil, uzaktan bir yerden bir motor sesi işitti ansızın. Başını hemen sesi duyduğu yöne çevirip Pembe’yi bırakarak ayağa kalktı ve fenerini tekrar yakıp o yöne doğrulttu. Motor sesi yavaş yavaş onların bulunduğu yere doğru yaklaşıyor ve artıyordu, ancak bu Yeşil’de, ses sanki tek bir taraftan değil de, anlayamadığı bir yankıma sebebiyle her taraftan geliyormuş gibi bir izlenim verdiğinden, elindeki feneri bir o tarafa, bir bu tarafa tutmaya başladı. En sonunda ses yaklaşırken karanlığın içinden çok parlak birtakım ışıklar belirdi. Yeşil olduğu yerde durup izlerken, sanki kocaman bir elmas parçası karanlığın içinde pırıl pırıl parlayarak ağaçların arasından yuvarlanıp gidiyormuş gibi bir görüntü oluşuverdi. Koca cisim Yeşil’le Pembe’nin olduğu alana doğru yaklaşırken, Yeşil, bunun Skala’dan gelen devriye aracı olduğunu fark etti; araç kaplumbağa sırtına benziyordu, her tarafında parça parça birbirine monte edilmiş yansıtıcılar vardı ve bu yansıtıcılardan muazzam bir ışık saçılıyordu.

Yeşil, devriye aracından birtakım sesler işitti, akabinde, araçtan yansıyan ışığın gözlerini alması sebebiyle yüzüne tuttuğu elinin parmakları arasından görebildiği kadarıyla iki karaltı aracın ön tarafındaki ışıkların önünden geçip ona doğru gelmeye başladılar. Siluetler iyice yaklaştıklarında Yeşil, onların Sarı’yla Kırmızı olduklarını gördü. Yüzlerindeki sert ifade, Yeşil’in yanına varıp yanında yerde oturmakta olan  Pembe’yi gördüklerinde endişeye dönüşüverdi.

“Ne oldu ona?” diye sordu Sarı, Pembe’nin donuk yüz ifadesini görünce.

“Bilmiyorum,” dedi Yeşil. “Öyle kalakaldı.”

“Şok geçiriyor olmasın?” diye sordu Kırmızı, Sarı ve Yeşil’e bakarak.

“Her ne ise,” dedi Yeşil, “onu acilen götürmemiz lazım.”

Kırmızı başıyla hızlı biçimde onayladı ve Sarı’yla ikisi Pembe’yi baş ve ayak taraflarından kucaklayarak devriye aracına doğru taşımaya koyuldular, Yeşil de onların yanından gidip yardımcı olmaya çalışıyordu, ancak aracın yaydığı ışık gözlerini fena biçimde aldığı için bu pek mümkün olmuyordu.

Araca vardıklarında arka tarafın kapısı yukarı doğru açıldı; Sarı ve Kırmızı, Pembe’yi aracın içine yerleştirirken, Yeşil, aracın içinde Bordo ve Turuncu’nun da olduğunu gördü. Onların da yüz ifadeleri ciddiydi, ancak Pembe’yi gördüklerinde bu ifade biraz kırılır gibi oldu. Aracın içinde aynı zamanda Gri Üç de vardı, araca yerleştirilen Pembe’ye çatık kaşları ve inceleyici gözleriyle bakıyordu, ardından başını Yeşil’e çevirdi ve keskin bakışları Yeşil’inkileri buldu.

“İçeri geç,” dedi soğuk, sert bir ses tonuyla.

Yeşil hemen aracın içine bindi. Sarı arka kapıyı kapattı ve Pembe’nin yanında bir yere oturarak onun yüzünü incelemeye koyuldu.

Araç Duvar’a doğru hareket ettiğinde birkaç dakika kimse konuşmadı, hepsinin dikkati Pembe’nin üzerindeydi. Gri Üç hissizmiş gibi, gözlerini bir an olsun kırpmadan bakıyordu ona.

Sarı başını kaldırıp Kırmızı, Bordo, Turuncu ve Yeşil’e bakarak, “Çok ciddi midir ki?” diye sorar gibi oldu. Onun sesini, Gri Üç’ün sert ve keskin ses tonu bıçak gibi kesti:

“Kaç dakikadır buradasınız?”

Hepsinin bakışları Gri Üç’e çevrildi. Gri Üç gözlerini Pembe’den ayırmadan öylece bekledi, soruya cevap vermesi gereken kişinin kendini bulmasını bekliyor gibiydi. Yeşil bu konuda birkaç saniye tereddüt edince, Gri Üç’ün bakışları Yeşil’e döndü, başı sabitti.

“Kaç dakikadır buradasınız?” diye yineledi sorusunu.

“Ben... bilmiyorum-“

“Kaç dakikadır buradasınız?” Gri Üç, üçüncü kez yineledi soruyu. Hemen ardından, “10 dakikayı geçti mi?” diye ekledi.

Hepsinin bakışları bu sefer Yeşil’deydi, Yeşil ise bakışlarını Pembe’ye çevirip ciddi biçimde derin derin düşündü.

“Biraz geçmiş olabilir,” dedi.

“Emin misin?”

“Evet.”

“Bulduğunda bu halde miydi?”

“Ayaktaydı,” diye sorulara seri biçimde cevap vermeyi sürdürdü Yeşil. “Elini uzatmış, sanki birine ya da bir şeye dokunacakmış gibi bekliyordu.”

“Herhangi bir şey söyledi mi? Bir isim ya da onun gibi bir şey?”

“Hayır. Sadece öyle kaldı.”

“Biz gelene kadar çok süre geçti mi?”

“En fazla 5 ya da 6 dakika.”

Gri Üç’ün bakışları Pembe’ye döndü, başıyla hafifçe, sakin biçimde onayladı.

Dışarıdan Duvar’ın demirden ana kapısının gıcırtı ve gümbürtüyle açılma sesi işitildi ve araç kapıdan içeri girerken geçtiği tümsekte içerisi hafifçe sallandı. Araç durmaya yakın, Sarı başını kaldırıp Gri Üç’e baktı.

“Sizce ne olmuş olabilir?”

Gri Üç ifadesiz bir yüzle Pembe’ye bakmayı sürdürerek gözlerini yavaşça kırptı, bir yandan kafasının içinde milyon tane başka şey düşünüyor gibiydi.

“Şok geçiriyor. Kafasında renkler yerine sadece beyaz daha fazla hakim olmalı, bu da düşünmesini ve bilincini etkiliyor.”

“Işık Odası mı?” diye sordu Kırmızı, Gri Üç’e dönerek.

“Işık Odası.” Gri Üç aracın durmasıyla birlikte yerinden kalktı. Sarı hemen arka kapıyı açtı ve Gri Üç araçtan indi, ancak aracın kapısı önünden ayrılmadı. “Oradan da Tuval’e gidecek.”

“Tuval’e mi?” Kırmızı’nın sesi kırıldı. Sarı yutkundu. Turuncu ve Bordo kaşlarını hafifçe kaldırdılar.

Gri Üç etrafa bakarak tekrar başıyla onayladı.

Yeşil araçtan indi ve Sarı’yla Kırmızı’nın Pembe’yi araçtan indirmesine yardımcı oldu. Onlar Pembe’yi Skala’ya götürürken Yeşil onlara eşlik etmek üzere peşlerinden gidecekti ki, Gri Üç onu sesiyle durdurdu.

“Sen,” dedi deminden beri duyulandan daha yüksek ses tonuyla. Yeşil birden ona döndü. “Sen Büyük Gri’nin odasına gideceksin. Seni bekliyor.”

İşte bu, Yeşil’in hiç de istemediği bir şeydi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder