Yeşil, Ayşe’yle parkta oturmuş, baharın insanın içine
işleyen o sıcacık ve serin havasını soluyordu. Çocuklarını oynatmak için, ya da
köpeklerini gezdirmek için parka gelmiş olan bir sürü insan da etrafta
geziniyordu. Çocukların eğlenceli çığlıkları her nedense Yeşil’e daha bir keyif
veriyordu. Tepelerinden uçmakta olan martıların ötüşleri de bu mizanseni Yeşil
için güçlü kılan etkenlerden biriydi.
“Ne kadar güzel değil mi?” diye sordu Ayşe, sakin, ama içten
içe coşkulu bir sesle. “İnsanlar, çocuklar, martılar... Hayatın kendisi gibi.”
Ayşe dönüp Yeşil’e baktı. “Noldu? Suskunsun?”
“...Hı?” Yeşil sanki uzun bir süredir dalıp gitmiş gibi
kendine gelip iç çekerek Ayşe’ye gülümsedi.
“Sen beni dinlemiyor musun?” diye sordu Ayşe, hâlâ gülümseyerek,
ama azarlar gibi kaşlarını çattı.
“Yo hayır - dinliyorum.” Yeşil hemen oturduğu yerde
doğruldu. “Ben... sadece... öyle güzel ki, burada, seninle oturuyor olmak...”
“Yaa...” dedi Ayşe tatlı tatlı mızırdanarak.
Yeşil onun sırtına attığı kolunu sıkıp Ayşe’yi kendi göğsüne
doğru biraz daha yaklaştırdı. Ayşe’nin başı onun boynuna geliyordu ve Yeşil başını biraz eğip rahatlıkla Ayşe’nin saçını koklayabiliyordu.
“Kokun öyle güzel ki...”
“Gerçekten mi?”
“Gerçekten...” Yeşil, Ayşe’nin sırtını içtenlikle sıvazlamaya
başladı.
“Sence bu hayatı, bu görüntüyü alabilir miyiz?”
“Anlamadım?”
“Bu görüntüyü diyorum, şu anda karşımıza duran görüntüyü.
Çocuklar, köpeklerini gezdiren insanlar, martılar, yandaki denizden gelen dalga
sesleri... Sence bunu alabilir miyiz? Zihnimizin içine, en derinliklerine.”
“Sence?”
Ayşe bir anda Yeşil’in kolundan kurtulup doğrularak onun
gözlerinin içine baktı. Yeşil onun güneş ışığı vurduğunda esas rengini belli
eden gözlerini yakaladı; yeşil gözlerini.
“Bu ânı alalım,” dedi Ayşe, daha ciddi bir şekilde. “Bu ân
ikimizin ânı olsun. Ne zaman üzülsek, sevinsek, birbirimizi hatırlasak hep bu
ânı düşünelim. Zihnimizin içinde bu ânı besleyelim.”
“Olur tabii,” dedi Yeşil, gayet içten bir şekilde.
“Söz ver.”
“Söz.”
Sözlerini vermişlerdi; bu ân, onların ânı olacaktı...
*
Yeşil, Pembe’nin yüzüne bakakalmış halde, korkunun yavaş
yavaş bedeninden yukarı, kollarına, ellerine, parmak uçlarına kadar yayıldığını
hissetmeye başladı. O ânı düşünmeye çalıştı, ancak başarılı olamadı çünkü denizdeki
dalgaların sesi ya da martıların ötüşü şimdi çok uzaklardaydı. Ormanın içinde
sadece o ve Pembe vardı, onlarla birlikte Duvar’ın öbür tarafına geçmiş biri ya
da birileri var mı bilmiyordu ve yapabileceği, yapması gereken bir şey var
mıydı, ondan da emin değildi.
“Pembe! Pembe!” diyerek defalarca onu omzundan tutup dürttü
Yeşil. Pembe kaskatı kesilmiş öylece duruyordu, yüzünden korku ve bir o kadar
da üzüntü okunuyordu- öyle ki eğer korkup kalmasaydı muhtemelen ağlardı.
Yeşil, Pembe’yi bıraktı; Pembe, iplerinden kurtulmuş bir
kukla misali yere çöküverdi. Yeşil hemen omzunda asılı duran fenerini alıp
önündeki camı biraz çevirip ışığı geniş yayma moduna aldıktan sonra feneri
yaktı ve etrafa tutmaya başladı; görünen tek şey, ağaçların ve dallarının arasından
sanki canlı bir varlıkmış gibi süzülerek ilerleyen sisti. Yeşil feneri sabit
bir noktaya tutup dikkatli bakınca, sisin zaman zaman yukarı doğru yükselerek
bir insan formu alır gibi olduğunu gördü. Değişik figürler sisin içinde yoktan
var olup birkaç saniye içinde kaybolup gidiyordu.
Uzaktan bir yerden kısık bir ses işiten Yeşil, hemen o yöne
döndü ve feneri tutarak, “Hey!” diye seslendi. “Yardım edin! Buradayız!” Neden
bilmiyordu, fakat Pembe’yi sırtlanıp Duvar’a geri gidemeyecek gibi hissediyordu
kendini. Dahası Duvar’a gidiş yönünün neresi olduğunu bile bilmiyordu. Bu
konuda tek güvendiği kişi Pembe’ydi, o da an itibariyle kendisine yardım
edemezdi.
Yeşil, Pembe’nin yanına eğildi. Pembe başı eğik, toprak
üzerinde sabit bir yere bakarak derin derin soluyordu.
“Pembe, pembe iyi misin?” diye sordu Yeşil, elini yine
Pembe’nin omzuna koyarak. “Pembe cevap ver. Seni kurtaracağım buradan, korkma!”
“O...” dedi Pembe, kısık, ürkmüş bir sesle, “Onu gördüm...”
“Kimi gördün? Kim o?”
“O... Onu...”
“Kim o? Kimi gördün Pembe?” Yeşil, Pembe’nin suratına baktı,
ancak Pembe paralize olmuş gibi görünüyordu, haliyle Yeşil’in soracağı herhangi
bir soruya yanıt verecek, dahası soruyu duyacak bilinci olmadığı açıktı.
Tekrar etrafa bakınan Yeşil, “Yardım edin!” diye bağırdı bir
kez daha. Ancak kendisinin bir şey yapması gerekiyordu, hem de acilen.
Omzunda asılı duran feneri çaprazlamasına asıp dengesini
garantileyerek eğilip Pembe’yi yerden kaldırdı ve sırtına yüklendi. Üzerindeki
ağırlık çok fazla elvermese de hızlı adımlarla bir o tarafa, bir bu tarafa
gitmeye başladı.
Zorlandığından mıdır bilinmez, o ilerledikçe, etraftaki sis
de sanki ona saldırıyormuş gibi üzerine üzerine geliyordu. Derin nefes alırken
yüzünü yalayan sisi de solumak zorunda kalıyordu ve sisin keskin bir etkisi
olduğu için ara ara nefesi kesiliyormuş gibi hissediyordu. Bir ara çok
yorulduğu için durup etrafa göz attı tekrar. Sis dört bir taraftan, sanki canlı
bir varlıkmış da Yeşil’in varlığını hissetmiş gibi onu avucunun içine almaya
çalışır gibi Yeşil’in etrafında bir girdap oluşturuyordu. Fısıltılar artıyor,
sanki hepsi toptan Yeşil’e bir şey söylemeye çalışıyordu.
Etraftaki sisten bir parça Yeşil’e doğru uzanarak onun
boyunda bir form almaya başladı, aynı zamanda fısıldıyordu.
“Yeşil... Yeşil...”
Yeşil, Pembe’yi sırtından düşürmemek için iki eliyle onun
bedenini kavrayıp tekrar yüklendi, ancak kendisine yaklaşmakta olan siluet
formundaki sis ve fısıltısı onun dikkatini dağıtıyordu.
“Yeşil...”
Yeşil elini uzatıp sise dokunmayı denedi; sis de aynı bir
insanmış gibi bir parça uzanarak onun eline dokunmaya çalıştı. Ses Yeşil’e
ister istemez Ayşe’yi hatırlatıyordu. Yeşil uzattığı elinin parmaklarını
aralayarak sise dokunmaya yaklaştıkça, sisin uzanan parçası da bir elin
parmakları gibi Yeşil’in parmaklarının arasındaki boşluktan süzülüp onunla el
tutuşmaya hazırlanıyordu. Yeşil ağzı açık, gözleri bir miktar dolarken, elini
öylece uzatmış bekledi. Ardından sis dağıldı...
Ormanın içinde bilmedikleri bir yerde, etraflarını saran
karanlık, korku ve sis dalgasının ortasında öylece beklediler, ne olacağını
bilmeden, kötü bir şey olmaması için dua ederek. Beklediler... beklediler...
...Derken Yeşil, uzaktan bir yerden bir motor sesi işitti
ansızın. Başını hemen sesi duyduğu yöne çevirip Pembe’yi bırakarak ayağa kalktı
ve fenerini tekrar yakıp o yöne doğrulttu. Motor sesi yavaş yavaş onların
bulunduğu yere doğru yaklaşıyor ve artıyordu, ancak bu Yeşil’de, ses sanki tek
bir taraftan değil de, anlayamadığı bir yankıma sebebiyle her taraftan
geliyormuş gibi bir izlenim verdiğinden, elindeki feneri bir o tarafa, bir bu
tarafa tutmaya başladı. En sonunda ses yaklaşırken karanlığın içinden çok parlak
birtakım ışıklar belirdi. Yeşil olduğu yerde durup izlerken, sanki kocaman bir
elmas parçası karanlığın içinde pırıl pırıl parlayarak ağaçların arasından
yuvarlanıp gidiyormuş gibi bir görüntü oluşuverdi. Koca cisim Yeşil’le
Pembe’nin olduğu alana doğru yaklaşırken, Yeşil, bunun Skala’dan gelen devriye
aracı olduğunu fark etti; araç kaplumbağa sırtına benziyordu, her tarafında
parça parça birbirine monte edilmiş yansıtıcılar vardı ve bu yansıtıcılardan
muazzam bir ışık saçılıyordu.
Yeşil, devriye aracından birtakım sesler işitti, akabinde,
araçtan yansıyan ışığın gözlerini alması sebebiyle yüzüne tuttuğu elinin parmakları
arasından görebildiği kadarıyla iki karaltı aracın ön tarafındaki ışıkların
önünden geçip ona doğru gelmeye başladılar. Siluetler iyice yaklaştıklarında
Yeşil, onların Sarı’yla Kırmızı olduklarını gördü. Yüzlerindeki sert ifade,
Yeşil’in yanına varıp yanında yerde oturmakta olan Pembe’yi gördüklerinde endişeye dönüşüverdi.
“Ne oldu ona?” diye sordu Sarı, Pembe’nin donuk yüz
ifadesini görünce.
“Bilmiyorum,” dedi Yeşil. “Öyle kalakaldı.”
“Şok geçiriyor olmasın?” diye sordu Kırmızı, Sarı ve Yeşil’e
bakarak.
“Her ne ise,” dedi Yeşil, “onu acilen götürmemiz lazım.”
Kırmızı başıyla hızlı biçimde onayladı ve Sarı’yla ikisi
Pembe’yi baş ve ayak taraflarından kucaklayarak devriye aracına doğru taşımaya
koyuldular, Yeşil de onların yanından gidip yardımcı olmaya çalışıyordu, ancak
aracın yaydığı ışık gözlerini fena biçimde aldığı için bu pek mümkün olmuyordu.
Araca vardıklarında arka tarafın kapısı yukarı doğru açıldı;
Sarı ve Kırmızı, Pembe’yi aracın içine yerleştirirken, Yeşil, aracın içinde
Bordo ve Turuncu’nun da olduğunu gördü. Onların da yüz ifadeleri ciddiydi,
ancak Pembe’yi gördüklerinde bu ifade biraz kırılır gibi oldu. Aracın içinde
aynı zamanda Gri Üç de vardı, araca yerleştirilen Pembe’ye çatık kaşları ve
inceleyici gözleriyle bakıyordu, ardından başını Yeşil’e çevirdi ve keskin
bakışları Yeşil’inkileri buldu.
“İçeri geç,” dedi soğuk, sert bir ses tonuyla.
Yeşil hemen aracın içine bindi. Sarı arka kapıyı kapattı ve
Pembe’nin yanında bir yere oturarak onun yüzünü incelemeye koyuldu.
Araç Duvar’a doğru hareket ettiğinde birkaç dakika kimse
konuşmadı, hepsinin dikkati Pembe’nin üzerindeydi. Gri Üç hissizmiş gibi,
gözlerini bir an olsun kırpmadan bakıyordu ona.
Sarı başını kaldırıp Kırmızı, Bordo, Turuncu ve Yeşil’e
bakarak, “Çok ciddi midir ki?” diye sorar gibi oldu. Onun sesini, Gri Üç’ün
sert ve keskin ses tonu bıçak gibi kesti:
“Kaç dakikadır buradasınız?”
Hepsinin bakışları Gri Üç’e çevrildi. Gri Üç gözlerini
Pembe’den ayırmadan öylece bekledi, soruya cevap vermesi gereken kişinin kendini
bulmasını bekliyor gibiydi. Yeşil bu konuda birkaç saniye tereddüt edince, Gri
Üç’ün bakışları Yeşil’e döndü, başı sabitti.
“Kaç dakikadır buradasınız?” diye yineledi sorusunu.
“Ben... bilmiyorum-“
“Kaç dakikadır buradasınız?” Gri Üç, üçüncü kez yineledi
soruyu. Hemen ardından, “10 dakikayı geçti mi?” diye ekledi.
Hepsinin bakışları bu sefer Yeşil’deydi, Yeşil ise
bakışlarını Pembe’ye çevirip ciddi biçimde derin derin düşündü.
“Biraz geçmiş olabilir,” dedi.
“Emin misin?”
“Evet.”
“Bulduğunda bu halde miydi?”
“Ayaktaydı,” diye sorulara seri biçimde cevap vermeyi
sürdürdü Yeşil. “Elini uzatmış, sanki birine ya da bir şeye dokunacakmış gibi
bekliyordu.”
“Herhangi bir şey söyledi mi? Bir isim ya da onun gibi bir
şey?”
“Hayır. Sadece öyle kaldı.”
“Biz gelene kadar çok süre geçti mi?”
“En fazla 5 ya da 6 dakika.”
Gri Üç’ün bakışları Pembe’ye döndü, başıyla hafifçe, sakin
biçimde onayladı.
Dışarıdan Duvar’ın demirden ana kapısının gıcırtı ve
gümbürtüyle açılma sesi işitildi ve araç kapıdan içeri girerken geçtiği
tümsekte içerisi hafifçe sallandı. Araç durmaya yakın, Sarı başını kaldırıp Gri
Üç’e baktı.
“Sizce ne olmuş olabilir?”
Gri Üç ifadesiz bir yüzle Pembe’ye bakmayı sürdürerek
gözlerini yavaşça kırptı, bir yandan kafasının içinde milyon tane başka şey
düşünüyor gibiydi.
“Şok geçiriyor. Kafasında renkler yerine sadece beyaz daha
fazla hakim olmalı, bu da düşünmesini ve bilincini etkiliyor.”
“Işık Odası mı?” diye sordu Kırmızı, Gri Üç’e dönerek.
“Işık Odası.” Gri Üç aracın durmasıyla birlikte yerinden
kalktı. Sarı hemen arka kapıyı açtı ve Gri Üç araçtan indi, ancak aracın kapısı
önünden ayrılmadı. “Oradan da Tuval’e gidecek.”
“Tuval’e mi?” Kırmızı’nın sesi kırıldı. Sarı yutkundu.
Turuncu ve Bordo kaşlarını hafifçe kaldırdılar.
Gri Üç etrafa bakarak tekrar başıyla onayladı.
Yeşil araçtan indi ve Sarı’yla Kırmızı’nın Pembe’yi araçtan
indirmesine yardımcı oldu. Onlar Pembe’yi Skala’ya götürürken Yeşil onlara
eşlik etmek üzere peşlerinden gidecekti ki, Gri Üç onu sesiyle durdurdu.
“Sen,” dedi deminden beri duyulandan daha yüksek ses
tonuyla. Yeşil birden ona döndü. “Sen Büyük Gri’nin odasına gideceksin. Seni
bekliyor.”
İşte bu, Yeşil’in hiç de istemediği bir şeydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder