8 Ağustos 2012 Çarşamba

Nöbet - On İkinci Bölüm


Erkad o sabah ilginç biçimde rahatlamış olarak uyandı. Zihni öyle hafif, öyle rahatlamıştı ki, kendini yeniden doğmuş hissediyordu. Yatağında doğrulup yandaki pencereden dışarı, manzaraya baktığında, hayatın her zamanki gibi göründüğünü, hiçbir fark olmadığını gördü; fark, hayata nasıl baktığınla ilgiliydi çünkü.


Ağaçların yeşilliğinin o tatlı rengi, çiçeklerin o pamuksu görünüşü, havanın, bulutların o yumuşak geçişi, hepsi yaşamın esasında çok iyi organize edilmiş bir orkestra olduğu izlenimini veriyordu Erkad’a. O böyle düşünüyordu en azından.

“Erkad, hadi kahvaltıya!”

Seslenen annesiydi. Erkad onun sesini uzundur duymamıştı, uzundur bir acının pençesinde kıvranıp duruyordu; ama şimdi her şey çok daha farklıydı, şimdi huzur zamanıydı. Yatağından kalktı ve çıplak ayaklarına terliklerini geçirerek sakin adımlarla odasının kapısından çıktı.

İlk önce ilerideki banyoya gitti. Üzerinde büyük bir sakinlik vardı, ancak ruhuna canlılık da getirmesi gerekiyordu. Lavabonun başına gelip musluğu açtı ve avuçlarını birleştirerek içini suyla doldurup yüzüne çarptı, akabinde yüzünü ovaladı. Ellerini yüzünden çektiğinde, lavabonun hemen üstündeki dolabın aynasından kendine bakarken dış görünüşündeki değişikliğin farkına vardı. Elini yanaklarına ve çenesine götürüp ufak da olsa uzamış olan sakalını inceledi ve aynalı dolabı açıp içinden köpükle tıraş bıçağını aldı, aynayı geri kapattı. Kahvaltıda ailesiyle birlikte olacaktı ve onu temiz, bakımlı görmek onların hakkıydı.

Sakalını tıraş ettikten sonra losyonunu da sürüp aynadaki görüntüsünden emin olunca banyodan çıktı ve aşağı indi.

Annesi salonda değil, havanın bahar olması vesilesiyle kahvaltıyı bahçede hazırlamıştı. Babası, kuzeni, çok yakın bir arkadaşı ve teyzesi de balkondaydı. Erkad bunun, uzun süredir hayalini kurduğu bir fotoğraf karesi olduğunu düşündü; tek fark, artık o fotoğrafın içine doğru adım atabilecekti. O da öyle yaptı...

Sofraya geldiğinde herkesle teker teker göz teması kurarak günaydın dedi. Erkad’ın bu keyifli ve mutlu hali, masadakilerin de yüzünün gülmesini sağlıyordu.

“Kendini nasıl hissediyorsun bakalım?” diye sordu teyzesi, Erkad’ın gözlerinin içinin güldüğünü fark ederek.

“İyi, eskisinden daha iyi,” dedi Erkad, yerine otururken.

“Huzuru bulmuşsun ha?” dedi babası, göbeğini hafifçe hoplatıp gülerken. Erkad ona bakıp başını öne salladı, gülümsedi.

“Bugün benim arabama atlarız,” dedi en yakın arkadaşı, “ve şehirde şöyle güzelce bir tur atarız, ha? Ne dersin?”

“Valla hayır demem,” dedi Erkad sırıtarak.

“Biliyorsun ben tam senin istediğin gibi sürerim, ‘yavaş’.” Arkadaşı yan yan sırıtınca Erkad onun cümlesindeki manayı anladı- sadece o değil, sofradaki herkes anladı ve hep birlikte gülüştüler. Erkad arabanın biraz ‘hızlı’ sürülmesinden keyif alıyordu.

Annesi içeri gitti ve büyükçe bir tavayla geri döndü.

“Eveeet,” dedi elindeki tepside yer alan kahvaltının tanıtımını yapar gibi, “menemenleriniz de geldi.”

Ve o an, Erkad’ın boğazında anlık bir düğümlenme oldu; bir taş oturdu ve yutkunması zorlaştı. “Menemen... güller... park... renkler...” Erkad’ın gözleri birden buğulandı ve etrafını görmesi zorlaştı. Hemen elini uzatıp önündeki bardaktan koca bir yudum su içti. Arkadaşı, teyzesi, babası, annesi, hepsi ondaki bu ani durgunluğu ve tıkanıklığı fark etti.

“Erkad, iyi misin oğlum?” diye sordu teyzesi.

Annesi hemen elindeki tavayı bir kenara bırakıp onun yanına gitti ve elini omzuna koyarak ona sarılırcasına, “Oğlum, neyin var?” diye sordu.

Erkad gözlerini kırpıştırdı ve başını hafifçe iki yana sallayarak kendine geldi. Annesinin elini kibarca tutup sıvazladı. “Bir şeyim yok.” Ardından yerinden kalkmaya çalıştı, annesi de yardımcı olabilmek için kolunu çekip onu bıraktı.

Erkad sofradan kalkıp hızlı adımlarla içeri girdi. Ailesi ve arkadaşı bahçedeki masada öylece kalakaldılar.

“Ne oldu şimdi böyle?” diye sordu teyzesi şaşkınlıkla. Ama annesi ne olduğunu çok iyi biliyordu.

“Menemen,” dedi durgun bir sesle.

“Ne varmış menemende?”

“O... O çok güzel menemen yapardı,” dedi annesi, başını sallayarak, Erkad’ın arkasından hüzünle bakıp.

*

Erkad, en yakın arkadaşının arabasına binmiş, onun yanında oturarak şehri turluyordu. Kahvaltı sofrasındaki o tıkanıklığın üzerinden belli bir vakit geçmişti ve Erkad -görünüşe göre- biraz daha rahattı, ancak yine de suskundu.

“Gitmek istediğin bir yer var mı?” diye sorarak suskun ortamı bozdu arkadaşı.

Erkad önlerindeki yola dalıp gitmişti. Birden kendine geldi. “Ha?”

“Gitmek istediğin bir yer diyorum, yok mu?”

Erkad birkaç saniye düşündü. “Aslında var.”

“Neresi?”

Erkad ona yolu tarif etti...

Arabayla vardıklarında, arkadaşı nereye gelmiş olduklarını anlayıp birden çark etti; oraya, o parka gelmişlerdi. Erkad kendi tarafının kapısını açtı, arkadaşı da öteki tarafın kapısını açınca ona dönüp, “Sen gelme, ben hemen döneceğim,” dedi. Arkadaşı sakin biçimde peki diyerek, ancak yine de tedirginlikle ona bakıp kendi tarafının kapısını kapattı ve Erkad’ın arabadan inip parka gidişini izledi.

Erkad buraya, her şeyden sonra bu kadar süre içinde geleceğini bilmiyordu, ama zihni, daha doğrusu bu sefer kalbi ona buraya gelmesini söylemişti. “Sonun başladığı yer...” diye geçirdi içinden, bankın önünden geçerken. Bir zamanlar bu bankta oturup karşıdaki manzarayı, yandaki boğaz manzarasını izlemek ne güzeldi... sonra bir kara haber bu güzel tablonun üzerine siyah bir leke gibi dökülüp resmi bulanıklaştırmıştı. Ve Erkad, o bulanıklığın içinde hâlâ kısmen olduğunu sezebiliyordu, o acının.

Banka oturdu, sanki yanında o varmış gibi, onun olması gerektiği, ama artık olamayacağı kısma elini koyup tahtayı sıvazlayarak karşıdaki manzarayı olmayan birine işaret eder gibi yaptı ve, “Bak,” dedi, “çocuklar, insanlar ne güzel eğleniyor...” Ardından başını çevirip, aslında orada olması gereken kişiye, Ayşe’ye bakar gibi yapıp, ama boşluğa bakarak gülümsedi ve devamında hüzünlendi.

Banktan kalktı (bu sırada arkadaşı arabanın içinde hâlâ onu izliyor, yaptıklarına bir anlam vermeye çalışıyordu), yolun denize yakın bir noktasına gelerek durdu. Deniz, karşısındaki binalarla bezeli manzaranın altında dalgalanıyordu. Erkad ellerini yumruk yaptı ve sanki karşısında biri varmış gibi, birine veya bir şeye karşıymış gibi, etrafında onca insan olmasına rağmen, avazının çıktığı kadar bağırmaya başladı, gözlerini kapayarak.

Arkadaşı hemen arabadan indi, panikle hızlı mı yoksa yavaş mı yürümesini bilemeden senkronsuz biçimde ilerleyerek parka girdi, ama Erkad öyle yüksek sesle bağırıyordu ki ona yaklaşmakta ister istemez tereddüt ediyordu.

Erkad bağırdı... Avazının çıktığı kadar bağırdı... Vuracağı vardıysa, fırlatacağı, atacağı ne vardıysa hepsini bağırarak gidermeye çalıştı... Manzaraya bağırdı, boğaza bağırdı, boşluğa bağırdı; ama aslında boşluğa da değil, ailesinin kendisine koyduğu adın anagramının -ironik biçimde- ‘kader’ olması gibi, aslında kaderine bağırıyordu. Kaderine isyan ettiği için de değildi bu, kaderini kabullendiği, kaderinin bu olması gerektiği için bağırıyordu...

Uzunca bir süredir Ayşe’yle yarattıkları mutluluk tablosuna dökülen bu kara lekeyi içinden atmaya çalışıyordu, bunun acısıyla yaşamayı beceremediği sürece kendine, Ayşe’nin gözlerinin de rengi olan Yeşil adını seçmişti. Uzunca bir süre Yeşil olup acısını bastırmaya, kendini avutmaya çalışmıştı... ancak avutması ya da içine atması gerekmiyordu; dışına akıtması, ‘kusması’ gerekiyordu... ve şimdi kusuyordu...

Bağırması bittiğinde, herkes ona bakarken, gözlerini açtı ve başını öne eğip ayağının biraz ilerisindeki bir taşı fark etti. Taşı alıp derin soluklandıktan sonra dizlerini kırarak biraz eğilip taşı fırlatarak suyun üzerinde sektirmeye çalıştı; taş varsa yoksa iki kere sekip sonra denizin dibine doğru yolculuğa geçti.

Erkad tekrar derin soluklandı, kendine geliyordu yavaş yavaş. Ayşe’nin ölümünü, onun yokluğunu kabullenmesi ve onu daha iyi hatırlaması için bazen böyle bağırması, haykırması, ‘kusması’ gerekecekti ve bunu yaptığı sürece o, Erkad olacaktı.

Arkadaşı yanına gelip iyi olup olmadığını sorduğunda, “İyiyim,” dedi Erkad. Arkadaşı onun koluna girip ikisi birlikte arabaya giderlerken arkadaşını rahatlatmak adına, “İyiyim,” dedi tekrar, güven verici bir gülümsemeyle. “Bir şeyim yok.”

Arabaya bindiler ve Erkad’ın bundan sonraki yaşamına doğru yola koyuldular. Erkad’ın bağırışları, haykırışları ve isyanları da bir süre daha, haftalar, aylar ve yıllarca devam etti; bunun ötesinde ise hayat vardı, iyisiyle kötüsüyle, ve insanın iyiyi sevinçle karşıladığı gibi kötüyü de göğüslemesi gerekiyordu, esas büyük sınav buydu...

SON


Yazar Notu: Hikâyeyi son bölüme kadar takip etme azmi ve sabrını gösterip bu satıra kadar ulaşmış olduğunuz için size teşekkür ediyorum; bu, anlatmak istediğim hikâyeye değer verdiğinizi gösteriyor. Bu kurgu hikâyeyi yazarken dördüncü ya da beşinci bölümden sonra Mustafa Ceceli'nin "Es" adlı parçası tesadüfen dinledim ve çok hoşuma gitti, hikâyeye de uyduğunu düşündüm. O yüzden hikâyenin bitimini onun bu parçasıyla gerçekleştirmek istiyorum. Hayatınızın bir noktasında elbet bir "kayıp" yaşayacaksınız ve canınız belki Yeşil'inki/Erkad'ınki kadar yanacak; ama mühim olan bu durumda zihnin duvarına çarpan duyguları duvarı yıkarak serbest bırakıp acıyı olduğu gibi göğüslemek ve ondan ders almaktır. ;) Ayrıca hikâyenin bu noktasına kadar gelip noktalandırmak da gerçekten zormuş, ben de bunu öğrenmiş oldum. Her hikâyenin bir başlangıcı olduğu gibi bir bitişi de var muhakkak ("Matrix" hesabı).




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder