Erkad o sabah ilginç biçimde rahatlamış olarak uyandı. Zihni öyle hafif, öyle rahatlamıştı ki, kendini yeniden doğmuş hissediyordu. Yatağında doğrulup yandaki pencereden dışarı, manzaraya baktığında, hayatın her zamanki gibi göründüğünü, hiçbir fark olmadığını gördü; fark, hayata nasıl baktığınla ilgiliydi çünkü.
Ağaçların yeşilliğinin o tatlı rengi, çiçeklerin o pamuksu
görünüşü, havanın, bulutların o yumuşak geçişi, hepsi yaşamın esasında çok iyi
organize edilmiş bir orkestra olduğu izlenimini veriyordu Erkad’a. O böyle
düşünüyordu en azından.
“Erkad, hadi kahvaltıya!”
Seslenen annesiydi. Erkad onun sesini uzundur duymamıştı,
uzundur bir acının pençesinde kıvranıp duruyordu; ama şimdi her şey çok daha
farklıydı, şimdi huzur zamanıydı. Yatağından kalktı ve çıplak ayaklarına
terliklerini geçirerek sakin adımlarla odasının kapısından çıktı.
İlk önce ilerideki banyoya gitti. Üzerinde büyük bir
sakinlik vardı, ancak ruhuna canlılık da getirmesi gerekiyordu. Lavabonun
başına gelip musluğu açtı ve avuçlarını birleştirerek içini suyla doldurup
yüzüne çarptı, akabinde yüzünü ovaladı. Ellerini yüzünden çektiğinde, lavabonun
hemen üstündeki dolabın aynasından kendine bakarken dış görünüşündeki
değişikliğin farkına vardı. Elini yanaklarına ve çenesine götürüp ufak da olsa
uzamış olan sakalını inceledi ve aynalı dolabı açıp içinden köpükle tıraş
bıçağını aldı, aynayı geri kapattı. Kahvaltıda ailesiyle birlikte olacaktı ve
onu temiz, bakımlı görmek onların hakkıydı.
Sakalını tıraş ettikten sonra losyonunu da sürüp aynadaki
görüntüsünden emin olunca banyodan çıktı ve aşağı indi.
Annesi salonda değil, havanın bahar olması vesilesiyle
kahvaltıyı bahçede hazırlamıştı. Babası, kuzeni, çok yakın bir arkadaşı ve
teyzesi de balkondaydı. Erkad bunun, uzun süredir hayalini kurduğu bir fotoğraf
karesi olduğunu düşündü; tek fark, artık o fotoğrafın içine doğru adım
atabilecekti. O da öyle yaptı...
Sofraya geldiğinde herkesle teker teker göz teması kurarak
günaydın dedi. Erkad’ın bu keyifli ve mutlu hali, masadakilerin de yüzünün
gülmesini sağlıyordu.
“Kendini nasıl hissediyorsun bakalım?” diye sordu teyzesi,
Erkad’ın gözlerinin içinin güldüğünü fark ederek.
“İyi, eskisinden daha iyi,” dedi Erkad, yerine otururken.
“Huzuru bulmuşsun ha?” dedi babası, göbeğini hafifçe
hoplatıp gülerken. Erkad ona bakıp başını öne salladı, gülümsedi.
“Bugün benim arabama atlarız,” dedi en yakın arkadaşı, “ve
şehirde şöyle güzelce bir tur atarız, ha? Ne dersin?”
“Valla hayır demem,” dedi Erkad sırıtarak.
“Biliyorsun ben tam senin istediğin gibi sürerim, ‘yavaş’.”
Arkadaşı yan yan sırıtınca Erkad onun cümlesindeki manayı anladı- sadece o
değil, sofradaki herkes anladı ve hep birlikte gülüştüler. Erkad arabanın biraz
‘hızlı’ sürülmesinden keyif alıyordu.
Annesi içeri gitti ve büyükçe bir tavayla geri döndü.
“Eveeet,” dedi elindeki tepside yer alan kahvaltının
tanıtımını yapar gibi, “menemenleriniz de geldi.”
Ve o an, Erkad’ın boğazında anlık bir düğümlenme oldu; bir
taş oturdu ve yutkunması zorlaştı. “Menemen... güller... park... renkler...”
Erkad’ın gözleri birden buğulandı ve etrafını görmesi zorlaştı. Hemen elini
uzatıp önündeki bardaktan koca bir yudum su içti. Arkadaşı, teyzesi, babası,
annesi, hepsi ondaki bu ani durgunluğu ve tıkanıklığı fark etti.
“Erkad, iyi misin oğlum?” diye sordu teyzesi.
Annesi hemen elindeki tavayı bir kenara bırakıp onun yanına
gitti ve elini omzuna koyarak ona sarılırcasına, “Oğlum, neyin var?” diye
sordu.
Erkad gözlerini kırpıştırdı ve başını hafifçe iki yana
sallayarak kendine geldi. Annesinin elini kibarca tutup sıvazladı. “Bir şeyim
yok.” Ardından yerinden kalkmaya çalıştı, annesi de yardımcı olabilmek için
kolunu çekip onu bıraktı.
Erkad sofradan kalkıp hızlı adımlarla içeri girdi. Ailesi ve
arkadaşı bahçedeki masada öylece kalakaldılar.
“Ne oldu şimdi böyle?” diye sordu teyzesi şaşkınlıkla. Ama
annesi ne olduğunu çok iyi biliyordu.
“Menemen,” dedi durgun bir sesle.
“Ne varmış menemende?”
“O... O çok güzel menemen yapardı,” dedi annesi, başını
sallayarak, Erkad’ın arkasından hüzünle bakıp.
*
Erkad, en yakın arkadaşının arabasına binmiş, onun yanında
oturarak şehri turluyordu. Kahvaltı sofrasındaki o tıkanıklığın üzerinden belli
bir vakit geçmişti ve Erkad -görünüşe göre- biraz daha rahattı, ancak yine de
suskundu.
“Gitmek istediğin bir yer var mı?” diye sorarak suskun
ortamı bozdu arkadaşı.
Erkad önlerindeki yola dalıp gitmişti. Birden kendine geldi.
“Ha?”
“Gitmek istediğin bir yer diyorum, yok mu?”
Erkad birkaç saniye düşündü. “Aslında var.”
“Neresi?”
Erkad ona yolu tarif etti...
Arabayla vardıklarında, arkadaşı nereye gelmiş olduklarını
anlayıp birden çark etti; oraya, o parka gelmişlerdi. Erkad kendi tarafının
kapısını açtı, arkadaşı da öteki tarafın kapısını açınca ona dönüp, “Sen gelme,
ben hemen döneceğim,” dedi. Arkadaşı sakin biçimde peki diyerek, ancak yine de
tedirginlikle ona bakıp kendi tarafının kapısını kapattı ve Erkad’ın arabadan
inip parka gidişini izledi.
Erkad buraya, her şeyden sonra bu kadar süre içinde
geleceğini bilmiyordu, ama zihni, daha doğrusu bu sefer kalbi ona buraya
gelmesini söylemişti. “Sonun başladığı yer...” diye geçirdi içinden, bankın
önünden geçerken. Bir zamanlar bu bankta oturup karşıdaki manzarayı, yandaki
boğaz manzarasını izlemek ne güzeldi... sonra bir kara haber bu güzel tablonun
üzerine siyah bir leke gibi dökülüp resmi bulanıklaştırmıştı. Ve Erkad, o
bulanıklığın içinde hâlâ kısmen olduğunu sezebiliyordu, o acının.
Banka oturdu, sanki yanında o varmış gibi, onun olması
gerektiği, ama artık olamayacağı kısma elini koyup tahtayı sıvazlayarak
karşıdaki manzarayı olmayan birine işaret eder gibi yaptı ve, “Bak,” dedi,
“çocuklar, insanlar ne güzel eğleniyor...” Ardından başını çevirip, aslında
orada olması gereken kişiye, Ayşe’ye bakar gibi yapıp, ama boşluğa bakarak
gülümsedi ve devamında hüzünlendi.
Banktan kalktı (bu sırada arkadaşı arabanın içinde hâlâ onu
izliyor, yaptıklarına bir anlam vermeye çalışıyordu), yolun denize yakın bir
noktasına gelerek durdu. Deniz, karşısındaki binalarla bezeli manzaranın
altında dalgalanıyordu. Erkad ellerini yumruk yaptı ve sanki karşısında biri
varmış gibi, birine veya bir şeye karşıymış gibi, etrafında onca insan olmasına
rağmen, avazının çıktığı kadar bağırmaya başladı, gözlerini kapayarak.
Arkadaşı hemen arabadan indi, panikle hızlı mı yoksa yavaş
mı yürümesini bilemeden senkronsuz biçimde ilerleyerek parka girdi, ama Erkad
öyle yüksek sesle bağırıyordu ki ona yaklaşmakta ister istemez tereddüt
ediyordu.
Erkad bağırdı... Avazının çıktığı kadar bağırdı... Vuracağı
vardıysa, fırlatacağı, atacağı ne vardıysa hepsini bağırarak gidermeye
çalıştı... Manzaraya bağırdı, boğaza bağırdı, boşluğa bağırdı; ama aslında
boşluğa da değil, ailesinin kendisine koyduğu adın anagramının -ironik biçimde-
‘kader’ olması gibi, aslında kaderine bağırıyordu. Kaderine isyan ettiği için
de değildi bu, kaderini kabullendiği, kaderinin bu olması gerektiği için
bağırıyordu...
Uzunca bir süredir Ayşe’yle yarattıkları mutluluk tablosuna
dökülen bu kara lekeyi içinden atmaya çalışıyordu, bunun acısıyla yaşamayı beceremediği
sürece kendine, Ayşe’nin gözlerinin de rengi olan Yeşil adını seçmişti. Uzunca
bir süre Yeşil olup acısını bastırmaya, kendini avutmaya çalışmıştı... ancak
avutması ya da içine atması gerekmiyordu; dışına akıtması, ‘kusması’
gerekiyordu... ve şimdi kusuyordu...
Bağırması bittiğinde, herkes ona bakarken, gözlerini açtı ve
başını öne eğip ayağının biraz ilerisindeki bir taşı fark etti. Taşı alıp derin
soluklandıktan sonra dizlerini kırarak biraz eğilip taşı fırlatarak suyun
üzerinde sektirmeye çalıştı; taş varsa yoksa iki kere sekip sonra denizin
dibine doğru yolculuğa geçti.
Erkad tekrar derin soluklandı, kendine geliyordu yavaş
yavaş. Ayşe’nin ölümünü, onun yokluğunu kabullenmesi ve onu daha iyi
hatırlaması için bazen böyle bağırması, haykırması, ‘kusması’ gerekecekti ve
bunu yaptığı sürece o, Erkad olacaktı.
Arkadaşı yanına gelip iyi olup olmadığını sorduğunda,
“İyiyim,” dedi Erkad. Arkadaşı onun koluna girip ikisi birlikte arabaya
giderlerken arkadaşını rahatlatmak adına, “İyiyim,” dedi tekrar, güven verici
bir gülümsemeyle. “Bir şeyim yok.”
Arabaya bindiler ve Erkad’ın bundan sonraki yaşamına doğru
yola koyuldular. Erkad’ın bağırışları, haykırışları ve isyanları da bir süre
daha, haftalar, aylar ve yıllarca devam etti; bunun ötesinde ise hayat vardı,
iyisiyle kötüsüyle, ve insanın iyiyi sevinçle karşıladığı gibi kötüyü de
göğüslemesi gerekiyordu, esas büyük sınav buydu...
SON
Yazar Notu: Hikâyeyi son bölüme kadar takip etme azmi ve sabrını gösterip bu satıra kadar ulaşmış olduğunuz için size teşekkür ediyorum; bu, anlatmak istediğim hikâyeye değer verdiğinizi gösteriyor. Bu kurgu hikâyeyi yazarken dördüncü ya da beşinci bölümden sonra Mustafa Ceceli'nin "Es" adlı parçası tesadüfen dinledim ve çok hoşuma gitti, hikâyeye de uyduğunu düşündüm. O yüzden hikâyenin bitimini onun bu parçasıyla gerçekleştirmek istiyorum. Hayatınızın bir noktasında elbet bir "kayıp" yaşayacaksınız ve canınız belki Yeşil'inki/Erkad'ınki kadar yanacak; ama mühim olan bu durumda zihnin duvarına çarpan duyguları duvarı yıkarak serbest bırakıp acıyı olduğu gibi göğüslemek ve ondan ders almaktır. ;) Ayrıca hikâyenin bu noktasına kadar gelip noktalandırmak da gerçekten zormuş, ben de bunu öğrenmiş oldum. Her hikâyenin bir başlangıcı olduğu gibi bir bitişi de var muhakkak ("Matrix" hesabı).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder