25 Temmuz 2012 Çarşamba

Nöbet - Onuncu Bölüm


Büyük Gri, sanki söylemek istediklerini kendisinin yerine gerçekleştirdiğini düşünüyormuş gibi, video kaydını tekrar başa sara sara oynatmaya başladı, bakışları Mor’daydı.

“Söyledikleri çok manidar, öyle değil mi?” diye sordu. Mor’dan cevap gelmedi. “Önceki baktığım kayıtlarında da nöbet sırasında buna benzer bir şeyler söylemiş, ama biz bundan ancak Gözlem Odası’nı kayıt eden kameralar sayesinde haberdar oluyoruz.”


Mor’un başı biraz daha öne doğru eğildi.

Büyük Gri devam etti: “Halbuki bundan daha önce haberimiz olsaydı gerekli tedbirleri alırdık, öyle değil mi?”

“Efendim,” dedi Mor kısık bir sesle. Sesini biraz daha yükselterek sürdürdü, “Ben... Gözlem Odası’na tek başıma baktığım için çok yoğundum, o yüzden gözümden kaçmış olması lazım.”

“Ki bu durumda,” diye devam etti Büyük Gri, “Mavi’nin de suçu var; Lacivert, onun görevli olduğu bir zamanda nöbet sırasında bunun sinyallerini vermiş.”

“Mavi buraya çok hakim değil efendim,” dedi Mor hemen. “O da çok iyi bilmiyor.”

“Ya da umursamıyor,” diye ekleme yaptı Büyük Gri. Kısa bir sessizlik oldu, ardından, “Onunla da ayrıca konuşacağım.” diye notunu düştü.

“Belki de sorun, her şeyi nöbet sırasında kontrol etmeye çabalayan Grilerdedir, sizdedir,” dedi Yeşil birden.

Odanın içinde tekrar bir sessizlik oldu, ortamın havası bıçak gibi kesilmişti; hepsinin bakışları Yeşil’deydi, onunki ise Büyük Gri’de.

“Hmmm...” dedi Büyük Gri, oldukça sakin biçimde. “Bir yere varıyoruz gibi. Skala’da nöbetlerle ilgili renklerin üzerine düşen görevleri bıraktık, Grilerin görevlerini sorgulamaya başladık, öyle mi?” Büyük Gri numaradan şaşırmış gibi yaptı. “Bu güzel işte.”

“Ben demek istedim ki,” dedi Yeşil, Gri İki’nin susmasını işaret eden sert bakışlarının üzerinde olduğunun farkında olarak, ama bunu umursamıyordu, “Lacivert’in sıra dışı hali nöbet dışında da görülebiliyordu. O zaman niye bir şey yapmadınız?”

“Demek ki onun sıra dışı halinin farkındaydın,” dedi Büyük Gri, hâlâ alışılmadık biçimde sakindi. “Niye haber vermedin?”

Yeşil, bunun cevaplarını aradığı sorular yüzünden olduğunu biliyordu, ama bunu söyleyemedi- zaten bu konuda suçlanacak en son kişi kendisiydi, o yüzden içi rahattı.

“Sahi,” diye devam etti Büyük Gri, “Sen niye buraya geldin Yeşil?” Bakışları Yeşil’den Gri İki’ye çevrildi.

Gri İki, Büyük Gri’yle göz göze gelince kendine çekidüzen vererek açıklamaya koyuldu: “Yeşil, bodrum ikinci kattaki, renklerin girmesine yasak olan, hatta Grilerden bile birkaçının girebildiği Plan Odası’nın kilidini kırarak odaya girmiş. Hatta yakaladığımızda...” bir saniye kadar durup Yeşil’e baktı, ardından Büyük Gri’ye döndü, “...odadaki aynalardan birini kırmak üzereydi.” Lafını bitirince tekrar Yeşil’e dönüp baktı ve ekledi: “Yanlış mıyım?”

Yeşil cevap vermedi. Bu vakitten sonra yanlış diyecek hali yoktu- öyle bir şey deme niyeti de yoktu zaten.

“Hmmm...” Büyük Gri yana dönüp ağır birkaç adım attı, bunu yaparken başı öne eğik düşünüyordu. Adımlarını sürdürdü ve Yeşil’in karşısına denk gelecek bir noktada durarak başını kaldırıp ona baktı. “Demek ki otoriteyi sorgulamadan önce kendi hal ve tavırlarımızı sorgulamamız gerekiyor, öyle değil mi?”

Yeşil yutkundu. Bu vakitten sonra cevap arayışı yolculuğunu kusursuz biçimde sürdürüp tamamlaması gerekiyordu; en ufak bir yanlış sözü onu umursamamalarına neden olabilirdi.

“Pembe yanımdayken şoka girdi, Duvar’ın öteki tarafında bilinci açık tek kişi olarak kaldım. Ardından Bordo’nun söyledikleriyle aklım karıştı. Hepsinin üstüne Lacivert intihar etti.” Durdu, derin bir soluk aldı. “Sizce ne yapmam gerekiyordu?”

Büyük Gri sessizce onu dinlemişti, o da derin bir nefes aldı, ancak Yeşil, o tam konuşacakken onun lafını böldü:

“Size mi sormalıydım? Siz cevap verecek miydiniz ki? Pek sanmıyorum.”

Sessizlik oldu. Büyük Gri yine düşünceli biçimde yere baktı, ardından başını kaldırıp Gri İki, Kahverengi, Eflatun ve Mor’a bakarak, “Hepiniz gidebilirsiniz,” dedi. Gri İki “Ben de mi?” diye sorar gibi eliyle kendini işaret etti. “Hepiniz,” diye yineledi Büyük Gri.

Yeşil dışındakilerin hepsi seri biçimde Gözlem Odası’nın zeminindeki merdivenlerden inerek odadan ayrıldı. Şimdi o ve Büyük Gri, geniş odada baş başa kalmışlardı.

“Sor,” dedi Büyük Gri ellerini iki yana açarak, sonra ellerini düşürdü.

“Onları niye gönderdiniz?” diye sordu Yeşil. “Cevapları onların da bilmeye hakkı yok mu?”

“Gri İki sorularının cevaplarını muhtemelen biliyordur. Öteki renkler de senin kadar meraklı değiller.”

Yeşil birkaç saniye durup ne soracağını düşündü. Başka zaman olsa soruların hepsi zihnine üşüşürdü; ama şimdi kafeslerine çekilmişlerdi ve zihni bomboştu.

“Lacivert’i neden Tuval’e göndermediniz?” diye sordu.

“O konuda öteki renklerin yanında pek söylemek istemedim, ama haklısın, hatam vardı.” Büyük Gri masadaki monitöre doğru yürüdü, durdu, Yeşil’e döndü. “Ancak burası, yani Skala, herkesin birbirini kolladığı bir yer. Dolayısıyla kendisinin veya arkadaşlarının, veya birtakım renklerin belirtmediği bir durumda onu Tuval’e göndermeyle ilgili herhangi bir düşüncem olmadı.”

“Video kayıtlarını izlediniz,” dedi Yeşil, sohbetin biraz olsun yumuşattı atmosferin etkisiyle Büyük Gri’ye doğru birkaç adım attı. “Lacivert kendini neden öldürdü? Annesini özlediğinden bahsediyordu.”

“Lacivert, Bordo’nun anlattıklarını yanlış yorumladı.” Büyük Gri Bordo’dan bahsedince Yeşil’in gözleri birden büyüdü, Büyük Gri bunu fark etti. “Evet, Bordo’yu bu yüzden Tuval’e gönderdim. Aslına bakarsan Bordo’nun kafayı yemiş olduğunu düşünüyordum, Lacivert’in de onun anlattıklarına inanmayacağını sanıyordum... yanılmışım. Bordo doğru söylüyormuş, ama Lacivert onun söylediklerini yanlış yorumlamış.”

“Lacivert buradan kurtularak annesine kavuşacağını düşünüyordu. Bu doğru değil miydi?”

“Lacivert belki intihar ederek annesine kavuşmuş olabilir, bunu asla bilemeyiz. Ama bunun doğrusu böyle bir yol değil.”

“Ne öyleyse?”

Büyük Gri bu soru karşısında durdu, başını çevirip monitöre baktı.

“Plan Odası’nda her şeyi gördüm,” dedi Yeşil. “Skala’yı, buradaki amacınızı, Duvar’ın öteki tarafındaki beyaz denilen ölüleri. Bizi, bütün renkleri Duvar’ın bu tarafında tutarak ölen insanlardan uzaklaştırdığınızı biliyorum.” Yeşil’in aklına birden, Plan Odası’nda aynadaki Ayşe’yle sarıldığı yansıma görüntüsü geldi ve gözleri doldu.

“Biz sizi sevdiğiniz, ölen insanlardan uzaklaştırmıyoruz.” Büyük Gri oldukça kesin konuşuyordu.

“Öyleyse ne yapmaya çalışıyorsunuz?” diye sordu Yeşil, ağlamaklı bir sesle. Büyük Gri’nin karşısında zayıf görünmek istemiyordu, bu yüzden kendini zor tutuyordu.

Büyük Gri, uzun süren yeni bir sessizliğin ardından Gözlem Odası’nın zeminindeki basamaklara doğru yürüdü. “Benimle gel,” dedi.

“Nereye?” Yeşil, gözünde biriken ufak bir gözyaşını elinin tersiyle sildi.

“Duvar’ın öteki tarafına,” dedi Büyük Gri, basamakları inerken.

*

Yeşil, evinden çıkmış, şehrin kalabalık caddelerinden birinde hızlı adımlarla ilerliyordu. Birkaç dakika önce Ayşe’yle konuşmuştu ve şimdi de onunla, her zaman gittikleri parkta buluşmaya gidiyordu.

“Sana söylemem gereken önemli bir şey var,” demişti Ayşe telefonda. Ancak sesi durgundu, duygusunu belli etmemeye çalışmıştı belli ki. Yeşil, Ayşe’nin sürpriz yapmayı sevdiğini biliyordu, bu da onu daha fazla heyecanlandırıyordu an itibariyle. Birkaç aydır oldukça zevk alarak sevişiyorlardı, tenlerinin birbirine değmesi, birbirlerinin kulaklarına fısıldayışları, onlara keyif veriyordu. Bir yandan utanıp gülüşürken bir yandan da delice sevişiyorlardı. Yalnızca bir buçuk haftadır görüşememişlerdi -Yeşil’in işleri ve Ayşe’nin ailevi birtakım meşguliyetleri sebebiyle- , bu sebeple Yeşil, Ayşe’den sürpriz ve önemli bir haber bekliyordu. Neticede en sevdikleri yerde buluşacaklardı.

“Bebek,” diye içinden geçirdi Yeşil. “Ayşe bana bebek diyecek, bebek bekliyorum, senden, diyecek.” Bu düşüncenin yarattığı heyecan ve mutlulukla elini yumruk yapıp sırıtarak yumruğunu ısırdı ve adımlarını daha da hızlandırdı.

Nihayet parka yaklaştı. Ayşe’yi uzakta, her zaman oturdukları bankta durgun bir halde otururken görünce durup derin bir soluk aldı. Bu, Ayşe’nin şakacı huyuydu.

“Bebek diyecek...”

Yeşil, Ayşe’nin oturduğu banka yaklaşırken adımlarını yavaşlattı ve kollarını gülümseyerek iki yana açtı. Ayşe hafif bir tebessüm ederek yerinden kalktı ve Yeşil’in kendisine sarılmasına izin verdi, o da Yeşil’e sarıldı. İkisinin sarılması bitince ayrılıp el ele tutuşmaya devam ederek banka oturdular.

“Bir buçuk haftadır görüşemiyoruz,” dedi Yeşil, eliyle Ayşe’nin yüzüne düşen saçlarını düzelterek. “Çok özledim seni.” Birkaç saniye durdu, Ayşe’nin durgun yüzünü inceledi; aynı ses tonundaki başarısı gibi, yüzünden de bir şey anlamak imkânsızdı o an. Yeşil bacak bacak üstüne atarak elini Ayşe’nin omuzuna koydu. “Eee, neymiş bu bana söylemen gereken önemli şey? Söyle bakalım,” dedi, gülümsemesi devam ederek.

“Benim sana önemli bir şey açıklamam gerekiyor,” dedi Ayşe ve açıklamadan önce sessizliğe büründü, dudaklarını titretmeye, kemirmeye başladı.

“Bebek...” diye içinden düşündü Yeşil bir kez daha...

*

Yeşil, Büyük Gri’yle devriye aracına binmişti ve şimdi ikisi Skala’daki Duvar kapısından çıkarak öteki tarafa doğru yol alıyorlardı. Griler ve diğer renkler ikisinin bu yolculuğuna bir anlam verememişti.

“Öteki tarafa böyle bir sebeple gitmeyeli bayağı oluyor,” dedi Büyük Gri, aracı sürerken bir yandan ön camdan dışarıyı seyrederek. Başını çevirip durgun bir yüz ifadesiyle Yeşil’e baktı. “Senin gibi çok sorgulayan renklerle pek karşılaşmıyoruz, anlarsın ya...”

Yeşil dudağını büzdü, ön camdan dışarıyı izlemeye koyuldu.

Bir süre hiç konuşmadılar. Büyük Gri ormanın içinde başına buyruk ilerliyordu. Gittikleri yer -her neresiyse- ormanın içinde Tuval’e giden yol gibi ışıklarla ya da çizilerek belirlenmiş bir yola sahip değildi, bu yüzden Büyük Gri’nin zihnindeki haritaya uyuyorlardı.

Yeşil sessizliğe daha fazla dayanamayarak sordu: “Beyazlar, Duvar’ın bu tarafındakiler, ölü mü?”

“Plan Odası’nda ne gördüysen o,” diye kısa bir yanıt verdi Büyük Gri. Bir anlamda doğrulamıştı.

“Peki... Biz niye renkleriz? Siz niye Grilersiniz?”

Büyük Gri derin bir nefes aldı. “Siz renklersiniz, çünkü hayatınız boyunca henüz pek bir gerçekle, hayatın kendisiyle yüzleşmediniz. Ama bir şey oldu ve artık sadece kendi renginiz değilsiniz, bu yüzden nöbet tutuyorsunuz.” Durdu, soluklandı. “Her insan doğduğundan itibaren bir renktir, tek bir renk. Yaşadıkça renklenir; bu renklerin içinde sarısı da vardır, kırmızısı da, siyahı da. Ancak insan en çok, kendisine zarar veren, ağır bir darbe vuran birtakım olaylardan edindiği renkleri gösterir.”

“Neden?”

“Çünkü insanoğlu mutluluğu, mutluluğunu yayma konusunda o kadar başarılı değildir, ne yazık ki. Mutluluk normal bir durummuş, zaten olması gereken bir ruh haliymiş gibi gözükürken mutsuzluk hep ağır bir darbe, abartılı bir duygu olarak addedilir. Başına mutlu bir şey gelirse birkaç saat, en fazla birkaç gün anlatırsın; mutsuz bir şey yaşarsan sonsuza kadar içine işler ve hep bunu yansıtırsın. Mutsuzluk kendinin, renginin bir parçası olur.”

“Anlıyorum...” Yeşil, başıyla onayladı. “Peki, siz Griler?”

“Biz hayattan öyle veya böyle darbe almış kişileriz ve darbeler o kadar çoktur ki, artık rengimiz bir bulamaç haline gelmiştir, yani gri.”

“Siz ne yaşadınız?”

“Benim yaşadığım kendime,” diye bu soruyu kestirip attı Büyük Gri. “Sen kendininkiyle ilgilen.”

Uzun bir mesafe gittiklerinden sonra, devriye aracının ışıkları önlerinde bir duvarı aydınlatınca durdular. Büyük Gri’nin araçtan inmesiyle Yeşil de ona eşlik etti.

Karşılarında, Skala’nın etrafını çevreleyen Duvar kadar uzun boyu olmasa da yine belli bir yüksekliği olan tuğladan bir duvar vardı, enlemesine uzayıp sağda ve soldaki uçları sisin de etkisiyle görünürden kayboluyordu. Sis bu duvara kadar uzanıp yetişemeden kıvrılarak geri dönüp ormanın içine doğru süzülüyordu. Duvar bir harabeyi andırıyordu; bazı kısımları sağlam olduğu halde bazı kısımları da kırılmış, dökülmüş, üzerine irili ufaklı oyuklar açılmış vaziyetteydi. Büyük Gri ve Yeşil duvara yaklaştılar.

“Neresi burası?” diye sordu Yeşil. “Bu duvar ne?”

“Burası,” dedi Büyük Gri, “Öteki tarafın belirlenen sonu. Ötesinde ne vardır, nereye kadar uzanır, o kişiden kişiye değişir. Bu duvar da, bizim Grilerle kullandığımız tabir olarak, zihnin duvarı.”

Yeşil şaşırdı. “Zihnin duvarı mı?”

Büyük Gri başıyla onayladı. “Yaklaş bak...” diyerek duvarı işaret etti.

Yeşil duvara yaklaştı ve büyük tuğla parçaları üzerinde kazınmış anlamsız, kargacık burgacık yazılar olduğunu gördü. Biraz daha yaklaştığında ise hepsi yavaş yavaş bir anlam ifade etmeye başladı; tuğlalarda renkler ve onların çevresinde başka kelimeler yazıyordu. Kimi rengin ve kelimenin üzeri çizilmişti, kimi olduğu gibi duruyordu.

“Bu... bu ne için?” Yeşil, elini tuğlaların üzerinde gezdirip kelimeleri incelemeye koyuldu.

“Bu duvar, renklerin nöbet sırasında zihinlerinden geçenleri yansıtan bir duvar. Öteki taraf dediğimiz bu tarafta her ne oluyorsa büyük çoğunlukla bu duvar vesilesiyle oluyor.”

Yeşil, tuğladan duvarın bazı kısımlarındaki kırılmış, parçalanmış tuğlaları işaret ederek, “Peki bunlar ne?” diye sordu.

“Onlar,” dedi Büyük Gri, “renklerin her şeyi oluruna bırakıp bırakmadığını gösteriyor. Duvardaki tuğlalardan herhangi birinde adı yazan bir rengin nöbetler sayesinde başına gelen her şeyi oluruna bırakıp bırakmadığına göre duvar ya sabit kalıyor, ya parçalanıyor, dökülüyor.” Yeşil dönüp ona baktı ve Büyük Gri ekledi: “Zihnin duvarlarını yıkmak... en zoru budur.”

“Zihnin duvarlarını yıkmak.” diye içinden geçirdi Yeşil, duvardaki kırık, parçalanmış, oyuk bölgelerde elini gezdirerek. Galiba olması gereken buydu.

Duvarı incelerken bir noktada kendi renginin yazılı olduğunu görüp durdu Yeşil. Tuğla parçasını Büyük Gri’ye göstererek, “Bu ben miyim?” diye sordu.

“Etrafındaki kelimeler seninle eşleşiyorsa sensindir,” diye yanıtladı Büyük Gri.

Yeşil, tuğlayı incelemeyi sürdürdü; “Yeşil”in yanında “Ayşe” kelimesi de vardı. Evet, bu onun kısmıydı. Yeşil, bu tuğla parçası üzerinde elini gezdirirken “isyankar” kelimesinin üzerinin çizilmiş olduğunu gördü, ama “unutmak” kelimesi vardı ve öylece duruyordu.

“Peki,” dedi Yeşil, Büyük Gri’ye döndü, “ben nasıl her şeyi oluruna bırakacağım? Nasıl olacak benim için?”

Büyük Gri omuz silkti. “Onu kendin bulacaksın.”

Yeşil, Büyük Gri’nin onu buraya getirmesinin altında başka bir neden yattığını düşündü; ama bu belki de sistemin nasıl işlediğini göstermekten ibaretti sadece.

“Gidelim mi?” diye sordu Büyük Gri, Yeşil’in kendi tuğlasına bakıp durduğu uzun bir bekleyişin ardından. Yeşil ona döndü ve Büyük Gri başını öne salladı. Yeşil de aynı şekilde karşılık verdi, bir yandan da aklından “her şeyi oluruna bırakma”nın yollarını geçiriyordu. Ancak devriye aracına bindiklerinde kendi kararını çoktan vermişti; nerede ve nasıl yapacağını.

Birkaç dakika sonra Büyük Gri ve Yeşil, devriye aracıyla Skala’ya varmışlardı. Büyük Gri sessizce kendi odasına gitti, Yeşil de akşamki nöbet vaktini beklemeye koyuldu. Bu sırada Skala ve nöbet sürecinin de artık kendisi için sona doğru yaklaştığını çizelgesinden gördü. Zaten nasıl olsa o akşam artık her şeye bir son verecekti.

*

Gece vakti Kahverengi elindeki listeyi kontrol ederek üç rengi nöbet için hazırlamış ve yerlerine götürmüştü. Bu renklerden biri de Yeşil’di.

O yerini almıştı, kendi nöbetini tutuyordu, ama artık çok geçmeden bir şeyler yapması gerekiyordu. Nöbetini normal akışında sürdürdükten sonra nöbeti bitiminde ilk hamlesi için eyleme girişti...

Gri Üç olan biteni, Büyük Gri’nin emri üzerine göz kulak olması için yanına verildiği Mavi’yle birlikte Gözlem Odası’ndan izliyordu.

“Bu kadarı da fazla artık!” diye isyan etti dişlerini sıkarak. Bunun Büyük Gri’ye haber verilmesi gerekiyordu. O da öyle yaptı ve Mavi’yi sıkı gözetlemesi için tembihleyerek Büyük Gri’yi Gözlem Odası’na getirdi, büyük monitörden olayı canlı olarak gösterdi: Yeşil kaçıyordu. Ancak Büyük Gri’nin herhangi bir kızgınlığı veya öfkesi yoktu. Aksine onun kendi plânı işliyordu.

“Ne yapacağız?” diye sordu Gri Üç sinirden kendini zor zapt ederek. “Öteki devriye aracını çıkartalım mı?”

“Henüz değil,” dedi Büyük Gri, gayet sakin biçimde, gözleri yine de fıldır fıldır dönüyordu. “Yeşil’in nereye gittiğini zaten biliyorum.”

*

“Bebek,” diye düşündü Yeşil, bir kez daha. “Bebek diyecek.” Bir yandan da ağzı kulaklarında, Ayşe’nin yüzüne bakıyordu.

“Ben...” dedi Ayşe, bunu nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. “Ben...” Yeşil artık Ayşe’nin ağzından ne tür kelimeler çıkacağını kestiremiyordu.

Ayşe derin bir soluk aldı, elini saçına götürdü. Yeşil onun saçını düzelteceğini sandı, fakat Ayşe öyle yapmadı- saçını tutarak çekti... saçı başından çıktı.

Yeşil kalakalmıştı. Ne yapacağını, ne diyeceğini bilemiyordu. Karşısında bütün saçını çıkartmış elinde tutan kel bir kadın vardı, gözleri, gözyaşları sebebiyle parlıyordu.

“Ben,” dedi konuşmakta zorlanarak. “Ben kanserim.”

Yeşil’in gülümsemesinin suratından silinmesi fazla uzun sürmedi. Ayşe çantasını açıp içinden katlı bir kâğıdı çıkarırken hareket bile etmedi, edemedi. Ağzı açık kalmıştı.

“Birkaç hafta önce ailemle doktora gittiğimizde öğrendim. Testler yaptık, doktor raporları inceledi.”

Ayşe anlatıyordu, ancak söylediklerinin hepsi Yeşil’e sanki çok uzaklardan geliyor gibiydi.

“Ciddi bir kanser.” Ayşe kâğıdı açıp düzeltirken gözlerinden akan birkaç damla yaşı eliyle hızlıca sildi. “Doktor bunu atlatmamın çok zor olduğunu söyledi.” Burnunu çekti. “Ama işte, her zaman söyledikleri gibi; Allah’tan umut kesilmez.” Durdu, kelimelerini toparladı. “Yine de çok fazla vaktim yok gibi, durum riskli ve ben bu zamanı seninle geçirmek istiyorum.” Son sözlerini söylerken sesi titremişti. Konuşmasını bitirince hıçkıra hıçkıra ağlayarak başını Yeşil’in göğsüne gömdü. Yeşil sadece onun boynuna sarılıp başını okşayıp öpebildi... saçı kazınmış başını.

Ayşe ölüyordu... bugün veya yarın değilse bile uzun zamanı yoktu. Yeşil’in içine kocaman, kor bir ateş düşmüştü, Ayşe’ye olan aşkının ateşiyle yarışacak cinsten bir ateş. Nefes alması zorlaşmıştı.

“Ne olursa olsun, ben hep senin yanında olacağım...” dedi, Ayşe’nin başını okşamaya devam ederken. Ayşe hâlâ hıçkırarak ağlıyordu.

Bu sırada, oturdukları bankın arkasındaki kocaman ağacın dallarındaki beyaz çiçekler, bütün bunlara ağlarmış gibi, Yeşil ve Ayşe’nin üzerine dökülmeye başladı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder