27 Haziran 2012 Çarşamba

Nöbet - Altıncı Bölüm



Ayşe, terastaki sandalyede oturmuş, önündeki tabakta duran menemenden bir çatal daha alıp bir yandan batmakta olan güneşi izliyordu. Bu, hayatında vazgeçmeyi hiç istemeyeceği bir mutluluk ve huzurdu. Henüz Yeşil’e sebebini söyleyemese de, bu mutluluğa ihtiyacı vardı, her zamankinden daha çok.


Teras, Yeşil’in evindeki terastı. Yeşil içeriden, Ayşe belki üşür diye şalını almaya gitmişti. Terasa geri geldiğinde, güneşin yarısı ufukta saklanmıştı ve nar gibi kırmızı olmuştu, öteki yarısı da yavaş yavaş ufukta batmaya hazırlanıyordu.

Yeşil, şalı Ayşe’nin omuzlarına örttüğünde Ayşe onun geldiğini anladı ve ona bakarak gülümsedi. Yeşil de ona gülümseyerek yanındaki sandalyeye oturdu.

“Eee?” dedi Ayşe. “Yaptığım menemenle ilgili hiçbir şey söylemedin... Yoksa beğenmedin mi?”

“Olur mu öyle şey?” Yeşil Ayşe’nin kolunu sıvazladı. “Senin yaptığın bir şeyi beğenmemem mümkün mü?”

“Hepsini beğenmek zorunda değilsin, ama menemenle ilgili bir şey söylemedin.”

“Tuzu eksik gibi, bir de sanki az pişmiş, tadını tam alamıyor insan-“

Ayşe şakayla karışık Yeşil’in yanağına vurdu, Yeşil muzırca gülerek karşılık verdi.

“Tamam tamam. Doğruyu söyleyeceğim: Gerçekten çok güzel olmuş.”

“Ben yaptım diye öyle söylüyorsun biliyorum.” Yeşil Ayşe’nin dediğine inanamamış gibi başını geriye çekti. “Neyse, yine de açık sözlülüğünü sevdim.”

Yeşil sandalyesine iyice kuruldu.

Ayşe başını geriye yatırarak havadaki mis gibi oksijeni derin derin içine çekti.

“O kadar fazla çekme,” dedi Yeşil gülerek, “bana bırakmayacaksın.”

Ayşe başını doğrultup Yeşil’in güldüğünü görerek kendisi de gülmeyle karşılık verdi.

“Biliyor musun?” Yeşil elini uzatıp Ayşe’nin elini tuttu ve parmaklarını onun parmaklarına geçirerek sıkıca kavradı. “Sana dokunmak, hayatın içinde durup dinlenmek gibi...”

Ayşe bu lafın üzerine içtenlikle gülümsedi. “İnsan dinlenmeden hayatı sürdüremeyeceği için... Bana hep dokun.”

Yeşil öteki eliyle Ayşe’nin yüzünü okşamaya başladı.

Birden Ayşe’nin telefonu çaldı. Ayşe ekrana bakıp Yeşil’e döndü, “Annemler. Geldiler galiba. Hadi çıkalım.”

Yeşil, başını sallayıp yerinden kalktı ve masadaki az birkaç tane tabak çanağı toplayıp kucaklayarak içeri götürdü.

Terası gelişigüzel toparladıklarından sonra, evin kapısından çıktılar. Yeşil bir yandan anahtarını cebinden çıkarırken, bir yandan Ayşe’ye, “Sen inmeye başla, ben geliyorum,” dedi. Ayşe, “Tamam,” diyerek apartman merdivenlerinden inmeye başladı.

Yeşil anahtarını bulup cebinden çıkarttı ve kapıyı kilitledi. Tam bu sırada aşağıdan bir gümbürtü eşliğinde Ayşe’nin “Aaaahhh!” diye bağırışı duyuldu. Yeşil buz kesildi, ardından hemen kendine gelip aceleyle basamakları inmeye başladı, bir yandan da aşağı bağırdı:

“Ayşe!...”

*

Tuval’e giden yolda Yeşil’i düşüncelerinden ayıran şey, devriye aracının yoldaki bir tümsekten geçtiği için sallanması oldu. Sanki biri omzundan tutup onu sarsmış gibi, kendine gelerek aracın içine bakındı.

Pembe, yarı uyur vaziyette sedyede yatıyordu. Sarı’yla Turuncu karşılıklı oturmuşlardı. Gri Dört, Sarı’nın oturduğu tarafın en ucunda oturuyor, onlara sözüm ona gözkulak oluyordu.

“Noldu? Peri masalından mı uyandın?” diye sordu Gri Dört şakayla karışık, yan yan gülerek.

“Yok... yok bir şey.” Yeşil durgun bir ses tonuyla karşılık verdi. Başını çevirip camdan dışarı baktı.

Dışarısı sisin hâkimiyetindeydi hâlâ; Skala’nın çevresindeki ağaçlık alandan bayağı uzaklaşmış olacaklardı ki, yolun kenarındaki oldukça geniş alanda tek tük birkaç tane ağaç vardı, gerisi araziydi.

“Neresi burası?” diye sordu Yeşil, bakışlarını dışarıdan ayırmadan.

“Haritada olmayan bir yer,” diye karşılık verdi Gri Dört. Yeşil, anlamamış gibi dönüp Gri Dört’e baktı; Gri tepkisiz biçimde ona karşılık verdi. Söylediğinde alaycı bir ifade var mıydı yok muydu kestirmek güçtü.

Yeşil başını çevirip dışarıyı seyretmeyi sürdürdü...

Upuzun bir yolculuğun ardından, Yeşil, başını cama dayamış dışarıyı seyrederken gözleri kapanmak üzereydi ki, devriye aracı yavaşladı. Bununla birlikte Yeşil kendine geldi ve doğrulup aracın ön camından dışarı baktı; Tuval’e gelmişlerdi. Ana kapıdan geçmek için yavaşlamışlardı.

Araç, Tuval’in bulunduğu geniş araziye girip binanın kapısı önüne doğru dönerken, Yeşil camdan gördüğü kadarıyla buranın Skala’nın çevresindeki araziden daha ıssız olduğunu gördü. Tuval’in çevresini saran çitin ötesi bomboş, bembeyazdı, ötesinde sadece sis vardı.

Aracın arka kapısı açıldı ve önce Gri Dört inip etrafa bir göz atarak aracın içine dönüp, “Çıkın,” diye emri verdi.

Sarı, Turuncu ve Yeşil, sedyede yatmakta olan Pembe’yi hep birlikte yüklenerek araçtan indiler. Sarı ve Turuncu, Pembe’yi Tuval’e doğru götürürlerken, Yeşil, Gri Dört’ten birkaç adım ötede durup etrafına bakındı. Yerde, Skala’daki gibi kahverengi toprak ve çimen yerine, beyaz renk toprak vardı ve oldukça yumuşaktı. Yeşil botlarıyla adım atarken toprakta botlarının pürüzsüz bir izi çıkıyordu.

“Kar mı?” diye sordu Gri Dört’e dönerek.

“Kum.”

Yeşil, başıyla onaylayarak Tuval’e döndü.

Bu bina, Skala gibi demir demir üstüne bir yapı değil, daha oturaklı, sade görünümlü, minimal, ahşaptan yapılma bir binaydı. Binanın etrafını ufak çaplı bir çimenlik alan sarıyordu ve çimenler muntazam biçimde kesilmişti. Skala karmaşayı temsil ediyorduysa, Yeşil’e göre Tuval kesinlikle sakinliği ve düzeni temsil ediyordu. Gri Dört’le birlikte Tuval’in kapısına giderek içeri girdiler.

Yeşil bir an, bir portaldan geçip bambaşka bir evrene girmiş gibi hissetti kendini; Tuval’in girişi öyle beyaz, öyle parlaktı ki, gözleri beyaza alışınca bile içerideki ortamı, kenarları, köşeleri ayırt etmekte güçlük çekti. Yerler beyaz renk parkeydi ve onlar içeride yürürken, botlarının gıcırtısı yankılanıyordu.

Önlerinde genişçe bir koridor uzanıyordu ve Yeşil’in görebildiği kadarıyla koridorun ucu Allah bilir nereye gidiyordu. Sarı ve Turuncu, aralarında Pembe’nin yattığı sedyeyle biraz ileride yürüyorlardı, sağdaki bir kapının önünde durup oraya döndüler ve Pembe’yi odaya soktular. Gri Dört hareketlenerek oraya doğru yürümeye başladı, Yeşil de onu arkasından takip etti.

Geldikleri oda, genişçe, yine beyaz rengin hakim olduğu bir odaydı. Tam karşılarında beyaz bir masanın arkasında oturmakta olan, kadınlı erkekli, genç ve orta yaşlı dört kişi vardı; bunlar Pastel Bir, Pastel İki, Pastel Üç ve Pastel Dört’tü. Beyaz renk bir önlük giymişlerdi ve hepsinin duruşu aynıydı; ellerini masanın üzerinde birbirine kenetlemiş, eleştirir gibi onlara bakıyorlardı.

“Hoş geldiniz,” dedi Pastel Bir. Sarı ve Turuncu’ya dönerek, “Arkadaşınızı indirebilirsiniz,” diye ekledi.

Pembe doğruldu, hâlâ bitkin görünüyordu, sedyeden ayaklarını sallandırıp yere indi, Sarı ona yardımcı oldu.

“Sorun nedir?” Pastel Bir, Gri Dört’e döndü.

“Nöbet sırasında Duvar’ın öteki tarafına geçti. Orada 10 dakikadan fazla bir süre kalmış olduğunu tahmin ediyorum. Bulduğumuzda bilinci yerinde değildi, Işık Odası’na kapatıp sabaha kadar bir seansa tabii tuttuk. Büyük Gri, buraya getirmemizi emretti.” Gri Dört, soluk almadan tek nefeste söylemişti hepsini.

“Anlıyorum.” Pastel Bir başıyla onaylayıp öteki Pastellere döndü ve onlara imalı bir bakış attı; öteki Pasteller de başlarıyla onayladılar, Pastel Bir tekrar Gri Dört’e döndü. “Onu boş odalarımızdan birine alalım. Pastel İki size yardımcı olacak.”

Pastel İki, adını duyar duymaz yerinden kalktı ve sakin hareketlerle üzerini düzeltip masadaki defterini alarak Gri Dört ve ekibinin yanına geldi.

“Buyurun.”

Pastel İki eşliğinde, grup odanın kapısına doğru yürümeye koyuldu. Pastel Bir’in sesi onları durdurdu.

“Öteki kişi kim?”

Gri Dört durup topuklarının ucunda döndü. Yeşil, Sarı, Turuncu ve Pembe, Pastel İki, hepsi döndüler. Pastel Bir, Yeşil’i işaret etti.

“O da Pembe’yle Duvar’ın öteki tarafına geçmiş,” diye açıkladı Gri Dört. “Büyük Gri onun da buraya gönderilmesini istedi. Hem Pembe’ye refakat edecek, hem de onun bir problemi varsa o da çözülmüş olacak.”

“Risk derecesi Pembe’ninki kadar mı?”

“Sanmıyorum. Onları bulduğumuzda Pembe’den daha iyi bir durumdaydı.”

“Anlıyorum.” Pastel Bir yine başıyla onayladı. Yeşil’e baktı. “Seni de Pembe’yle birlikte tutacağız burada, tamam mı?”

“Tamam,” dedi Yeşil sakin bir sesle.

Pastel Bir, Pastel İki’ye bakarak başını yine salladı ve Pastel İki ona aynı şekilde karşılık vererek ekibin önüne düştü.

Beyaz koridora çıktılar. Aralarında bir tek Pembe’nin yürüyüşü yavaştı, sarhoş gibi hareket ediyordu, bu yüzden ekip de onun hızına ayak uydurmaya çalıştı.

Koridor boyunca yürüdüler, yürüdüler ve yine sağdaki bir kapının önünde durdular. Kapının üzerinde içeriyi gösteren, baş hizasında bir cam vardı. Yeşil o an, sol taraftaki kapının ardından birtakım sesler işitti ve başını çevirip o kapının camından içeri baktı; odanın içindeki duvarlar, camdan görülebildiği kadarıyla, rengârenkti. Mavi renk pijama giymiş, Yeşil’le aynı yaşlarda bir adam sırtı dönük vaziyette odadaki duvarlardan birinin önünde durmuş, elleriyle duvarı çeşitli renklerde boyuyordu. Yeşil bunun ne olduğunu anlayamadı, ancak anlamasına fırsat kalmadan anahtar ve kapı kilidi sesiyle dikkati dağıldı ve yine sağdaki kapıya döndü.

Pastel İki, Pembe’yi odanın içine soktu. Yeşil kapının ucuna gelerek odanın içine bakmaya çalıştı; karşı odanın aksine, bu odanın duvarları bembeyazdı. Yerde de 5-6 renk boya kabı duruyordu.

“Bunlarla duvarları boyayacaksın, tamam mı Pembe?” dedi Pastel İki, Pembe’ye yerdeki boya kaplarını göstererek. Pembe tepkisiz biçimde etrafa bakınıyordu, Pastel yerdeki kutuları gösterince dönüp oraya baktı, ne yapacağını anlayamamış gibi. “Bunu yapabilir misin?” diye sordu Pastel. Pembe, birkaç saniye tepki vermeden durduktan sonra başını yavaşça öne doğru salladı. “Tamam,” diye ekledi Pastel. “Ben arkadaşını-“ kapının önünde duran Yeşil’in yanına gidip onu kolundan tutarak odanın içine soktu “-yanımda götürüp birkaç yazı yazdıracağım, sonra senin yanına gelecek. Sen o gelene kadar duvarları boyamaya başla.”

Pembe kendisine söyleneni artık biraz daha rahat anlıyordu ki, bu sefer tepki vermesi daha çabuk oldu.

“Güzel.” Pastel İki, Yeşil’i de yanına alarak odadan çıktı. Gri Dört’e dönüp, “Sizinle ve Yeşil’le doldurmamız gereken bir iki form var. Ardından Yeşil burada kalır, siz ekibinizle dönebilirsiniz,” dedi.

Gri Dört başıyla onayladı ve ekip koridorda ilerlemeye koyuldu...

Evrakları doldurmak yalnızca beş - on dakika kadar sürdü; Yeşil, kendisine Pastel İki ve Pastel Üç’ün verdiği kağıtları eksiksiz biçimde doldurdu. Tuval’de ne kadar kalacakları, ne yapacakları, ne yapamayacakları yazıyordu belgelerde. Yeşil refakatçi olarak orada bulunduğu için onun Pembe’yle ilgili ufak birtakım sorumlulukları da vardı. Yeşil hepsine imza atıp bitirince, Pastel İki onu yanına aldı ve tekrar Pembe’nin olduğu odaya gittiler. Odaya girmeden önce Yeşil, karşı odadaki adamı sordu.

“Onun da benzer bir durumu var,” diye yanıtladı Pastel İki. “O kendi nöbet tuttuğu yerde Duvar’ın öteki tarafına geçmemiş, ancak Gözlem Odası’ndaki görevli rengin azizliğine uğrayıp 20 dakika kadar dalıp gitmiş. Gördüğün üzere duvarları artık bir sürü renkle boyayabiliyor.” Pastel İki, Pembe’nin bulunduğu odaya döndü. Yeşil de onu takip etti. İkisi odanın camından içeri baktılar:

Pembe, yerdeki boya kutularının önünde diz çökmüş, kutuları tek tek inceleyerek her biriyle duvara şimdilik ufak birtakım şeyler çizip boyuyordu.

“Görüyor musun?” diye sordu Pastel İki, duvarı işaret ederek. Yeşil, ne görmesi gerektiğini bilemeyerek Pembe’nin boyamakta olduğu duvara bakındı, yine de anlayamadı. Dönüp Pastel İki’ye baktı. Pastel, onun açıklama bekleyen ifadesiz suratından anlayarak, “Kendi rengini hiç kullanmıyor,” dedi. “Pembeyi.”

Yeşil dönüp tekrar camdan içeri baktı. Pembe gerçekten de önündeki boya kutularından bir tek pembe renge elini sürmemişti.

*

“Ayşe!”

Yeşil, basamakları çifter çifter inerken, bir an kendisinin de dengesini kaybedip merdivenlerden yuvarlanarak düşeceğini sandı, bu yüzden merdivenlerin kenarındaki demirlere tutunarak inmeye devam etti.

İki kat aşağıda, Ayşe merdivenlerin bitiminde yere oturmuş, el bileğini ve bacağını tutuyordu. Yüzünden, canının yanmış olduğu belliydi. Yeşil hemen onun yanına gelip diz çökerek sol kolunu onun boynundan sararken, boştaki eliyle de onun tutmakta olduğu el bileğini kavradı.

“Bir şeyin yok ya?”

“Çok bir şey yok. Ayağım takıldı, birkaç basamak üstten düştüm.”

“Morarmış.” Yeşil, Ayşe’nin el bileğindeki morluğu ve şişliği fark ederek parmaklarını o bölgede yavaşça gezdirdi.

“İyiyim, çok acımıyor.”

“İyi değilsin, morarmış baksana!” Yeşil, Ayşe’nin bileğini öptü. Ardından Ayşe’nin öteki eliyle tutmakta olduğu ayak bileğini gördü ve o kısımla ilgilendi. Orada da şişik ve morluk vardı, Yeşil yine parmağıyla fazla bastırmadan o bölgeyi ovaladı.

Ayşe biraz daha sakin bir şekilde başıyla Yeşil’in boyun kısmına sokuldu. “İyiyim ben.”

“Kötü bir şey oldu diye çok korktum,” dedi Yeşil, boğuk bir sesle.

“O kadar da üzülme canım.” Ayşe yine el bileğini tuttu. “Seninle ilgili bir şey değil, ben kendim düştüm.”

Yeşil, Ayşe’nin başını çenesinden tutarak kaldırdı ve onunla göz göze geldi.

“Sana bir şey olmasını istemiyorum, içim elvermiyor.”

“Ama engelleyemezsin.”

“Engelleyebilirim! Sana bir şey olursa üzülürüm, bunu engelleyebilirim - engellemem gerek.”

Ayşe içten bir gülümsemeyle baktı ona. “Her zaman bana bir şey olmasını engelleyemezsin.”

Ayşe’nin acısı dinip telefonu yine çalınca, Yeşil’in yardımıyla ayağa kalktı ve ikisi, Yeşil onun koluna girip öteki koluyla onun boynuna sarılmaya devam ederek, merdivenlerden inmeye devam ettiler.

Yeşil, Ayşe’nin başına en ufak bir şey gelmesini istemiyordu, içi gidiyordu; her insanın sevdiği karşısındaki tutumuydu bu, kimse sevdiği kişinin başına bir şey gelmesini istemezdi. Ancak Yeşil ne kadar istese de, Ayşe’nin başına bir şey gelmesine engel olamazdı. Çünkü eğer bir şeyin olacağı varsa olur...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder