Ayşe, terastaki sandalyede oturmuş, önündeki tabakta duran
menemenden bir çatal daha alıp bir yandan batmakta olan güneşi izliyordu. Bu,
hayatında vazgeçmeyi hiç istemeyeceği bir mutluluk ve huzurdu. Henüz Yeşil’e
sebebini söyleyemese de, bu mutluluğa ihtiyacı vardı, her zamankinden daha çok.
Teras, Yeşil’in evindeki terastı. Yeşil içeriden, Ayşe belki
üşür diye şalını almaya gitmişti. Terasa geri geldiğinde, güneşin yarısı ufukta
saklanmıştı ve nar gibi kırmızı olmuştu, öteki yarısı da yavaş yavaş ufukta
batmaya hazırlanıyordu.
Yeşil, şalı Ayşe’nin omuzlarına örttüğünde Ayşe onun
geldiğini anladı ve ona bakarak gülümsedi. Yeşil de ona gülümseyerek yanındaki
sandalyeye oturdu.
“Eee?” dedi Ayşe. “Yaptığım menemenle ilgili hiçbir şey söylemedin...
Yoksa beğenmedin mi?”
“Olur mu öyle şey?” Yeşil Ayşe’nin kolunu sıvazladı. “Senin
yaptığın bir şeyi beğenmemem mümkün mü?”
“Hepsini beğenmek zorunda değilsin, ama menemenle ilgili bir
şey söylemedin.”
“Tuzu eksik gibi, bir de sanki az pişmiş, tadını tam
alamıyor insan-“
Ayşe şakayla karışık Yeşil’in yanağına vurdu, Yeşil muzırca
gülerek karşılık verdi.
“Tamam tamam. Doğruyu söyleyeceğim: Gerçekten çok güzel
olmuş.”
“Ben yaptım diye öyle söylüyorsun biliyorum.” Yeşil Ayşe’nin
dediğine inanamamış gibi başını geriye çekti. “Neyse, yine de açık sözlülüğünü
sevdim.”
Yeşil sandalyesine iyice kuruldu.
Ayşe başını geriye yatırarak havadaki mis gibi oksijeni
derin derin içine çekti.
“O kadar fazla çekme,” dedi Yeşil gülerek, “bana
bırakmayacaksın.”
Ayşe başını doğrultup Yeşil’in güldüğünü görerek kendisi de
gülmeyle karşılık verdi.
“Biliyor musun?” Yeşil elini uzatıp Ayşe’nin elini tuttu ve
parmaklarını onun parmaklarına geçirerek sıkıca kavradı. “Sana dokunmak,
hayatın içinde durup dinlenmek gibi...”
Ayşe bu lafın üzerine içtenlikle gülümsedi. “İnsan
dinlenmeden hayatı sürdüremeyeceği için... Bana hep dokun.”
Yeşil öteki eliyle Ayşe’nin yüzünü okşamaya başladı.
Birden Ayşe’nin telefonu çaldı. Ayşe ekrana bakıp Yeşil’e
döndü, “Annemler. Geldiler galiba. Hadi çıkalım.”
Yeşil, başını sallayıp yerinden kalktı ve masadaki az birkaç
tane tabak çanağı toplayıp kucaklayarak içeri götürdü.
Terası gelişigüzel toparladıklarından sonra, evin kapısından
çıktılar. Yeşil bir yandan anahtarını cebinden çıkarırken, bir yandan Ayşe’ye,
“Sen inmeye başla, ben geliyorum,” dedi. Ayşe, “Tamam,” diyerek apartman
merdivenlerinden inmeye başladı.
Yeşil anahtarını bulup cebinden çıkarttı ve kapıyı
kilitledi. Tam bu sırada aşağıdan bir gümbürtü eşliğinde Ayşe’nin “Aaaahhh!”
diye bağırışı duyuldu. Yeşil buz kesildi, ardından hemen kendine gelip aceleyle
basamakları inmeye başladı, bir yandan da aşağı bağırdı:
“Ayşe!...”
*
Tuval’e giden yolda Yeşil’i düşüncelerinden ayıran şey,
devriye aracının yoldaki bir tümsekten geçtiği için sallanması oldu. Sanki biri
omzundan tutup onu sarsmış gibi, kendine gelerek aracın içine bakındı.
Pembe, yarı uyur vaziyette sedyede yatıyordu. Sarı’yla
Turuncu karşılıklı oturmuşlardı. Gri Dört, Sarı’nın oturduğu tarafın en ucunda
oturuyor, onlara sözüm ona gözkulak oluyordu.
“Noldu? Peri masalından mı uyandın?” diye sordu Gri Dört
şakayla karışık, yan yan gülerek.
“Yok... yok bir şey.” Yeşil durgun bir ses tonuyla karşılık
verdi. Başını çevirip camdan dışarı baktı.
Dışarısı sisin hâkimiyetindeydi hâlâ; Skala’nın çevresindeki
ağaçlık alandan bayağı uzaklaşmış olacaklardı ki, yolun kenarındaki oldukça
geniş alanda tek tük birkaç tane ağaç vardı, gerisi araziydi.
“Neresi burası?” diye sordu Yeşil, bakışlarını dışarıdan
ayırmadan.
“Haritada olmayan bir yer,” diye karşılık verdi Gri Dört.
Yeşil, anlamamış gibi dönüp Gri Dört’e baktı; Gri tepkisiz biçimde ona karşılık
verdi. Söylediğinde alaycı bir ifade var mıydı yok muydu kestirmek güçtü.
Yeşil başını çevirip dışarıyı seyretmeyi sürdürdü...
Upuzun bir yolculuğun ardından, Yeşil, başını cama dayamış
dışarıyı seyrederken gözleri kapanmak üzereydi ki, devriye aracı yavaşladı.
Bununla birlikte Yeşil kendine geldi ve doğrulup aracın ön camından dışarı
baktı; Tuval’e gelmişlerdi. Ana kapıdan geçmek için yavaşlamışlardı.
Araç, Tuval’in bulunduğu geniş araziye girip binanın kapısı
önüne doğru dönerken, Yeşil camdan gördüğü kadarıyla buranın Skala’nın
çevresindeki araziden daha ıssız olduğunu gördü. Tuval’in çevresini saran çitin
ötesi bomboş, bembeyazdı, ötesinde sadece sis vardı.
Aracın arka kapısı açıldı ve önce Gri Dört inip etrafa bir
göz atarak aracın içine dönüp, “Çıkın,” diye emri verdi.
Sarı, Turuncu ve Yeşil, sedyede yatmakta olan Pembe’yi hep
birlikte yüklenerek araçtan indiler. Sarı ve Turuncu, Pembe’yi Tuval’e doğru
götürürlerken, Yeşil, Gri Dört’ten birkaç adım ötede durup etrafına bakındı.
Yerde, Skala’daki gibi kahverengi toprak ve çimen yerine, beyaz renk toprak
vardı ve oldukça yumuşaktı. Yeşil botlarıyla adım atarken toprakta botlarının
pürüzsüz bir izi çıkıyordu.
“Kar mı?” diye sordu Gri Dört’e dönerek.
“Kum.”
Yeşil, başıyla onaylayarak Tuval’e döndü.
Bu bina, Skala gibi demir demir üstüne bir yapı değil, daha
oturaklı, sade görünümlü, minimal, ahşaptan yapılma bir binaydı. Binanın
etrafını ufak çaplı bir çimenlik alan sarıyordu ve çimenler muntazam biçimde
kesilmişti. Skala karmaşayı temsil ediyorduysa, Yeşil’e göre Tuval kesinlikle
sakinliği ve düzeni temsil ediyordu. Gri Dört’le birlikte Tuval’in kapısına
giderek içeri girdiler.
Yeşil bir an, bir portaldan geçip bambaşka bir evrene girmiş
gibi hissetti kendini; Tuval’in girişi öyle beyaz, öyle parlaktı ki, gözleri
beyaza alışınca bile içerideki ortamı, kenarları, köşeleri ayırt etmekte güçlük
çekti. Yerler beyaz renk parkeydi ve onlar içeride yürürken, botlarının
gıcırtısı yankılanıyordu.
Önlerinde genişçe bir koridor uzanıyordu ve Yeşil’in
görebildiği kadarıyla koridorun ucu Allah bilir nereye gidiyordu. Sarı ve
Turuncu, aralarında Pembe’nin yattığı sedyeyle biraz ileride yürüyorlardı,
sağdaki bir kapının önünde durup oraya döndüler ve Pembe’yi odaya soktular. Gri
Dört hareketlenerek oraya doğru yürümeye başladı, Yeşil de onu arkasından takip
etti.
Geldikleri oda, genişçe, yine beyaz rengin hakim olduğu bir
odaydı. Tam karşılarında beyaz bir masanın arkasında oturmakta olan, kadınlı
erkekli, genç ve orta yaşlı dört kişi vardı; bunlar Pastel Bir, Pastel İki,
Pastel Üç ve Pastel Dört’tü. Beyaz renk bir önlük giymişlerdi ve hepsinin
duruşu aynıydı; ellerini masanın üzerinde birbirine kenetlemiş, eleştirir gibi
onlara bakıyorlardı.
“Hoş geldiniz,” dedi Pastel Bir. Sarı ve Turuncu’ya dönerek,
“Arkadaşınızı indirebilirsiniz,” diye ekledi.
Pembe doğruldu, hâlâ bitkin görünüyordu, sedyeden ayaklarını
sallandırıp yere indi, Sarı ona yardımcı oldu.
“Sorun nedir?” Pastel Bir, Gri Dört’e döndü.
“Nöbet sırasında Duvar’ın öteki tarafına geçti. Orada 10
dakikadan fazla bir süre kalmış olduğunu tahmin ediyorum. Bulduğumuzda bilinci
yerinde değildi, Işık Odası’na kapatıp sabaha kadar bir seansa tabii tuttuk.
Büyük Gri, buraya getirmemizi emretti.” Gri Dört, soluk almadan tek nefeste
söylemişti hepsini.
“Anlıyorum.” Pastel Bir başıyla onaylayıp öteki Pastellere
döndü ve onlara imalı bir bakış attı; öteki Pasteller de başlarıyla
onayladılar, Pastel Bir tekrar Gri Dört’e döndü. “Onu boş odalarımızdan birine
alalım. Pastel İki size yardımcı olacak.”
Pastel İki, adını duyar duymaz yerinden kalktı ve sakin
hareketlerle üzerini düzeltip masadaki defterini alarak Gri Dört ve ekibinin
yanına geldi.
“Buyurun.”
Pastel İki eşliğinde, grup odanın kapısına doğru yürümeye
koyuldu. Pastel Bir’in sesi onları durdurdu.
“Öteki kişi kim?”
Gri Dört durup topuklarının ucunda döndü. Yeşil, Sarı,
Turuncu ve Pembe, Pastel İki, hepsi döndüler. Pastel Bir, Yeşil’i işaret etti.
“O da Pembe’yle Duvar’ın öteki tarafına geçmiş,” diye
açıkladı Gri Dört. “Büyük Gri onun da buraya gönderilmesini istedi. Hem
Pembe’ye refakat edecek, hem de onun bir problemi varsa o da çözülmüş olacak.”
“Risk derecesi Pembe’ninki kadar mı?”
“Sanmıyorum. Onları bulduğumuzda Pembe’den daha iyi bir
durumdaydı.”
“Anlıyorum.” Pastel Bir yine başıyla onayladı. Yeşil’e
baktı. “Seni de Pembe’yle birlikte tutacağız burada, tamam mı?”
“Tamam,” dedi Yeşil sakin bir sesle.
Pastel Bir, Pastel İki’ye bakarak başını yine salladı ve
Pastel İki ona aynı şekilde karşılık vererek ekibin önüne düştü.
Beyaz koridora çıktılar. Aralarında bir tek Pembe’nin
yürüyüşü yavaştı, sarhoş gibi hareket ediyordu, bu yüzden ekip de onun hızına
ayak uydurmaya çalıştı.
Koridor boyunca yürüdüler, yürüdüler ve yine sağdaki bir
kapının önünde durdular. Kapının üzerinde içeriyi gösteren, baş hizasında bir
cam vardı. Yeşil o an, sol taraftaki kapının ardından birtakım sesler işitti ve
başını çevirip o kapının camından içeri baktı; odanın içindeki duvarlar, camdan
görülebildiği kadarıyla, rengârenkti. Mavi renk pijama giymiş, Yeşil’le aynı
yaşlarda bir adam sırtı dönük vaziyette odadaki duvarlardan birinin önünde
durmuş, elleriyle duvarı çeşitli renklerde boyuyordu. Yeşil bunun ne olduğunu
anlayamadı, ancak anlamasına fırsat kalmadan anahtar ve kapı kilidi sesiyle
dikkati dağıldı ve yine sağdaki kapıya döndü.
Pastel İki, Pembe’yi odanın içine soktu. Yeşil kapının ucuna
gelerek odanın içine bakmaya çalıştı; karşı odanın aksine, bu odanın duvarları
bembeyazdı. Yerde de 5-6 renk boya kabı duruyordu.
“Bunlarla duvarları boyayacaksın, tamam mı Pembe?” dedi
Pastel İki, Pembe’ye yerdeki boya kaplarını göstererek. Pembe tepkisiz biçimde
etrafa bakınıyordu, Pastel yerdeki kutuları gösterince dönüp oraya baktı, ne
yapacağını anlayamamış gibi. “Bunu yapabilir misin?” diye sordu Pastel. Pembe,
birkaç saniye tepki vermeden durduktan sonra başını yavaşça öne doğru salladı.
“Tamam,” diye ekledi Pastel. “Ben arkadaşını-“ kapının önünde duran Yeşil’in
yanına gidip onu kolundan tutarak odanın içine soktu “-yanımda götürüp birkaç
yazı yazdıracağım, sonra senin yanına gelecek. Sen o gelene kadar duvarları
boyamaya başla.”
Pembe kendisine söyleneni artık biraz daha rahat anlıyordu
ki, bu sefer tepki vermesi daha çabuk oldu.
“Güzel.” Pastel İki, Yeşil’i de yanına alarak odadan çıktı.
Gri Dört’e dönüp, “Sizinle ve Yeşil’le doldurmamız gereken bir iki form var.
Ardından Yeşil burada kalır, siz ekibinizle dönebilirsiniz,” dedi.
Gri Dört başıyla onayladı ve ekip koridorda ilerlemeye
koyuldu...
Evrakları doldurmak yalnızca beş - on dakika kadar sürdü;
Yeşil, kendisine Pastel İki ve Pastel Üç’ün verdiği kağıtları eksiksiz biçimde
doldurdu. Tuval’de ne kadar kalacakları, ne yapacakları, ne yapamayacakları
yazıyordu belgelerde. Yeşil refakatçi olarak orada bulunduğu için onun
Pembe’yle ilgili ufak birtakım sorumlulukları da vardı. Yeşil hepsine imza atıp
bitirince, Pastel İki onu yanına aldı ve tekrar Pembe’nin olduğu odaya
gittiler. Odaya girmeden önce Yeşil, karşı odadaki adamı sordu.
“Onun da benzer bir durumu var,” diye yanıtladı Pastel İki.
“O kendi nöbet tuttuğu yerde Duvar’ın öteki tarafına geçmemiş, ancak Gözlem
Odası’ndaki görevli rengin azizliğine uğrayıp 20 dakika kadar dalıp gitmiş.
Gördüğün üzere duvarları artık bir sürü renkle boyayabiliyor.” Pastel İki,
Pembe’nin bulunduğu odaya döndü. Yeşil de onu takip etti. İkisi odanın camından
içeri baktılar:
Pembe, yerdeki boya kutularının önünde diz çökmüş, kutuları
tek tek inceleyerek her biriyle duvara şimdilik ufak birtakım şeyler çizip
boyuyordu.
“Görüyor musun?” diye sordu Pastel İki, duvarı işaret
ederek. Yeşil, ne görmesi gerektiğini bilemeyerek Pembe’nin boyamakta olduğu
duvara bakındı, yine de anlayamadı. Dönüp Pastel İki’ye baktı. Pastel, onun
açıklama bekleyen ifadesiz suratından anlayarak, “Kendi rengini hiç
kullanmıyor,” dedi. “Pembeyi.”
Yeşil dönüp tekrar camdan içeri baktı. Pembe gerçekten de
önündeki boya kutularından bir tek pembe renge elini sürmemişti.
*
“Ayşe!”
Yeşil, basamakları çifter çifter inerken, bir an kendisinin
de dengesini kaybedip merdivenlerden yuvarlanarak düşeceğini sandı, bu yüzden
merdivenlerin kenarındaki demirlere tutunarak inmeye devam etti.
İki kat aşağıda, Ayşe merdivenlerin bitiminde yere oturmuş,
el bileğini ve bacağını tutuyordu. Yüzünden, canının yanmış olduğu belliydi.
Yeşil hemen onun yanına gelip diz çökerek sol kolunu onun boynundan sararken,
boştaki eliyle de onun tutmakta olduğu el bileğini kavradı.
“Bir şeyin yok ya?”
“Çok bir şey yok. Ayağım takıldı, birkaç basamak üstten
düştüm.”
“Morarmış.” Yeşil, Ayşe’nin el bileğindeki morluğu ve
şişliği fark ederek parmaklarını o bölgede yavaşça gezdirdi.
“İyiyim, çok acımıyor.”
“İyi değilsin, morarmış baksana!” Yeşil, Ayşe’nin bileğini
öptü. Ardından Ayşe’nin öteki eliyle tutmakta olduğu ayak bileğini gördü ve o
kısımla ilgilendi. Orada da şişik ve morluk vardı, Yeşil yine parmağıyla fazla bastırmadan
o bölgeyi ovaladı.
Ayşe biraz daha sakin bir şekilde başıyla Yeşil’in boyun
kısmına sokuldu. “İyiyim ben.”
“Kötü bir şey oldu diye çok korktum,” dedi Yeşil, boğuk bir
sesle.
“O kadar da üzülme canım.” Ayşe yine el bileğini tuttu.
“Seninle ilgili bir şey değil, ben kendim düştüm.”
Yeşil, Ayşe’nin başını çenesinden tutarak kaldırdı ve onunla
göz göze geldi.
“Sana bir şey olmasını istemiyorum, içim elvermiyor.”
“Ama engelleyemezsin.”
“Engelleyebilirim! Sana bir şey olursa üzülürüm, bunu
engelleyebilirim - engellemem gerek.”
Ayşe içten bir gülümsemeyle baktı ona. “Her zaman bana bir
şey olmasını engelleyemezsin.”
Ayşe’nin acısı dinip telefonu yine çalınca, Yeşil’in
yardımıyla ayağa kalktı ve ikisi, Yeşil onun koluna girip öteki koluyla onun
boynuna sarılmaya devam ederek, merdivenlerden inmeye devam ettiler.
Yeşil, Ayşe’nin başına en ufak bir şey gelmesini
istemiyordu, içi gidiyordu; her insanın sevdiği karşısındaki tutumuydu bu,
kimse sevdiği kişinin başına bir şey gelmesini istemezdi. Ancak Yeşil ne kadar
istese de, Ayşe’nin başına bir şey gelmesine engel olamazdı. Çünkü eğer bir
şeyin olacağı varsa olur...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder