6 Mayıs 2012 Pazar

Nöbet - İkinci Bölüm




Yeşil, ani bir korkuyla titreyerek döndü, bunu yaparken omzuna asmış olduğu fener düşecek gibi olduğu için onu da anlık bir refleksle tuttu.

Büyük Gri’ninki kadar olmasa da sert bir çehreye sahip olan Gri Üç’ün kaşları çatıktı. Üzerine kalın bir palto giymişti ve bir elinde, Yeşil’inkinin benzeri, ancak sapı daha ufak olan, portatif bir fener tutuyordu. Sorguya gelen bir öğretmenin cetveli avucuna vurması gibi, Gri Üç de elindeki fenerin sapını boştaki avucuna vuruyordu. Sorduğu sorunun cevabını bekliyordu belli ki.


“Ben... hiç...” diyebildi Yeşil.

Gri Üç arkasını dönüp Skala’nın etrafına monte edilmiş olan kameralardan, bulunduklar Birinci Bölge’yi görenini işaret etti.

“Kameradan bakınca hiç de ‘hiç’ gibi görünmüyordu,” dedi Gri Üç. “On beş dakika boyunca olduğun yerde durdun kaldın; hareketsiz, tepkisiz, hiçbir şey yapmadan.”

“Ben - dalıp gitmiştim-“ diye geveledi Yeşil.

“Dalıp gittiğin belli.” Gri Üç ağır biçimde başını öne salladı. Bakışları hem Yeşil’in üzerinde hem de etrafta gezinip duruyordu.

“Bilerek olmadı,” dedi Yeşil hemen, tedirginlikle.

Gri Üç tekrar başını öne salladı. “Bilerek veya bilmeyerek, bu olduysa bir sorun var demektir, öyle değil mi?”

Yeşil yanıt veremedi, başını mahzun biçimde öne eğmekle yetindi.

“Büyük Gri’yi haberdar etmeyeceğim,” dedi Gri Üç, sakin bir sesle. “Ancak bu demek değildir ki Işık Odası’na girmeyeceksin.”

Yeşil’in başı birden doğruldu ve kötü bir haber almış gibi üzgünce Gri Üç’ün yüzüne baktı.

“Ama...”

“Aması maması yok. Bunu yapman gerektiğini sen de benim kadar iyi biliyorsun. Uzun zamandır buradasın. Böyle durumlarda yapman gerekiyor ve yapacaksın, kaçarı yok.” Gri Üç’ün sözleri karanlıkta keskin bir bıçak gibiydi, Yeşil bir an nefes almakta zorlandığını hissetti. “Şimdi Skala’ya, hemen.”

Gri Üç’ün emriyle birlikte Yeşil, suratını asarak onun yanından geçti ve fenerinin kayışını omzuna oturtma çabası eşliğinde nöbet kulübesine giderek kulübenin arka tarafındaki açıklıktan basamaklara yöneldi ve yavaş biçimde basamakları inmeye başladı. Gri Üç hâlâ Duvar’ın üzerinde, demin Yeşil’i azarladığı noktada etrafı kolaçan ediyordu.

Yeşil basamakların sonuna vardı ve yere adım attığında arkasını dönüp Kahverengi’yi gördü.

“Kamera görüntülerinden gördü,” dedi Kahverengi, endişeli bir yüz ifadesiyle. “Beni de çağırdı, bir problem mi var diye sordu, ancak ben olmadığını söyledim. Yine de gelip kontrol etmek istedi.”

“On beş dakika mı öyle kalmışım? Kesintisiz?”

Kahverengi dudağını büzüp isteksizce başını salladı. Yeşil morali bozuk biçimde Kahverengi’yle birlikte Skala’ya doğru yürümeye koyuldu.

“Ama uzun zamandır olmuyordu, bir de bu tarafından bak,” diye teselli etmeye çalıştı Kahverengi. “Bu da bence bir aşama.”

“İyi diyorsun da, bu kadar uzun süre olmadıktan sonra, bir seferde on beş dakika pek iyi değil.”

“Orası öyle, ama hepimiz öyle değil miyiz? Zamanla alışıyoruz.”

“Önemli olan zamanımız bitmeden alışmamız, yoksa Skala’nın dışındaki hayatta bu daha zor.”

Kahverengi başıyla onayladı.

Skala’da eğimli köprüden yürüyerek yine teçhizat odasına çıktılar. Yeşil omzunda asılı feneri isteksizce yerine bıraktı. Üzerindeki yeleği de çıkartıp duvardaki askılıkta asılı olan on - on beş tane yeleğin yanında boş bir yere astı.

Dinlenme odasına girdi ve yatağına oturdu. Kahverengi de yanındaydı.

“Ne dedi Gri Üç?”

Yeşil derin bir nefes verdi. “Yarın Işık Odası’na gireceğim.”

Kahverengi bunu duyunca dudağını büzdü, yüzünü ekşitti. “Yapma be?”

Yeşil, başıyla onayladı.

“Neyse, en azından gece boyunca dinlen, gündüz çok zorlanmazsın.”

Yeşil, Kahverengi’nin bu dediğinin mümkün olmadığını biliyordu, çünkü Işık Odası, dinç veya yorgun ol, aynı etkiye sahip oluyordu. İstersen üç gün boyunca dinlen; Işık Odası’na girdin mi sanki enerjin çekiliyordu.

Kahverengi Yeşil’in yanından ayrılıp dinlenme odasından çıkınca Yeşil yatağa uzanıp başını yastığa koydu ve nöbet sırasındaki son görüntüyü, düşünmemesi gerektiği halde, tekrar düşünerek gözlerini kapattı ve derin bir uykuya daldı...



Onun elleri... Onun ellerinin o yumuşaklığı, kendisine de bulaşan ve ona güç veren o sıcaklığı... Çok uzun zaman olmuştu ama hâlâ aklındaydı, bir türlü unutamıyordu...

Onun gözleri... Güneş ışığı vurduğunda esas rengini belli eden gözleri; yeşil gözleri... Ama sadece yeşil renk bir göz değil, o gözün içinde parıldayan, ışıldayan ufak parçacıklar, sanki yıldız gibi, hareket eden yıldızlar gibi... Yeşil, onun gözlerinde o ışıltıları daha ilk tanışmalarında görmüştü...



Ertesi sabah uyandırma borazanı boğuk biçimde ötünce dinlenme odasındaki bütün renklerin gözleri yavaşça, yorgun biçimde açıldı. Süreç yorucu ve zordu, ancak buna bünye bir süre sonra alışıyordu. Yeşil’in de alıştığı gibi- ya da alıştığını düşündüğü gibi!

Renklerin hepsi yataklarından kalktı. Dıştan bakınca hepsi sapasağlam, hiçbir problemi olmayan insanlar gibi görünüyorlardı, sadece gözlerinin çevrelerinde koyuluklar ve çukurlar oluşmaya başlamıştı. Ancak tabii, görünüş hiçbir zaman hakikat olmadığı için, renklerin hiçbirinin esasında neler yaşadığı, içlerinde ne fırtınalar koptuğu pek belli olmuyordu.

Teker teker dinlenme odasından çıkarak kahvaltıya indiler. Kahvaltıda her zaman olduğu gibi onları dinç tutacak besinler yer alıyordu; peynir, domates, ceviz, fındık, meyve vb. birtakım şeyler. Yeşil, geceki yaşamış olduğu panik ve heyecandan ötürü belli bir miktar güç kaybetmişti ve bu yüzden kahvaltıya resmen gömüldü. En yakın dostu Mor onun hemen yanına oturmuştu. Yeşil’in kıtlıktan çıkmış gibi yediğini görünce neşelendi.

“Sakin ol, hepsi senin zaten,” diye şakayla takıldı.

Yeşil sadece gülümsemekle yetindi. Peynirin o enfes tadı ve domatesin suyunun gırtlağından akışı bambaşka bir duyguydu. Ağzına hemen iki tane de fındık atarak kendi çapında bir lezzet cümbüşü yaşattı.

Onların karşısına Sarı, Kırmızı, Lacivert ve Pembe de oturmuştu. Onlar da gece nöbete kalkmışlardı, bu yüzden en az Yeşil kadar bitkin görünüyorlardı.

“Yakalanmışsın?” deyiverdi Sarı birden, hikayeyi öğrenmeye can atar gibi.

Yeşil bir an durup kaşlarını çatarak anlamamış halde Sarı’ya baktı.

“Kötü haber tez duyulur,” diye atıldı Lacivert hemen. “Gece Kahverengi bizi nöbete çıkartırken söyledi. Gri Üç yakalamış seni.”

Yeşil sadece haberin gerçekliğini başını sallayarak doğruladı.

“Yine o, değil mi?” diye sordu Lacivert.

Yeşil başını bu sefer biraz daha yavaş öne salladı, bakışları masaya dalıp gitmek üzereydi.

“Dert etme yahu!” Mor onun dalıp gidişini fark edip omzundan tutarak onu sarstı. Yeşil kendine geldi ve gülümsedi.

“Sorun değil,” dedi sakin bir sesle. “Alışmaya çalışıyorum.”

“E hepimiz,” dedi, zıpır görünümlü Pembe. Aralarında en hareketlisi, en esprilisi oydu. “Hepimiz skalanın birer rengiyiz neticede, birbirimize alıştığımız gibi her şeye de alışacağız. Doğanın kanunu bu.”

Kahvaltılarını bitirdiklerinde, hepsi Skala’nın bahçesine çıktı. Hava yine her zamanki gibi geceden kalmaydı; hafif karanlık, puslu ve biraz da serin. Renklerin hepsi bahçede, çimenlerin üzerinde rastgele noktalara gelip oldukları yerde durdular. Amaç, hepsinin toplu biçimde olmasıydı, yerleri fark etmiyordu.

Onların ortasına önce Gri İki, Gri Üç, Gri Dört, Gri Beş ve Gri Altı geldi. Birbirlerinden farklı boylarda ve farklı huylarda insanlardı bunlar, ancak ortak bir huyları vardı, ‘gri’ olmaları; ne mutlu, ne mutsuz, ibrenin çoğunlukla mutsuzluğa yakın bir yeri gösterdiği nokta. Dışarıdan pasif, neşesiz görünüyorlardı, renklere karşı da mecburen sert bir imajları olması gerekiyordu.

“Gri Bir birazdan gelecek ve sizlere yine birtakım bilgiler verecek. Onu dikkatle dinleyeceksiniz. Ardından meditasyonu gerçekleştireceksiniz ve herkes Skala’daki görevlerine dağılacak,” diye açıklama yaptı Gri İki.

Yeşil bir an Gri Üç’e baktı, acaba kendisine imalı bir bakışı veya bir tepkisi olacak mı diye, ancak Gri Üç oralı değildi, etraftaki diğer bütün renklere eşit bir şekilde bakıyordu. Yeşil bu durum sayesinde, kendisine ayrıca bir yaptırım olmadığını düşünerek biraz olsun rahatladı.

Gri Bir, ya da Skala’daki herkesin genel tabiriyle Büyük Gri, renklerin durduğu alana gelerek öteki Grilerin bulunduğu yere doğru yürüdü. Diğer Grilere farkla, Büyük Gri, kendisi için kullanılan sıfatın hakkını verircesine gözle görülür biçimde biraz daha büyüktü, enlemesine ve boylamasına genişti, sanki koca bir kalıptı. Üzerindeki, diğer Grilerin de giymekte olduğu gri renk uzun mont vücuduna tam oturuyor, hatta vücudu montun dikişlerinden dışarı taşacakmış gibi görünüyordu. Belli bir yaşı geçirmiş, feleğin çemberinden çoktan geçmişti belli ki. Kısık gözkapaklarının içinde gözleri fıldır fıldır dönüyor, etraftaki herkesi tek tek tarıyordu sanki.

Büyük Gri ne zaman alana gelecek olsa, ortalıkta öyle bir sessizlik olurdu ki, sanki ondan önceki sessizlik anı aslında bir ses cümbüşüydü; nefes almalardan, ellerin, kolların ve bacakların, hatta başın hareket etmesiyle oluşan, insanın doğada bulunmasından ötürü engelleyemeyeceği bir cümbüş. Ama Büyük Gri alana gelince bunların hepsi kesiliyor, deyim yerindeyse kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Yeşil, nefes alırken o kadar heyecan yapıyordu ki, sanki nefes alış verişi alandaki herkes tarafından duyuluyormuş gibi istemsizce bir utanma duygusu kaplıyordu içini.

“Bütün renklere selam olsun.” diyerek lafa başladı Büyük Gri, her zaman ilk olarak bunu söylerdi. Alandaki renklerin ve öteki Grilerin sessiz olması gerekmediğini de daha önce defalarca kez tekrarlamış olmasına rağmen, ortamda yarattığı atmosferden ötürü bu durum kaçınılmaz oluyordu.

“Sizler burada bir sınav için bulunuyorsunuz,” diye devam etti Büyük Gri. “Hayatınızın en önemli sınavı.” Büyük Gri konuşmasına devam ederken, her defasında aynı şeyleri tekrar etmesinden ötürü, Yeşil onun sonraki laflarını zihninde kendi kendine söylemeye başladı: “Bu sınavda dinç olmak, dirençli olmak, bilinci eğitmek ve kontrol altında tutmak en önemlisi. Nöbetlerin yegâne amacı da budur. Buraya geldiğiniz zaman belli, gideceğiniz zaman belli; bu süreç içinde nöbetlerinizi düzenli olarak tutmak bakidir. Nöbetlerin düzenli ve kuralına uygun olması için gereken her türlü eylemden ne sizler çekineceksiniz, ne de bizler. Buradan ayrıldığınızda, hepinizin amacına ulaşmış olmasını temenni ediyoruz.”

Konuşma birkaç cümlenin ardından sona erdi. Büyük Gri, bütün yetki kendisinde olmasına rağmen, renklere olan saygısından ötürü her zamanki selamını yine verdi ve arkasını dönerek Skala’ya doğru yürümeye koyuldu, öteki Griler de onun arkasından giderek alandan uzaklaştılar. Onların yerine, alana meditasyon hocası geldi ve grubun ortasındaki yeri bu sefer kendisi aldı. Önce ayakta vücut ve gerinme hareketlerinin ardından oturarak yapmaları gereken hareketleri de gerçekleştirdiler.

Meditasyon yaklaşık 20 dakika sürdü, bu her zamanki süresiydi. Ardından bütün renkler yavaş yavaş, kendi aralarında gruplar kurarak ya da tekil olarak Skala’ya doğru yürümeye koyuldular.

Yeşil nereye gitmesi gerektiğini biliyordu; Işık Odası’na. Gri Üç’ün geceden kalan emri buydu ve kendisi fiziksel olarak takip etmese bile gün içinde bu takibi ikincil şahıslarla gerçekleştireceğinden Yeşil adı gibi emindi. O yüzden kaderine razı olarak, vakit kaybetmeden Işık Odası’na gitmeliydi. Sabah kahvaltıdaki ekiple birlikte Skala’ya yürürken, Mor, Sarı, Kırmızı, Lacivert ve Pembe’nin aralarında bir konu hakkında şakalaştıklarını fark etti - daha doğrusu Pembe’nin heyecanla ve güle oynaya bir şeyden bahsettiğini, ötekilerin ise alaycı bir tavırla bunu reddettiklerini veya karşı çıktıklarını gördü.

“Ne oluyor?” diye sormadan edemedi Yeşil.

“Öfff,” diye alaycı tavrını koruyarak gözlerini devirdi Mor. “Pembe’nin her zamanki plânı.”

“Neymiş?”

“Duvar’ın öteki tarafına geçeceğiz,” diye ağzında yayvan bir gülüşle cevap verdi Pembe.

“Duvar’ın öteki tarafı mı?” Yeşil şaşırdı. “Kaç zaman önce bahsetmiştin de unutulup gitmişti, yine mi aklına geldi?”

“Öyle deme,” dedi Pembe, kendinden emin biçimde. “Bu sefer plânım daha iyi. Duvar’ın öteki tarafında Grilerin görmemizi veya bilmemizi istemediği neymiş, gidip göreceğiz.”

Yeşil nedenini kendisi de bilmediği halde, bu fikirden hiç hoşnut değildi. Ancak Duvar’ın öteki tarafına geçme düşüncesi de kaç zamandır onu yiyip bitiriyordu. Ne vardı Duvar’ın öteki tarafında?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder