28 Nisan 2012 Cumartesi

Nöbet - Birinci Bölüm


Yeşil, teçhizat odasında hazırlığını sürdürüyordu, bir yandan da tutacağı nöbetle ilgili şimdiden birtakım düşüncelere kapılmaya başlamıştı; acaba bu seferki nöbette ne düşünecekti? Aslında ne ilk, ne de son olan bu nöbet macerasında pek düşünmemesi gerekiyordu, özellikle geçmişle ilgili, ancak kendini tutamayıp geçmişe kapılmadan da edemiyordu.


“Tamam mısın?” diye sordu odaya giren Kahverengi. Onun görevi nöbet tutmanın yanı sıra, nöbet tutacak olanların başında bekleyip teçhizatlarını almalarını, üstlerini nöbete uygun giyinmelerini ve nöbet yerine sağ salim varıp nöbet yerinden aynı şekilde ayrılmalarını sağlamaktı. Bunların hepsi, Büyük Gri’nin emirleri doğrultusundaydı.

“Neredeyse,” diye yanıtladı Yeşil, üzerine yeleğini giyerek. Yerdeki bir tahta panel üzerine sırayla yerleştirilmiş uzun saplı fenerlerden kendisininkini aldı ve kayışından tutarak koluna astı. Bu fenerler, lambası büyük ve camı farklı şekilde ışıklar yansıtmak üzere hazırlanmış özel yapım fenerlerdi. En büyük özellikleri ise, çok güçlü bir ışık yayabiliyor oluşlarıydı.

Yeşil’in hazırlığı bittiğinde Kahverengi’yle göz göze geldi.

“Gidelim,” dedi Kahverengi. Yeşil başıyla onaylayarak odadan çıktı, Kahverengi de kapıyı kapatıp kilitleyerek onun arkasından gitti.

Demirleri pas tutmuş silindir biçimindeki yapıdan aşağı, eğimli köprüden yürüyerek indiler. Diğer renkler henüz uyuyordu, kural böyleydi çünkü; birileri nöbet tutarken ötekiler uyuyacaktı. Ancak bu şekilde nöbet sırasındaki istikrar korunabiliyordu. Korunamazsa da zaten Büyük Gri vardı, o icabına bakardı. Ama bu, renklerden herhangi birinin en son isteyeceği şeydi.

Yapının dışına çıktılar. Bu yapıya “Skala” diyorlardı, neden olduğunu Yeşil bilmiyordu, ancak tahmin yürütebiliyordu; bütün renkleri bir arada tuttuğundan ötürü bu ismi vermiş olabilirlerdi. Kim vermişti? O da meçhuldü.

Dışarısı soğuk, karanlık ve pusluydu. Yeşil nefes alırken ağzından çıkan buharın havada yayılarak yukarıya doğru tırmanışını ve birkaç saniye sonra gözden kayboluşunu görebiliyordu. Çok vakit kaybetmemeleri gerektiği için hızlı adımlarla gidiyorlardı, nöbet yerinde o andaki renklerden herhangi biri yorgun düşecek ve bilinçaltının zihnin yüzeye nüfus etmesine müsaade edecek olursa sonuçları pek iyi olmazdı. Söylenen buydu.

Skala’nın çevresi upuzun, üçgen biçiminde bir Duvar’la örülüydü ve Duvar’ın bu tarafıyla öteki tarafı diye tabirler vardı, renklerin kendi aralarında konuşurken kullandıkları. Duvar’ın üç köşesindeki nöbet yerlerine Birinci Bölge, İkinci Bölge ve Üçüncü Bölge diyorlardı. Yeşil’in Kahverengi’yle gitmekte olduğu bölge, Birinci Bölge’ydi; güneşin doğuşunu izleme imkânının olduğu bölge. Yeşil muhtemelen güneşin doğuşunu görmüş olacaktı- yine.

Duvar oldukça yüksek olduğu için nöbet kulesine bir merdivenle çıkılıyordu. Nöbet kulesinin olduğu nokta Duvar’ın en üst noktası olduğu için o kısım aynı zamanda yürüyüş alanı işlevi de görüyordu; nöbette olan bir renk, nöbet sırasında sadece kulübede kalmak zorunda değildi, aynı zamanda Duvar’ın üstündeki bu yürüyüş alanında sağa ve sola doğru belli bir mesafe giderek gözetleme alanını geniş tutabiliyordu.

Kulübeye çıkan merdivenlere vardıklarında Kahverengi, “Sen yukarı çıkınca oradaki rengi aşağı gönderirsin,” dedi. Yeşil, başıyla onayladı ve basamakları çıkmaya başladı. Merdiven de demirdendi ve en az Skala’nın demirleri kadar paslıydı, gıcırdıyordu ve basamakları çıkarken ufaktan da olsa sallanıyordu, o yüzden temkinli olmakta yarar vardı.

Yeşil basamakları çıkıp kulübeye vardığında, nöbet tutmakta olan Mavi’nin kulübenin sol tarafında, ileride bir yerde Duvar’ın üzerinde durmuş, öteki tarafa uzun uzun baktığını gördü. Aman ha! Yeşil hemen hızlı adımlarla onun yanına gelip elini Mavi’nin omzuna koyarak onu sert bir şekilde sarstı.

“Ha?” Mavi derin düşüncelerden bir anda koparak gerçek hayata döndü. Yeşil ona imalı bir bakış attı ve Mavi, hâlâ biraz aval bakarak, “Haa...” deyip başını sallayarak Yeşil’in yanından geçti ve uzun süredir düşüncelere dalmış olmasının verdiği etkiyle yavaş yavaş yürüyerek kulübeye vardı, basamaklardan aşağı inmeye başladı. O inerken basamaklardan gelen gıcırtı ve tıkırtı sesleri de azalarak bitti.

Yeşil şimdi burada, tek başınaydı. Her ihtimale karşılık nöbet yerine vardığını belli etmek için Duvar’ın İkinci Bölge’sine dönüp fenerini eline aldı ve o bölgeye tutarak fenerin başındaki camın ayarını kontrol edip beş defa aynı aralıklarla yakıp söndürdü. Karşı taraftan da benzer aralıkla dört kere ışıkla sinyal geldi. Yeşil aynı hareketi Üçüncü Bölge için de yaptı ve aynı neticeyi aldı. Her şeyin tamam olduğundan emin olunca yüzünü öteki tarafa döndü. Ormanlık alandan oluşan öteki taraf karanlık ve pusluydu, en az Skala'nın yer aldığı bu taraf kadar. Bakacak spesifik noktalar olmadığı için, insan öteki tarafa bakarken sanki çoktan dalıp gitmiş gibi hissediyor kendini. Öteki taraf...



Yeşil, hoş bir açık alana ve şehir manzarasına sahip olan çay bahçesindeki masalardan birinde oturmuş bekliyordu. Bir yandan mutlu, bir yandan ise gergindi. Sabahtan beri sürekli olarak derin derin nefes alıp duruyordu, ellerini hep birbirine sürtüp ovalıyordu. Bugün Ayşe’yle buluşacaktı. Mutluydu, çünkü Ayşe’yi görecekti; gergindi, çünkü Ayşe’ye anlatacaklarını Ayşe pek istemiyordu. Telefonda sadece, nöbet zamanının geldiğini ve bunu yapması gerektiğini söylemişti, Ayşe ise böyle uzun süreli bir ayrılığa henüz hazır olmadığını belirtmişti üzgün bir sesle. Yeşil vaktin geldiğini biliyordu, bunu uzun süre düşünmüştü ve en sonunda gitmeye karar vermişti. Ancak Ayşe telefonda ikna edilecek gibi değildi, o yüzden hep buluşmak için geldikleri bu çay bahçesinde bu konuyu konuşmayı teklif etmişti, Ayşe de üzgün bir sesle, Peki, demişti. Sadece peki... Yeşil bunun altında bir sürü anlamın yattığını biliyordu, fakat bunlardan en bariz olanı, “Gitmeni istemiyorum,” idi.

Ayşe çay bahçesinin kapısında belirince Yeşil onun geldiğini sanki sezmiş gibi kafasını o yöne çevirdi ve onun o eşsiz, ışık saçan güzelliğini görünce mutluluğu bir kat arttı. Ne yazık ki Ayşe’nin yüz ifadesi, güzelliğiyle ters orantılıydı o gün ve Yeşil’in mutluluğu yerini gerginliğe bıraktı.

Ayşe masaya varınca Yeşil yerinden kalkıp ona sarıldı.

“Hoş geldin,” dedi yumuşak bir sesle, bir yandan Ayşe’yi boynundan öperek. Ayşe’den ise hiçbir cevap gelmedi. Suratı asıktı ve oturup konuşacaklarını konunun kendisini memnun etmeyeceğini önceden biliyormuş gibi tavrını şimdiden takınmıştı. Yeşil biraz hüsrana uğrayarak onu bıraktı, ancak yine de kendi kendine moralini bozmayarak onu masaya buyur etti. Ayşe, aynı bir kuş tüyü havada süzülüp bir yere konar gibi, sandalyeye zarif biçimde oturdu. Yeşil’in, onun suratı asıkken mutlu olması pek mümkün değildi. O yüzden direkt konuya girdi:

“Pek memnun değilsin galiba,” dedi Ayşe’nin suratına bakarak. Gözlerinin içine bakmaya çalıştı, ancak Ayşe’nin başı bahçenin şehir manzarasına bakan tarafına dönük olduğu ve bakışları da uzaklarda olduğu için, bunu beceremedi. “Bunun benim için de kolay olmadığını biliyorsun, değil mi?” diye sordu.

Ayşe hiç cevap vermedi, duruşunu hiç bozmadı, ama mızmız bir kız gibi dudağını büzüp omuz silkti. Sanki Yeşil üflese dağılıp gidecek gibiydi, bedeni orada, ancak ruhu başka yerdeydi.

“Bunu belli bir süre yapacağım sadece,” diye izah etmeye koyuldu Yeşil. “Bir tür hesaplaşma gibi düşün, yapacağım, bitecek ve geleceğim.”

Ayşe tavır yapar gibi başını yana doğru biraz daha çevirdi. Yeşil’i tamamen umursamıyor gibiydi artık.

“Sence ben bundan memnun muyum? Değilim. Ama bu benim için gerekli bir şey. Senin için de gerekli bir şey. Yapacağım, döneceğim ve kaldığımız yerden geri döneceğiz.”

Yeşil, kelimelerinin kifayetsiz kaldığının farkındaydı. Ne derse desin, Ayşe’nin tavrı aynıydı, hiç değişmiyordu. Birkaç saniye sustu, sessizliğin içinde bahçedeki kuşların cıvıltılarını dinlediler bir süre. Ayşe şehir manzarasına bakarak burun çekti, fakat bu sıradan bir burun çekiş değildi. Nedeni de anlaşıldı; Ayşe başını çevirip Yeşil’e döndüğünde gözlerinden yaşlar süzülüyordu.

“Ben seni çok özleyeceğim...” dedi ince, kısık bir sesle.

Yeşil’in yüreği parçalandı, ister istemez yutkundu, gözlerini sıkıca kapadı. Cevapsız kaldı, verebileceği bir cevap yoktu. Onun yerine elini uzatıp Ayşe’nin yüzüne dokundu ve gözyaşlarını parmağıyla siliverdi. Ayşe’nin bakışları masadaydı, mümkün olduğunca kaçırıyordu onları Yeşil’den. Yeşil ise, Keşke bir baksa, diye geçiriyordu içinden, baksa ve bakışlarımla ona bir şeyleri anlatıp ikna edebilsem...

“Ben seni özlemeyecek miyim sanıyorsun?” diye sordu Yeşil. “Tek özleyen taraf sen olmayacaksın.”

“Eğer özleyeceksen, hiç gitme,” dedi Ayşe, yine aynı ses tonuyla. Henüz tam olarak ağlamadığı ve kendini tuttuğu için sesi ince çıkıyordu. Bıraksa muhtemelen hüngür hüngür ağlardı.

“Gitmemi istemediğini biliyorum, ancak bunun benim için, kendim için bir sınav olduğunu düşün.” Yeşil, Ayşe’nin masada usulca duran ellerine uzandı ve sıkıca kavradı.

“Ya geldiğinde ben burada olmazsam?” dedi Ayşe.

“Niye olmayasın? Olursun elbet. Ben gidip geleceğim, sen de burada olacaksın, geldiğimde seni bulacağım ve hep birlikte olacağız.”

“Bir insan gittiğinde öteki hep aynı yerde olmuyor,” dedi Ayşe, kızmış gibi.

“Nasıl yani?” Yeşil şaşırmıştı.

Birkaç saniyelik sessizlik oldu. Yeşil, Ayşe’nin söylemek istediği bir şey olduğunu fark etti, ama kız bunu nasıl söyleyeceğini bilemediği için tutmaya çalışıyordu. Yeşil başını uzatarak Ayşe kaçırmaya çalışsa da onun gözlerini yakaladı ve içine baktı.

“Ben...” dedi Ayşe, “Ben gitmek istiyorum...”

Yeşil bu cümleyle kahroldu. Gözlerini sıkıca kapadı. Kendisi nöbete gittiğinde, Ayşe de kendi başına gitmek istiyordu, olan buydu.

“Ama seninle,” diye ekledi Ayşe hemen, Yeşil’in suratının düştüğünü görünce.

Yeşil’in son olarak hatırladığı, masadan kalkmış öfkeli, ama içten üzüntülü biçimde çay bahçesini terk edişiydi. Ayşe arkasında, masada oturmuş, yüzünü ellerine gömmüş ağlıyordu...



“Ayşe...” dedi Yeşil. O an gözünden bir damla yaş aktı ve çenesine kadar süzüldü.

Duvar’ın öteki tarafında, puslu ormanın seyrek ağaçlı ve belirgin olarak görünen, Duvar’a yakın kısmında onu gördü... Ayşe’yi...

“Ayşe...” diye tekrar etti.

Merdivenin sesini duymamıştı, dış dünyada olup biten hiçbir şeyi duymamıştı aslında. O yüzden, Gri Üç basamaklardan çıkarak yanına varıp seslendiğinde birden irkildi:

“Ne yapıyorsun sen?!”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder