9 Ağustos 2013 Cuma

Son Şeyler Ülkesinde



Paul Auster’ın, ilk kez 1987 yılında yayımlanan “Son Şeyler Ülkesinde” adlı romanı; harabeye dönmüş bir ülke, harabeye dönmüş insanlar ve hayatlar üzerinden bir gelecek distopyası anlatıyor.


Paul Auster’ın, ilk kez 1987’de yayımlanan, Can Yayınları tarafından Armağan İlkin çevirmenliğinde 1995 yılında Türkçeleştirilen “Son Şeyler Ülkesinde” adlı romanında, insanlığın, medeniyetin son dönemleri bir distopya çerçevesinde anlatılıyor. Baş karakter olan 19 yaşındaki Anna Blume, ağabeyi William’ı ararken kimseye, ama aslında herkese bir mektup yazıyor ve bütün roman Anna’nın yazdığı bir mektup şeklinde.

Ağabeyi William’ı kaybeden Anna, yaşadığı ‘son şeyler ülkesi’nde bir distopyanın içinde var olmaya, hayatta kalmaya, aynı zamanda ağabeyinin de izini bulmaya çalışıyor. Bu süreç içerisinde insanlığın nasıl yozlaştığı, ilkelleştiği, yaşam şartlarının ne gibi değiştiği -ya da değişebildiği-, güçlüyle güçsüzün kim veya kimler olabildiği, böyle bir dünyada nasıl yaşandığı/yaşanması gerektiği ince detaylarla anlatılıyor.

Yokluğun içinde bir şekilde var olmaya çalışan Anna, ilkelleşen toplumda fiziksel ve zihinsel olarak kendini koruyarak William’ı bulmaya çalışıyor. İnsanların umutları yavaş yavaş kaybolmaya başladığı için, ölüm bir çare iken bir zorunluluk hâline geliyor; insanlar kendileri için farklı ölüm biçimleri tasarlarken, kendi kendini öldürecek cesareti bulamayan insanlar, bunu kendileri için halledebilecek gruplardan yardım alıyor -- yani ölüm artık bir endüstri hâline gelmiş durumda. İnsanların yaşamak için etraftan çer çöp, gerekli gereksiz eşyalar veya işe yarayabilecek herhangi bir şey toplamaları gerekiyor ve bunun için bütün bireylere alışveriş arabası gerekiyor. Evet, bugün herhangi bir süpermarkete gittiğimizde rahatlıkla edinebileceğimiz alışveriş arabası, romanda bir lüks gibi gösteriliyor. İnsanların alışveriş arabalarını kaybetmemeleri veya çaldırmamaları çok önemli, çünkü hayatları buna bağlı; alışveriş arabasını kaybeden kişi en baştan, sıfırdan başlamak zorunda ve bu da kişinin yaşama umudunu söndürüp ölmek isteyebileceği bir ruh hâline kadar gidebiliyor. Yani yaşanılan dünya acımasız ve hayata tutunmak zor, çok zor.

Anna Blume bir şekilde bu zorluğun üstesinden gelmeye çalışıyor. Hayatını kurtardığı yaşlı bir kadın olan Isabel’le tanışıp onunla yaşamaya başlıyor; fakat Isabel’in sevimsiz eşiyle yaşadığı uyumsuzluk Anna’nın yaşamını biraz daha zorlaştırıyor.

Isabel’le belli bir süre yaşadıktan sonra kendini yine sokaklarda bulan Anna, sanatçı ve aydınların yaşadıkları bir kütüphaneye sığınıyor ve burada, uzun zamandır yaşamadığı -belki de yaşamayı hiç düşünmediği- bir duygu olan aşkı yaşıyor. Ancak her şey istendiği ve plânlandığı gibi gitmiyor ve roman boyunca umut ile çaresizlik duyguları devamlı yer değiştirerek romanın yolunu çiziyor.


Açıkçası Paul Auster’ın okuduğum diğer romanlarına kıyasla biraz sönük bir roman. Bunda, romanın anlattığı dünyanın bir distopya olmasının da bir etkisi olabilir, fakat sayfalarca sadece çaresizlik anlatıyor ve dinamizm yer yer, kimi zaman çok geç geliyor. Ancak şunu söyleyebilirim ki roman, George Orwell’ın “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı romanını biraz daha hafifletilmiş, özet hâli gibi görülebilir. Yine çaresiz insanlar, hayatta kalma çabası, güçlüyle güçsüzün dengesizliği ve benzeri öğeler bu romanda da dikkati çekiyor. Yine de, romanın biraz hızlı ve çabuk geliştiğini söyleyebilirim -- ama bu, bahsettiğim dinamizm eksikliğine etki etmiyor. Dediğim gibi, Orwell’ın daha ağır olan romanına kıyasla biraz daha kısa ve öz bir roman. Sayfa sayısı 184. Başlangıçta pek iç açmıyor ve kendine sarmıyor gibi gelebilir; ancak ilerleyen sayfalarda (belki bayağı ilerledikten sonra) roman içine çekmeyi bir şekilde başarıyor ve devamı çorap söküğü gibi geliyor.

Romanın benim için şöyle bir değeri var tabii; kitabı Gezi Parkı eylemleri vesilesiyle Ankara Kuğulupark'ta kurulan halk kütüphanesinden edinmiştim. Bu yüzden kitabın anlattığı distopik yaşam ironik de bir anlam kazanıyor benim için.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder