17 Ağustos 2013 Cumartesi

03:02



Hayatımda “deprem” denen terimin var olmasına ve bunun bende korku yaratmasına sebeptir 17 Ağustos 1999 Gölcük depremi. O günün sabahı saat 03:02’yi vurduğunda ben ve pek çok kişi deprem konusunda bilinçlenmiş olduğu gibi, tüm Türkiye’nin de kaderi değişti...


17 Ağustos 1999’dan önce biri bana “deprem” dese herhalde, “O ne?” diye aval aval bakardım. “Deprem” kelimesiyle ilgili bildiğim tek şey ise, haber bültenlerinde gösterilen Japonya depremlerinde sıraların altına saklanan çocuklar ve depremin ardından şehrin genel bir görüntüsüydü muhtemelen. Hata yapmış olmayayım, ancak hayatımda depremi ilk kez yaşadığım gündür 17 Ağustos...

Sabaha karşı annem tarafından uyandırılıyorum, uyku sersemi olduğum için ne oluyor, ne bitiyor farkında değilim. Henüz 11 yaşındayım. Evin içinde, karanlıkta bir koşuşturmaca var. Annem beni yanına alarak babamla ikisinin büyük yatak odasına götürüyor, kapının önündeyiz. Üçümüz birbirimize sarılmışız, yatak odasının açık penceresine bakıyoruz. O sahneyi, pencerenin sallayıp sallanmadığını pek hatırlamıyorum, ama birbirimize kenetlendiğimizi, babamın tedirgin bir sesle, “Zelzele oluyor...” dediğini, annemin suratına baktığımı ve ilk defa onun yüzünde korkuyu gördüğümü hatırlıyorum; kaşları çatık, bana korkuyla bakıyor, üçümüz birbirimize sıkı sıkı sarılıyoruz.

Zelzele ne? Hiçbir fikrim yok... Herhalde şiddetli bir rüzgâr diye düşünüyorum. Evin içinde koşturup el feneri, erzak, önemli birkaç araç gereç falan ne varsa alıyoruz. Hâlâ ayılamamış olduğumdan galiba, deprem olup olmadığını kestiremiyorum. Zihnimde şöyle bir şey dönüyor ama: çok kötü bir şey oluyor ve evi acilen terk etmemiz lazım!

Sokak kapısından çıkıyoruz, apartmanın içinde etrafa bakınıyoruz. Birkaç kişi daha bizim gibi evlerinin kapılarını açmış, kimi dışarı çıkıyor. Ellerimizde el feneri, karanlığın içinde spiral şeklindeki basamakları kullanarak 12 katı yaya biçimde iniyoruz. Herhalde ondan sonraki birkaç gün uzmanların dedikleri o an aklımızda olsa, deprem sırasında o karanlıkta basamakları kullanmanın yanlış olduğunu bilirdik. O sırada bilemedik...

Bloktan dışarı çıkıyoruz, bizim gibi pek çok insan da dışarıda. İlerleyen saatlerde zaten sokaktaki insan sayısı da artıyor. Hâlâ ne oluyor, ne bitiyor bundan emin değilim. Bildiğim tek şey var; o süre boyunca evimiz kötü, gidemeyiz oraya!

Ben galiba arabanın içinde uyuyorum, o süreci pek hatırlamıyorum, ama insanların sabaha kadar uyanık kaldıklarından eminim. Neticede deprem bölgesinde yakınları, tanıdıkları olanlar var ve oraya ulaşmaları lazım... kimse ulaşamıyor.

Babamın o senelerde Fiat Ducato model bir arabası var, onun içini yastık, yorgan, battaniye ve birtakım eşyalarla ev hâline getirdiğimizi hatırlıyorum. Bir süre eve çıkamayacağımız için orada dinlenmemiz gerekecek. Arabanın içinde yatıyoruz, annemler öteki insanlarla konuşuyor. Bir derdimizin olduğunu ise sonradan öğreniyorum: halamlar Yalova’da, babaannem Yalova’da ve onlardan haber alamıyoruz. Yalova Gölcük’e çok yakın olduğu için endişemiz çok fazla.

Sabah olup da Gölcük ve Adapazarı tarafından haberler gelmeye başladığında, hiçbirinin iyi haber olmadığını görüyoruz. Oralarda pek çok bina yıkılmış, bir sürü enkaz var, enkazların altında ise belki onlarca, belki yüzlerce insan, hâlâ hayatta ve kurtarılmayı bekliyor.

İşte o sene, hem benim, hem de muhtemelen halkımızın en aşina olduğu sesleniş şuydu: “Sesimizi duyan var mı?”, “Orada kimse var mı?”... Bu sorulara alınan en ufak bir cevap ve akabinde enkazdan çıkartılan bir can, yeni bir umut demek.

Gün boyunca halamlara ve babaanneme hâlâ ulaşamıyoruz. Durum kritik olduğu için babam arabaya atlayıp oraya da gidemiyor. Halamlar iyi mi, babaannem iyi mi? Öldüler mi kaldılar mı? Haber yok... Bizim durumumuzda yüzlerce, hatta binlerce insan düşünün: yakınlarından haber alamayan, Gölcük’e gitme imkânı olmayan. Deprem felaketinden sonra telefonla ulaşamadığınız birinin hayatta olup olmadığını nasıl bilirsiniz? Şu an için koyu renkle yazdığım bir soru, ama o gün öyle acıtıyor ki...

Herkesin sinirleri gergin, herkes endişeli, haber bültenlerinde, gazetelerde iyi hiçbir şey yok. Ölü ve yaralı sayısı gittikçe artıyor ve insanların umutlanması için tek çare, enkazdan çıkartılacak yeni bir can. İşte o sene, Türk halkı deprem konusunda ne kadar bilinçsiz, ne kadar cahil olduğunu anlıyor. Kanımızda var bu galiba; bir şey başımıza gelmeden o konu hakkında ne yapacağımızı bilemiyoruz. Kaldı ki deprem denen şey de 1999’da ortaya çıkan bir doğal felaket değil... neyse!

O sene, 2013 Ocak ayında kaybettiğimiz, Kandilli Rasathanesi Müdürü Ahmet Mete Işıkara bayağı ünlü olmuştu. Hatta o zamandan sonra adı hep Deprem Dede olarak anılmaya başlanmıştı. Deprem ve deprem bilinci konusunda en ufak bir fikri olmayan insanımız, günlerce hatta haftalarca, aylarca Deprem Dede Işıkara’yı dikkatle dinlemişti. Bütün haber programlarında Ahmet Mete Işıkara vardı. Ama algımız ne yönde idiyse artık, Ahmet Mete Işıkara o sene “Ülkenin en seksi erkeği” seçildi! (Kaynak)

Sonraki iki üç gün boyunca annemler, teyzemler ve birkaç kişiyle annemin yuvasında olduğumuzu hatırlıyorum. Küçük kuzenle ayrı bir odada onun oyuncaklarıyla oynuyoruz, annemler de aşağıda büyükler olarak toplanmış konuşuyorlar. Babam başka bir odada istirahat ediyor; bütün gece uyumamış. Çocukluk aklı, küçük kuzenle, “Deprem olsa yanına ne alırsın?” geyiği sürdürüyoruz. Benim derdim o an için kuzeni gıcık etmek, ama bir yandan da öğretmek. Küçük kuzen, “Şu şu oyuncaklarımı alırım yanıma,” diye anlatıyor; ben de, “Saçmalama! Deprem sırasında yanına ne alacaksın?” diyorum. Sonra küçük kuzen aşağıda büyüklerin yanına gidip tavır yapıyor, onlar da bana bir uyarı gönderiyorlar. İki üç kere oluyor bu, en sonunda beni aşağı çağırıyorlar, annem ayarı bir güzel kayıyor: “Böyle zamanda deprem konuşup kardeşini üzmek zorunda mısın?! Çabuk odanıza!” O delici bakışı dün gibi hatırlıyorum, ikimiz üst kata yollanıyoruz hemen...

Haberlerde enkazdan kurtarma çalışmaları sürüyor. Halamlar Ankara’ya gelmişler, tam hatırlamıyorum ama muhtemelen babaannemi de yanlarında getirmişler. Öteki akrabalara ulaşabildiğimiz için içimiz rahat. Depremin büyük tehlikesi hemen hemen geçtiği için halamlarla birlikte bizim evde kalıyoruz.

İlerleyen günlerde artçı depremler oluyor; biri bir sallanma hissettiğinde hemen sabit duran objelere, eşyalara bakıyor, avizeye bakıyor ve bir sallanma, bir hareketlenme görürse, “Deprem oluyor!” diye uyarıyor herkesi. Belki benim deprem bilincim kadar, ailemizdeki diğer fertlerin de deprem ânı bilinci o kadar yeni ki, kimse o an deprem mi oluyor, başka bir şey mi kolay kolay anlayamıyor. Hala tarafından küçük kuzenle odamda oturuyoruz, sohbet ediyoruz. Ablam oturma odasında bilgisayar kullanıyor. Büyükler salonda yanlış hatırlamıyorsam. Kuzenle yatağıma oturmuş sohbet ederken, kuzen başucu tarafına dönük olduğu için başucumdaki rafın ucuna asılmış madalyona takılıyor gözü, büyüyor ve, “Deprem oluyor!” diyor. Hemen fırlayıp kapısız mutfak kapısı aralığına ilişiyoruz. Uzmanlar diyor ki, kapı aralıkları, masaların altı ve bu gibi yerler depremden korunma konusunda emniyetli. Ondan sonraki uzunca bir süre, seneler boyunca hatta, mutfak kapısındaki açıklık bizim korunma yerimiz oluyor.

Salonumuzdaki yemek masasının tepesinde asılı avize benim için oldum olası deprem habercisi görevi görmektedir. O avize sallanıyor, şıngırdıyorsa biliyorum ki deprem oluyor. Çünkü o 1999 depremi ve onu izleyen diğer depremlerde hep salonda, mutfak kapısı önünde toplanıyoruz ve ben hep o avizeye bakıyorum.

Kaç gün sonrası hatırlamıyorum, ama yine o günü izleyen günlerden birinde sabah kahvaltı ederken mutfaktaki masa birden sallanmaya başlıyor, gözümün önündeki bardakta içecek çalkalanıyor. Deprem oluyor! Hemen yine mutfak kapısı boşluğu önünde toplanıyoruz.

Günler geçiyor, televizyon ekranlarında arama kurtarma çalışmaları, enkazların etrafında toplaşan kalabalıklar, AKUT ekipleri... Haberlerde hangi görüntü dönerse dönsün, fonda hep aynı soru:

“Orada kimse var mı?”

“Sesimizi duyan var mı?”

Bir gün bir insan çıkıp da, o zaman ve ondan sonra bu iki sorunun hayati önem taşıyacağını söylese belki de kimse inanmazdı. Ama işte, hayat öyle bir kumar ki bazen, neyin önemli neyin önemsiz olacağı hiç belli olmuyor.

Bir süre sonra depremle ilgili esas bilgiler ortaya çıkıyor: deprem Kocaeli/Gölcük merkezli meydana gelmiş, 7.5 büyüklüğünde. Tüm Marmara Bölgesi, Ankara ve İzmir’de hissedilmiş. Resmi raporlara göre 17.480 ölü, 23.781 yaralı var. 285.211 konut ve 42.902 işyeri hasar görmüş. Bunlar resmi olan raporlar. Resmi olmayan raporlara göre ise yaklaşık 50.000 ölü, 100.000’e yakın yaralı var (kimi hafif kimi ağır). 133.683 çöken bina var ve yaklaşık 600.000 kişi evsiz kalmış durumda. Bunların dışında, genel olarak 16 milyon insan depremden farklı şekillerde etkilenmiş durumda. 16 milyon kişi maddi, manevi veya fiziksel olarak yaralanmış, ama (o günün nüfusu kaçtı hatırlamıyorum) 70 milyon yürek parçalanmış durumda... (Kaynak) Gencinden yaşlısına o kadar çok ölü var ki, insan inanamıyor, inanmak istemiyor. İçimizden diyoruz ki, her “Orada kimse var mı?” sorusuna yanıt gelsin ve her enkazdan, her göçükten insanlar kurtulsun... bu o zaman için gerçekleşmesi öyle zor bir istek ki...

17 Ağustos 1999 sabahı 03:02’de o kadar feryat figan oldu, öyle çok şey değişti ki... Resmen bir ülke depremin ne olduğunu öğrendi. Gerçi hâlâ öğrenip öğrenmediğimiz konusunda şüphelerim yok değil; sağlam olmayan binalar, özellikle İstanbul’da, mevcut. Her deprem olduğunda bir klişe olarak “Acaba büyük İstanbul depremini tetikler mi?” sorusu tekrarlanıyor. Ama bu her ne kadar klişe de olsa, böyle bir gerçek var: bir gün (ne zaman olacağını hiçbirimiz bilemeyiz) büyük bir İstanbul depremi olacak. Olsun istediğim için değil, bütün bilimsel çalışmalar ve veriler bunu gösteriyor. Ve uzmanlar bugün bile televizyonlarda çıkıp yüksek sesle diyor ki, “İstanbul’da bugün büyük bir deprem olsa yüzbinlerce kayıp meydana gelecek.” Çünkü binalar çürük, hasarlı, depreme dayanıklı değil. Ama pek değerli hükümetimizin bunu salladığını sanmıyorum -- onların salladığı sadece rant bence! Yarın konuyla ilgili uzmanları alıp İstanbul’daki, hatta pek çok şehirdeki binaları gezelim, onlarca, hatta yüzlerce depreme dayanıklı olmayan, çürük binanın tespit edileceğinden adım gibi eminim. İnsanımız bir de Japonya’ya bakıp orada 8 büyüklüğünde bile deprem olunca yaşanan az can ve mal kaybına şaşırıp “Adamlar yapmış abi!” diyorlar. Kimsenin bir şey yapmasıyla ilgili değil, bilinç ve bilinçli olmakla ilgili bir durum bu.

Einstein’ın meşhur bir lafı vardır; “Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır.” diye. Buyurun bu cümleyi, Türkiye’nin deprem bilincine göre nasıl yormak istiyorsanız öyle yorun...

17 Ağustos 1999’da, saat sabah 03:02’de hayatımda ilk kez “zelzele” lafını duydum, ilk kez karanlık içinde bir apartmandan çıkma mücadelesi yaşadım, ilk defa yıllardır yaşamakta olduğum ev birkaç günlüğüne bana korkutucu gözüktü, ilk defa başkalarının yaşayıp yaşamadığını öğrenememenin ne kadar kötü bir şey olduğunu anladım. Belki de anladım demem yanlış olur; anlıyorum demem gerekir. O zamanlar yaşım 11’di, pek fazla şey anladığımı söylemem yalan olur. Ama anlıyor olmak da bazen önemlidir.


Gölcük depreminde hayatını kaybedenlere rahmet, geride kalan yakınlarına başsağlığı diliyorum... Hepimiz büyük bir doğal afeti atlattık; belki az belki çok hatayla. Ama hatalarımızdan ders çıkarıp onları aza indirgediğimiz gün, yaşamımızın değerini daha iyi anladığımızın işareti olmuş olacak.

Not: Her şeyin sadece 45 saniyede değiştiğini belirtmekte fayda var. 1 dakikadan bile kısa bir sürede...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder