1 Ağustos 2012 Çarşamba

Nöbet - On Birinci Bölüm


En ufak bir şeyle bir insanın hayatı gerçek anlamda yaşamaktan, nefes alıp vermekten; birtakım cihazların bip seslerine, kola takılan seruma, bir makinedeki hayat akışını gösteren yeşil çizgiye dönüşebiliyordu.


Bu, Yeşil’in, kanser tedavisi sebebiyle hastane odasında yatmakta olan Ayşe'de gözlemleyebildiği en basit, ama en acı değişimdi. Günler, haftalar, hatta aylar geçmişti ve Ayşe’nin kanserinde en ufak bir olumlu gelişme olmamıştı; aksine her şey kötüye gidiyordu ve -şimdilik- en son vardıkları nokta bu hastane odası ve onun getirdiği koşullardı.

Ayşe’nin saçı kazılıydı, bu upuzun süreçte oldukça zayıflamıştı, ancak Yeşil’e hâlâ güzel geliyordu onun bu hali. Sevgi, aşk böyle bir olsa gerekti.

“Allah’ım,” diye dua ediyordu Yeşil içinden, uzun bir zamandır, “Ne olur onu benden alma...” Bu aslında insanoğlunun küstahlığını da gösteriyordu bir açıdan; bir insanın kanser ya da herhangi bir hastalık belirtisi olmadığı zaman onun bizi bırakıp gideceğini, bizden kopacağını hiç düşünmeyiz ve bu ihtimali hiç zihnimizde canlandırıp bunun olmaması için dua etmeyiz. Fakat gel gör ki ölümcül bir hastalık ortaya çıktığı zaman o insanı kaybetmemek için dua üstüne dua ekleriz. Yeşil bunun bilincindeydi, yine de dua etmeye devam ediyordu. “Lütfen Allah’ım, onu benden alma...”

Odada Ayşe’nin yanı başında bir sandalyede oturup onun elini sıkıca tutarken, Yeşil ister istemez geçmişi yâd etmeye başladı: Ayşe’yle en sevdikleri parka gidip bankta oturmalarını; Yeşil’in evinin terasında güneşin batışına karşı oturup Ayşe’nin yaptığı leziz menemeni yedikleri zamanı; Ayşe’yle hoş bir çay bahçesinde buluşmalarını ve el ele tutuşmalarını. O çay bahçesi, Yeşil’in bir arkadaşının Ayşe’yle buluşması için ayarladığı yerdi ve o gün, Yeşil için hayatındaki yepyeni bir başlangıçtı; Ayşe’yle tanıştığı, tanıştığı gün ona, onun yeşil gözlerine, duru güzelliğine âşık olduğu gündü. O gün aynı zamanda, sonun da başlangıcıydı; Yeşil’in hayatına girecek olan bu güzel kadının kanser olması sebebiyle Yeşil’in hayatının alt üst olacağı zamanı hazırlayan sonun. Her güzel şeyin bir sonu vardı elbet, ancak bu kadar “erken” olmak zorunda mıydı? Yeşil bu düşünceden uzaklaştırmaya çalıştı kendini. Şu an Ayşe’yle hastane odasında birlikteydiler ve Ayşe yaşıyordu, -inşallah- uzun bir süre daha yaşayacaktı ve güzel günler onları bekliyordu, sadece biraz zaman ve sabır gerekiyordu...

“Yeşil...”

Yeşil birden kendine gelip panikle dönüp Ayşe’ye baktı; Ayşe uyanmıştı. Gözleri baygın bakıyordu, göz pınarlarında ufak yaşlar birikmişti. Yeşil hemen yatağın başucundaki selpak rulosundan bir parça kopartarak Ayşe’nin yaşlarını sildi.

“Nasılsın bir tanem?” diye sordu hafif bir ses tonuyla. En ufak bir yüksek sesin bile -nedense- Ayşe’ye zarar vereceğini düşünüyordu.

“İyiyim,” dedi Ayşe, yorgun bir sesle. “Susadım.”

Yeşil, sanki Ayşe’nin isteklerini birkaç saniye içinde yerine getirmezse ona bir şey olacakmış gibi, biraz daha panikleyerek, hızlı hızlı hareket ediyordu. Başucundaki suyu alıp içindeki kamışı düzelterek Ayşe’nin dudaklarına götürdü. Ayşe sudan birkaç yudum alıp dudaklarıyla kamışı itti, kaşlarını çattı, sızlandı.

“Canım acıyor.”

Yeşil dudağını büzdü. Kendisinin müdahalesi olsa da olmasa da Ayşe acı çekiyordu ve bu onu üzüyordu.

Kapı açıldı ve orta yaşlı doktor yanında iki genç hemşireyle içeri girdi. Hemşirelerden biri elinde bir dosyayı öğrenci edasıyla dik biçimde göğsüne bastırmış halde tutuyordu, öteki hemşirenin elinde de birtakım tıbbi araç gereç vardı. Doktor Ayşe’nin karşısına gelip gülümseyerek, “Ayşe kızım bugün nasıllar bakalım?” diye sordu.

Ancak doktorun bu iyi tavrı bile Ayşe’nin yüzünü güldürmeye yetmiyordu. Aynı acı dolu ifadeyle, “Canım acıyor,” diye karşılık verdi.

“O kadar olacak. Kanser tedavisi görüyorsun. Alışacaksın.” dedi doktor başını öne sallayarak. Elini Ayşe’nin ayaklarına götürerek iki pat pat vurdu. “Acılarımızdan da bir şeyler öğreneceğiz, değil mi?”

Ayşe gözlerini kapayarak başını yavaşça öne doğru salladı.

Doktor, iki yanındaki hemşirelere talimat verdi ve onlar Ayşe’nin yanına gidip ilgilenmeye koyulduklarında, Yeşil’e dönüp ona dışarıyı işaret etti. “Biraz görüşebilir miyiz?”

Yeşil hemen yerinden kalktı, hemşirelerin müdahale etmekte oldukları Ayşe’ye göz ucuyla baktıktan sonra odadan çıktı, doktor da onu takip etti. Kapının birkaç adım ilerisine gittiler ve durdular.

“Ayşe Hanım’ın yanında çok bahsedemiyorum,” dedi doktor. Demin Ayşe’nin yanındaki umut verici halinden eser yoktu. “Ancak durum hâlâ kritikliğini koruyor. Bu yüzden sormadan edemeyeceğim...” Doktor bir an duraksadı, bu Yeşil’i tedirgin etti. “En kötüsüne hazırsınız değil mi? Bunu size daha önce de sormuştum, hatırlıyorum. Kendinizi kötü hissetmeniz için de sormuyorum, ancak sormak durumundayım.”

Yeşil birkaç saniye cevap vermekte tereddüt etti. Bu tereddüdünün sebebi ise, vereceği cevaba kendisinin inanmayışıydı. Odada Ayşe’nin yanında oturup onun elini tuttuğu her an, her saniye aslında her şeyin iyiye gideceğini, mutlu yarınları olacağını düşünüp duruyordu. Bu mutlu hayallerini doktorun vereceği tavsiyelerle bozmak niyetinde değildi.

“Evet, hazırım,” dedi sadece. İçinden ise şu soruyu geçirdi: “Gerçekten hazır mısın?...”

*

Yeşil, akşamdan Kırmızı’daki devriye aracını nasıl çalabileceğini hesaplamış, dinlenme odasında planını uygulamış ve anahtarı başarıyla elde etmişti. Bu vakitten sonra yaptığı her şey Skala’daki kurallara aykırıydı, ancak hız treni dağın tepesine çıkmış ve yokuş aşağı inmeye başlamıştı bile; bu vakitten sonra durmasının imkânı yoktu.

Nöbeti bittikten sonra Kahverengi’yle birlikte Skala’ya doğru giderken yolundan sapmış ve devriye aracına doğru koşmaya başlamıştı. Kahverengi onun arkasından yetişmeye çalışmış, fakat Yeşil’in ani durması ve fenerini sertçe savurması sebebiyle darbe alıp yere kapaklanmıştı. Yeşil bunu yaparken mecburi olarak, “Üzgünüm Kahverengi,” demişti. Kendi emelleri için uzun süredir vakit geçirmiş olduğu arkadaşlarından birine karşı hiç istemediği bir davranışta bulunmuştu. Bunu, kendisini engellemek üzere ona doğru gelen Sarı ve Turuncu’ya da uygulamıştı, onlardan da özür dilemişti. Herhangi bir Gri onu yakalamadan elini çabuk tutup devriye aracına yetişmişti.

İlk defa devriye aracının şoför koltuğuna oturmuştu, o yüzden heyecanlı ve gergindi. Skala’dan öncesinde de araba kullanmışlığı vardı; ancak herhangi bir baskı altında bir yerden kaçarken hiç araç sürmemişti. Devriye aracının kontrol paneli biraz karmaşıktı, fakat Yeşil’e gereken kontak, vites, gaz ve fren pedallarıydı, gerisini çözmeye pek ihtiyacı yoktu.

Kapıyı hemen kapatmıştı, elindeki normal bir anahtar görünümden uzak, biraz ağır devriye aracı anahtarını kontağa takmış ve aracı çalıştırmıştı. İleriden Gri Dört ve Gri Beş’in geldiğini görmüştü.

“Ya şimdi, ya hiç...”

Vitesi takıp el frenini indirmiş ve gaza basarak önündeki uçaklardakine benzer direksiyona yapışarak gazın verdiği kuvvetle bir anda fırlayan devriye aracını zapt etmek için uğraşmıştı. Kontrolü eline alması çok uzun sürmemişti. Hemen Duvar’ın giriş kapısına doğru sürmüştü. Bu sırada Gri Dört devriye aracına yaklaşmış ve Yeşil’in olduğu tarafa gelip elini cama koyarak onu durdurmaya çalışmıştı. Yeşil, Gri Dört’ün yüzündeki öfke dolu ifadeyi fark etmişti, fakat durmasının imkânı yoktu. Gri Dört, son bir güçle Yeşil’in tarafındaki cama yumruğuyla iki kere sertçe vurmuş ve ardından araç uzaklaşırken öylece bakakalmıştı. Gri Beş devriye aracını biraz daha kovalamaya gayret etmişti, ancak o da çok geçmeden pes etmişti.

Yeşil, Duvar’ın demir parmaklıklı giriş kapısına doğru son hızla giderken, kapıya çarparsa ne tür bir şiddetle karşılaşacağını düşündü- ancak bunu hesaplamasına çok da gerek olmadı, çünkü parmaklıklı kapıya çarpmış ve kırarak Duvar’ın öteki tarafına geçmişti. Yeşil oturduğu yerde biraz silkelenmişti, ancak dengesini hemen geri kazanıp devriye aracını sürmeye devam etmişti.

Ve artık kaçıyordu... Gitmek istediği yere, son hamlesini yapmak üzere Skala’dan kaçıyordu...

Nereye gittiğini veya gitmesi gerektiğini ön camdan dışarıyı izleyerek karar vermeye çalıştı, ancak Büyük Gri’yle gerçekleştirmiş olduğu yolculuk sırasında dışarıyı izlemişti ise bile, bu yolu kestirmek kolay değildi. Kontrol paneline göz gezdirirken, panelin ortasında şoföre yakın bölümdeki siyah renk, üzerinde yeşil çizgilerle belirlenmiş harita ekranını fark etti. Ekranın yanında birkaç tuş ve yuvarlak kırmızı bir ışık vardı, yanıp sönüyordu. Yeşil, ışığın altındaki bir tuşa bastı ve harita ekranında birden yeşille çizilmiş bir yol belirdi. Yol çizgisinin alt tarafında bir üçgen şekli vardı ve bu üçgen, devriye aracının gittiği yönü gösteriyordu.

“Büyük Gri...” diye içinden geçirdi Yeşil. Adam onun için devriye aracının içine gideceği yolu gösteren bir harita mı bırakmıştı?...

Ormanın içinde tam gaz devriye aracını sürmeye devam etti. Fakat ağaçların sıklaşması, engebeler zaman zaman devriye aracının dengesini kurmasını zorlaştırıyordu. Bir yandan da haritaya göz atıp doğru yoldan gidip gitmediğini kontrol etmesi gerekiyordu. Ve hâlâ heyecanlıydı; direksiyonu tutan elleri titriyordu...

Oldukça uzun bir yol alıp kontrol panelindeki haritada yolun yarısını gitmişti. Yolculuğu çok iyi gidiyordu, aklında da düşünceler birbirini kovalıyordu; Ayşe, bırakıp gitmek, oluruna bırakmak... Bu kadar kolay mıydı? Kolay olabilir miydi? Bunu bilmiyordu, ancak artık yapabileceği tek bir şey vardı, tek bir hareket-

GÜMMM!

Yeşil bir an oturduğu yerde öyle bir sallandı ki, neye uğradığını şaşırdı. Ön camdan dışarı baktığında karşısında, devriye aracının ön tarafından çıkan dumanların arasında dev bir ağaç gövdesi görüyordu. Ayrıca devriye aracının önündeki ışıklardan birkaçı kırılmıştı, bu yüzden ağaç gövdesi korkuluk gibi duruyordu.

Yeşil araçtan indi. Çarpmanın etkisiyle vücudu ve en çok da dizleri acımıştı. Üstünü başını ovarak devriye aracına, çarptığı ağaca ve etrafa bakınmaya başladı, derin derin soluklandı. Araca geri bindi, fakat araç artık sürülebilecek gibi değildi; yolculuğun devamını istemiyormuş gibi bir homurtu çıkartıyordu ve sağa ya da yola, veya arkaya milim ilerlemiyordu. Yeşil haritaya baktı, ancak harita ekranı da gitmişti. Fenerini alarak araçtan indi.

Bu kadardı, her şey burada bitiyordu. Birazdan Skala’dan Griler gelip onu bulur ve oraya geri götürürlerdi. Başarısız olmuştu.

...derken etrafını birden sis ve fısıltılar sarmaya başladı. Bir sürü fısıltı duyuyordu, kaynağını merak ederek kendi etrafında döndü ve sislerin içinde gördüğü biri onun yerinde sıçramasına neden oldu: Lacivert. Beyaz renk düz bir elbise giymişti, rahat, huzurlu görünüyordu. Hiçbir derdi tasası yokmuş gibi bir hali vardı. “Ölüm,” diye düşündü Yeşil. “Böyle bir şey olsa gerek.”

Lacivert’in hayaleti ona başıyla ormanın içini işaret ederek ilerlemeye başladı, Yeşil de fenerini omzuna asıp onu takibe koyuldu. Onu gitmek istediği yere Lacivert mi götürecekti? Galiba öyleydi...

*

Yine günler ve haftalar geçmişti, Ayşe’nin durumunda olumlu tek bir gelişme yoktu; ibre hep olumsuzluktan yanaydı. En son olarak da karaciğerinde sorun çıkmıştı.

“Bu beklediğimiz bir gelişme,” demişti doktor. “Ancak gerçekleşmesi kötü oldu. Durumu şimdi daha kritik.”

Ayşe’yi karantina benzeri bir odaya almışlardı, bu odaya maskesiz ve hijyenik koşullar sağlanmadan girilemiyordu. O yüzden Yeşil, yüzüne bir maske takıp ayaklarına galoş giyerek odaya girmişti.

Yine aynı bip sesleri, yine kalp ritmini gösteren bir cihaz, ve yine o rahatsız edici sükûnet ortamı. Ayşe yatakta yüzünde oksijen maskesiyle yatıyordu, bakışları daha bayıktı, canının yandığı yüzünden anlaşılıyordu.

“Görüyor musun?” dedi, yüzündeki maskeyi kaldırıp sesinin duyulmasını sağlayarak, “Ben ölüyorum.”

“Öyle deme,” diye itiraz etti Yeşil hemen. Gerçek buydu, belliydi, ancak Yeşil, Ayşe’nin bunu söylemesini, kendini buna odaklamasını istemiyordu. Onun mutlu olmasını istiyordu. Ancak biliyordu ki ikisinin de içinde, birbirlerinden ayrılmalarına sebep olacak kor bir alev yanıyordu.

“Canım acıyor,” dedi Ayşe. “Çok acıyor.”

“Geçecek,” dedi Yeşil yalancı bir teselli için.

“Geçmeyecek,” dedi Ayşe, ağlamaklı bir edayla. “Biliyorum, geçmeyecek.”

“Bunları dert etme, bak ben yanındayım.”

“Seni çok seviyorum.”

“Ben de seni.”

Yeşil avuç içine öpücük kondurup Ayşe’ye doğru üfledi; Ayşe, Yeşil’in üflediği öpücük bir rüzgâr misali yüzüne esermiş gibi gözlerini kıstı ve hafif de olsa tebessüm etti, oksijen maskesini yüzüne geri yerleştirdi.

Yeşil tuvalet ihtiyacı için odadan çıktı, tuvaletin lavabosunda ellerini yıkarken soğuk suyu yüzüne birkaç defa çarptı ve lavabonun kenarlarına ellerini koyarak yüzünü aynaya yaklaştırdı. Kendini bıraksa hüngür hüngür ağlayacaktı, ancak bunu istemiyordu, o yüzden kendini zorlamaya çalıştı, ancak iki damla gözyaşının gözlerinden akmasına engel olamadı; gözyaşları, yüzüne çarptığı su damlalarının arasına karışarak boynundan aşağı, deyim yerindeyse içine içine aktı.

*

Yeşil, Lacivert’in ormanın içinde kendisine görünmesine sevinmişti. “Acaba zihnimin içinden geçenlerin duvardan bana yansıması mı?” diye düşünüp onu takip etmeye başlamıştı.

“Lacivert,” dedi durup. Lacivert’in hayaleti de onu duymuştu belli ki -ya da Yeşil’in zihninden geçenlere göre tepki veriyordu-, durup ona döndü. “Ayşe burada mı?” diye sordu Yeşil. Lacivert sadece başını öne sallayıp gülümsemekle yetindi ve önüne dönüp ilerlemeye devam etti. Yeşil de onu takibi sürdürdü.

Ormanın içinde yürümeye devam ettiler. Yeşil, “Belki şimdi yapmam gerek,” diye düşünerek tekrar Lacivert’e seslendi, ancak bu sefer durup konuşmak yerine yürürlerken anlatmayı tercih etti:

“Seni kurtaramadığım için özür dilerim. Bana söylediklerinden böyle bir şey yapacağını anlamalıydım... Yanında olamadım. Beni affet...”

Yeşil bunları söyledikten sonra bu sefer Lacivert’in hayaleti durup ona döndü ve sakin biçimde başını iki yana salladı, “Buna gerek yok,” der gibi. Ardından yürümeye devam etti.

Gittiler, gittiler, gittiler... En sonunda Lacivert durdu, onunla birlikte Yeşil de. Yürürken farkında değildi ama nefes nefese kalmıştı, durduklarında soluklandı. Lacivert, gerisinin Yeşil’in işi olduğunu belirtir gibi birkaç adım geriledi ve sahneyi ona bıraktı.

Yeşil, fenerini omuzundan çıkartıp önüne tutarak ışığını yaktı ve karşıya tutarak tuğladan duvarı bir kez daha şöyle bir inceledi. Skala, nöbet, “her şeyi oluruna bırakmak” burada bitiyordu, bitecekti... öyle olması gerekiyordu. Feneri duvarda gezdirerek yaklaşan Yeşil, kendi tuğlasını bulmaya çalıştı. Bir eliyle fenerini tutup duvarı aydınlatırken, bir elini de duvarın tuğlalarına sürerek ilerliyordu. Çok geçmeden kendi tuğlasını buldu, üzerindeki “Yeşil” ve “Ayşe” kelimelerinde gezdirdi parmaklarını. Ve arkasından gelen o sesi duydu:

“Yeşil...”

Yeşil gözlerini sıkıca kapadı; o sesi, o tonu çok iyi tanıyor ve biliyordu, birden yüreği burkulmuştu. Gözlerini açıp arkasını döndüğünde karşısında beyazlar içindeki Ayşe duruyordu, kıvır kıvır saçları etraflarını saran sisle beraber dalgalanıyordu.

“Ayşe... Ben... Ben özür dilerim...” Yeşil’in boğazı düğümleniyordu, yutkunmakta zorlanıyordu. Gözleri dolmaya başlamıştı, karşısındaki Ayşe’nin hayaletinin de suratı asıktı. “Ben... Ben yapamadım... Yetişemedim...”

Yeşil, Ayşe’ye doğru birkaç adım ilerleyip onun ellerini tutmak üzere kendi ellerini uzattı. Ona dokunmasına çok az kalmıştı, uzun süredir beklediğinden de az...

*

O gün Ayşe çok kritik bir ameliyat geçirecekti, karaciğeriyle ilgili problem gittikçe büyüyordu, önüne geçilemez bir noktaya gelmişti artık.

“En kötüsüne hazırlıklı olun,” demişti doktor Yeşil’e ve Ayşe’nin ailesine. Ayşe’nin annesi hüngür hüngür ağlıyordu, babası ise bitap bir haldeydi.

“Onu görebilir miyim?” diye sordu Yeşil. Doktor onun bu teklifini reddetmedi ve hemşirelere özel talimat verdi. Yeşil, Ayşe’nin olduğu karantina odasına girdi.

Yine o oda... Yine cihazların bip sesleri, yine kalp atışını gösteren o yeşil çizgi... Ancak bunlar artık Yeşil’in umurunda bile değildi. Karşıdaki yatakta Ayşe yatıyordu ve görüntüsü hiç hoş değildi- yaşayan, yaşamaktan zevk alan bir insan görüntüsü değildi, aksine gidiyordu, ölüyordu...

Yeşil’in geldiğini gören Ayşe yine oksijen maskesini aşağı indirdi.

“Nasılsın?” diye sordu Yeşil.

Ayşe dudağını büzdü. İyi değildi, zaten Yeşil ondan, “İyiyim,” gibi bir cevap da beklemiyordu. Ayşe dudaklarını oynattı, sanki bir şey söylemek istiyor ama zorlanıyor gibiydi. Yeşil onun yanına gelip diz çöktü ve yüzünü onunkine yaklaştırdı.

“Bir şey mi istiyorsun?” diye sordu yumuşak bir ses tonuyla. Ayşe başını yavaş biçimde öne salladı, acı çektiği yüzünden belliydi.

“G...” diye ıkındı genzinden. Kelimeyi söylemek istiyordu, ancak harfler ağzının içinde bir araya gelip dışarı çıkamıyordu. “G...” Yeşil onu, söylemek istediği şeyi söyleyene kadar bekledi. Ayşe biraz zorlanarak da olsa en nihayetinde, “Gül...” dedi.

Yeşil durdu, şaşırdı. “Gülmemi mi istiyorsun?” Gülümsedi, eliyle Ayşe’nin yüzünü sevdi. “Gülerim ben, sen yeter ki iste.”

“Gül...” diye devam etti Ayşe. “K...” Ancak Ayşe’nin dediği bitmemişti. “K... Kırmızı gül... Kıpk-kırmızı...”

Yeşil bir an gözlerini kırpıştırdı. “Kırmızı gül mü istiyorsun?”

Ayşe zorla da olsa başını öne salladı.

“Tamam,” dedi Yeşil, birden heyecanlanarak. “Sen iste yeter ki. Seni şimdi ameliyata alacaklar, ama sen ameliyattan çıkacaksın ve ben sana kırmızı gülünü getirmiş olacağım. Sen de o gülü tutacaksın. Tamam mı?”

Ayşe, Yeşil’in son söylediklerine bir tepki vermedi, gözlerini acı içinde kısmıştı. Yeşil onun maskesini yüzüne geri taktı ve dönüp odanın kapısından son kez çıktı. Bunun, Ayşe’yi canlı olarak gördüğü son an olduğunu hiç bilmiyordu...

Doktorlar Ayşe’yi ameliyata alırken, Yeşil de fırlayıp caddeye koştu ve fellik fellik çiçekçi aramaya koyuldu...

*

Yeşil ve Ayşe’nin hayaletinin birbirine dokunmasına ramak kalmıştı. Yeşil her adımda yeni bir şey söylüyordu.

“Benim... Benim artık seni unutmam lazım...”

Bunları söylerken gözlerinden yaşlar süzülüyordu, karşısındaki Ayşe’nin hayaleti de -galiba- ağlıyordu onunla birlikte.

“Sen öldün, ama ben de seninle ölemem... Benim yaşamam lazım...”

Artık aralarında varsa yoksa birkaç santimlik bir boşluk vardı.

“Çok uzun zamandır seni düşünüyorum Ayşe... Ama sana üzülmem, sana yetişememem benim hatam değil... Ben... Ben senin için yaptım... Daha fazla üzülemem artık...”

Ellerini uzatıp Ayşe’nin ellerini tuttu ve soğukluğu hissetti. Ancak bunun gerçekten olan bir eylem mi, yoksa zihnini ona oynadığı bir oyun mu olduğunu kestirmekte güçlük çekiyordu.

“Ben... Ben her şeyi oluruna bırakmalıyım artık Ayşe... Seni zihnimde, aklımın bir köşesinde uzun süre yaşattım, sırf yanında olamamam benim hatam diye... Ama öyle değil... Benim artık bu hissi, bu duvarı yıkmam gerekiyor...”

Yeşil bunu demesiyle birlikte Ayşe’nin ellerini bıraktı. Ayşe şimdi daha fazla ağlıyordu, gözlerinden yaşlar süzülüyordu, ama sesi çıkmıyordu. Yeşil dönüp duvara, Ayşe’yle ikisinin adının yazılı olduğu tuğlaya yaklaştı ve el fenerini, aynı Plan Odası’ndaki aynaya yapmayı planlamış olduğu gibi iki eliyle tutarak havaya kaldırdı. Bu sefer onu tutacak veya durduracak kimse yoktu. Ve tuğlaya güçlü bir darbe indirdi...

*

Yeşil caddede koşturuyordu... Sanki bütün çiçekçiler ortadan kaybolmuş gibi hiçbir yerde tek bir çiçekçi bulamıyordu... Ama bulacaktı, Ayşe’nin bu isteğini yerine getirecekti... Onun yüzünde bir gülümseme olacaksa ve bu kırmızı gülle olacaksa Yeşil bunu gerçekleştirecekti...

Onun koşarkenki kalp atışları, ameliyata alınan Ayşe’nin bağlı olduğu cihazdan gelen bip sesleriyle aynı seviyeye gelmişti. Bip... bip... bip... İki can bir olmuştu; biri ameliyat masasında, öteki dışarıda koşarken atıyordu...

Yeşil bulacaktı, ne olursa olsun bir çiçekçi bulacaktı... Ayşe’yle her zaman gittikleri parkta daha önce Ayşe’ye vermek için gül aldığı orta yaşlı bir kadın vardı... Üstelik park çok uzakta değildi... Kadını bulabilirdi...

*

Yeşil sert biçimde tuğlaya vurmuştu, ancak kuvvetli bir hasar verememişti; tuğlanın ortasında ufak bir çatlak oluşmuştu ve tuğla içeri doğru bükülmüştü. Yeşil, el fenerini kaldırıp tuğlaya bir daha vurdu... ve bir daha... arkasında Ayşe onu izleyip ağlıyordu, Yeşil de ağlıyordu...

*

Ameliyat masasındaki Ayşe’nin bağlı olduğu cihazdan gelen bip sesleri giderek sıklaşıyordu... Ameliyattaki doktorlar birbirlerine bakarak başlarını iki yana sallıyorlardı... “Başaramayacak.”

Yeşil, aynı bip seslerine denk gelen kalp atışlarına aldırmayarak, Ayşe’yle her zaman geldikleri parka vardı... Etrafta kimseler yoktu, park bomboştu... Gümbür gümbür atan kalbini göğsünde, kulaklarında, ağzında, gözlerinde, el ve ayak parmaklarının ucunda; vücudunun her yerinde hissederken gözleri çiçekçi kadını aradı... Burada bir yerlerde olması gerekiyordu...

Ameliyat odasında, Ayşe için umut gittikçe azalıyordu... Bip bip bip bip bip bip bip bip!

*

Yeşil, duvardaki tuğla parçasına vurdukça vurdu, vurdukça vurdu... El fenerinin ucu ezilmişti, parçalanmaya başlamıştı; elleri vurmanın etkisiyle zangır zangır titriyordu... Aklında ise birkaç cümle yankılanıyordu:

“Benim suçum değil... Ben seni bırakmak istemedim...”

Gücünü toplayarak tekrar tuğlaya vurmaya girişti... ve bir daha... ve bir daha...

*

Yeşil, çiçekçi kadını bulmuştu; kaldırımda bir tabure üzerinde oturuyordu kadın... Önünde rengârenk çiçekler sepetlerde duruyordu... Yeşil koşarak kadının yanına gitti ve sepetlerden birinde demet halinde duran kırmızı gülleri işaret etti... Kadın kaç tane olduğunu sordu, Yeşil üç tane istedi... Kadın çiçekleri verdi, Yeşil kadına fazla para verdi, ancak üstünü istemedi... Geri dönüp hızla koşmaya başladı...

Ayşe’yle Yeşil’in nabızları yine aynı hıza ulaşmıştı... Nabızlardan biri yetişmek için çabalarken, öteki yaşamak için çabalıyordu... Ancak ikisinin de işi zordu, çok zor...

Bip bip bip bip bip bip bip bip bip!

*

Yeşil el feneriyle duvara deliler gibi vuruyordu. Sanki karşısındaki duvar değil de, ona suçlu olduğunu söyleyen vicdanıydı ve onu susturmak için vurdukça vuruyordu...

“Benim suçum değil... Ben Ayşe’yi seviyorum... Ama artık aşmak zorundayım...”

Arkasındaki Ayşe’nin hayaleti ona doğru birkaç adım yaklaşarak ağlamaya devam etti... Hayaletin durgunluğuna karşın Yeşil’in öfkesi, acısı vücuduna sığmıyor, taşıyordu...

Duvara artık el feneriyle vurmuyordu, feneri yere bırakmıştı... Ellerini yumruk yapmış öyle vuruyordu tuğla parçalarına... Sanki her bir tuğla parçası kâğıttanmış gibi onları bölmeye, koparmaya çalışıyordu, ancak bu sadece avuç içlerinin kesilip kanamasına ve kanın duvarda iz yapmasına neden oluyordu...

*

Yeşil’in yolu azalmıştı... Yetişecekti... Yetişip ameliyattan çıkan Ayşe’ye bu gülleri verip onu sevindirecekti... Böyle düşünmenin verdiği azimle daha hızlı koştu, elinde tuttuğu gülleri öyle sıkmıştı ki dikenleri avuç içine batıp kanatmıştı... Ama bu umurunda değildi... Yeşil hastaneye yaklaştığında, kapıdan içeri girerken, Ayşe’nin nabzını ölçen alet son birkaç kez daha bipledi... Ardından bütün seslerin yerini upuzun bir bip sesi aldı... Kulak çınlaması gibi...

Yeşil, Ayşe’nin ameliyat olduğu odanın bir altındaki kata vardığında Ayşe’nin annesiyle babası hüngür hüngür ağlıyordu... Yeşil olana bitene anlam veremeden, bir doktor ve bir hemşire Yeşil’in yanına gittiler... Doktor başını iki yana sallıyordu: “Başaramadı...” Hemşire Yeşil’in sakin olması için teselli cümleleri söylüyordu... Yeşil gül tutan elini tüm gücüyle sıkıyordu, yumruğunun alt kısmından kandamlaları süzülerek yere akıyordu... Öteki elini de yumruk yapıp ağzına götürdü, Ayşe’nin hamile olduğunu söyleyeceğini sandığı günkü gibi yumruğunu ısırdı; bu sefer sevinçten değil, üzüntüdendi, ısırdığı yumruğunu ağzından çekse bağıracak, haykıracak, isyan edecekti... Ayşe’ye istediği gülleri getirmişti, ama artık Ayşe yoktu, yaşamıyordu...

Yeşil kendini koyuverip yere diz çöktüğünde herkes etrafına üşüşmeye, ona yardımcı olmaya çalıştı... Ancak hepsi nafileydi...

Yeşil son bir kez daha gördü Ayşe’yi, ailesi görmemesinin daha iyi olabileceğini söylemişti, fakat Yeşil artık kimseyi dinlemiyordu... Sadece Ayşe’nin o duru güzelliğe sahip yüzüne son bir öpücük konduracaktı... Kondurdu da... Dudaklarının onun yanağından hiç ayrılmaması isteyerek kocaman bir öpücük kondurdu... Ama ayrılmak zorundaydı, buna mecburdu... Bundan sonrasında ise Ayşe’nin mezarındaydı... Ona veremediği gülleri onun gömüldüğü toprağa usulca bırakıverdi...

Sonra, Skala’ya gitmeden önce son bir kez Ayşe’yle içinde hesaplaşmak, ona son kez diyeceklerini söylemek için yine çay bahçesine gitmişti... “Bırakma beni” demişti Ayşe... Ama Yeşil, Skala’ya gitmenin doğru bir şey olduğunu düşünüyordu, döndüğünde Ayşe’yle ilgili daha iyi anıları olacaktı... “Gidersen döndüğünde beni bulamayabilirsin” demişti Ayşe... Yeşil de bundan korkarak çay bahçesini terk etmişti...

*

Yeşil artık korkmuyordu. Duvara yumruk atmaktan yorulmuş, diz çökerek ellerinden birini yumruk yapmış ağzına bastırıyordu, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Öteki elini yüzü hizasında kaldırıp avuç içine baktı: kan vardı.

“Artık ben de lekeliyim,” diye düşündü içinden. “Kırmızıya büründüm. Siyaha büründüm.” Olması gereken de buydu; acısını, öfkesini yaşaması gerekiyordu. Ayşe arkasında durmuş onu seyrediyordu.

“Beni sen gönderdin,” diye düşündü Yeşil. “Ölümünde yanında olmayayım diye, bunu istemediğin için beni gülleri almaya sen gönderdin.” Arkasını dönüp bakmasa da Ayşe’nin bunu başıyla onayladığını biliyordu. Ama artık hepsi geçmişti. Artık zihnin duvarını yıkmıştı Yeşil, artık her şeyi oluruna bırakmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyordu, artık rahattı...

O ağlayıp rahatlarken, arkadan Skala’nın ikinci devriye aracı geldi ve duvar ve Yeşil’den birkaç adım ileride durdu. Araçtan Büyük Gri indi Yeşil’e doğru yaklaştı. Yeşil’in bir tarafında bir hayal, Ayşe, duruyordu, öteki tarafında gerçeklik, Büyük Gri.

Büyük Gri Yeşil’in yanına gelip elini onun omzuna koydu elini. “Tamam artık, hadi,” dedi, “yaptın. İşi bitirdin.”

Yeşil Büyük Gri’nin bu söylediğine inanarak ayağa kalktı ve dönüp onunla birlikte ikinci devriye aracına gitti, giderken de kenarda durmakta olan Ayşe’nin hayaletine son bir kez ağlayarak baktı, Ayşe de ağlıyordu. Daha önce gerçekleştirmeleri gereken bir veda sonunda olmuştu işte, Yeşil’in hissettiği ve onu acıtan baskı üzerinden kalkmıştı. Artık düşündüğü tek bir şey vardı, o da Ayşe’nin öldüğü ve onun yine de Ayşe’yi ne kadar çok sevdiğiydi... Tek mutlak gerçek...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder