Paul Auster’ın 2011 yılının kışında kaleme aldığı ve Can Yayınları’nın erken hazırlığı vesilesiyle dünyadan önce Türkiye’de Ocak 2012'de çıkan yeni kitabı “Kış Günlüğü”; artık belli bir yaşa gelmiş olan usta yazarın geçmişini onun gözünden, kendi kendine konuşur gibi kullandığı bir üslupla anlatıyor.
Bu zamana kadar onlarca roman yazmış olan ve Amerika’nın en
saygın ve çağdaş yazarlarından biri olarak kabul edilen Paul Auster, artık 60
yaşında bir ihtiyar. Zihin ve ruh yaşı ne olursa olsun, beden insana mutlaka
ihanet ediyor ve zaman geçtikçe o beden, geçmişin yoğun izlerini taşıyor. İşte
Auster bunun farkında olarak “Kış Günlüğü” (Winter Journal) adlı kitabını 2011
kışında kaleme alıyor ve geçmişinden bugüne kadar hatırladığı kimi taze, kimi
artık kendisinin bile unutmaya yüz tuttuğu ancak zihninin bir köşesinde
benliğini koruyan anılarını paylaşıyor okurlarıyla...
Kitap belli bir kalıbı takip etmiyor, öyle Auster’ın aklına
gelen pek çok farklı anı ve farklı konular hakkında oradan oraya bir geçiş
yapıyor ve kitabı okurken, Auster’ın bu anıları hikâye gibi anlattığını fark
ediyorsunuz. Yine her zamanki gibi insanın olağan zamanlardaki hareketlerini,
düşüncelerini bir bir sıralıyor yazar; öyle ki bazen bu sıralaması insana
baygınlık verebiliyor (koca bir sayfa boyunca bir insanın hayatı boyunca
yaptığı günlük ve anlık hareketlerin sıralanması ve bunun birkaç sayfada
kendini tekrar etmesi), ancak yine de kitap kendini sonuna kadar okutmayı
başarıyla tamamlıyor.
Kendi başına gelenler, ailesinin, arkadaşlarının başına
gelenler; yaşadığı, taşındığı evler; tanıştığı insanlar; ilk aşkı, flörtleri,
yaşadığı aşk ve seks tecrübeleri; annesi ve babası hakkındaki çarpıcı
açıklamaları ve itirafları; vücudunun arşivlediği geçmişten bugüne başına gelen
fiziksel olaylar ve sakatlıkların her birinin ayrı ayrı hikâyeleri... Anı
kitabını okurken, gözünüzün önünde adeta farklı yaş evrelerindeki Paul
Auster’ın başından geçen olaylar birer film sahnesi gibi geçip gidiyor.
Auster bu anı kitabında ayrıca bazı hastalıkları ve
rahatsızlıkları nedeniyle ölüme, ölüm korkusuna, bu korkuyla yüzleşmeye dair
kendi açısından bazı kişisel devrimlerini de anlatıyor ki bu devrimleri
herkesin kendi içinde yaşaması gerektiğini düşünüyorum. Nitekim ben hâlâ yaşayabilmiş
değilim. Ama bir insanın hayatında bir veya birkaç defa ölüm tarafından
yoklanması ve bu vesileyle hayatının her ânında ölüme hazırlıklı olması bence
en büyük aşamalardan biri. Auster kendi ölümü ve ölüm düşüncesi kadar, onu
derinden sarsan annesinin ölümünü de anlatıyor, hatta bu ölüme bayağı uzun bir
kısmı ayırmış kitapta. Annesinin ölümü, bunu kabullenemeyişi (ya da idrak
edemeyişi) ve akabinde bunun kendisi üzerindeki olumlu-olumsuz etkileri yazarın
usta anlatım diliyle satır aralarında kelimeler aracılığıyla yer buluyor.
Kitabın her iki üç sayfasından birinde yeni bir anı
anlatıldığı için başınız bir süre sonra dönmeye başlayabiliyor, sonra
alışıyorsunuz. Kitabın neredeyse son sayfasına kadar anılar var. Ve elbette
Paul Auster kitaplarının olmazsa olmazı film okumaları da mevcut. Kitabın
sonuna gelip son satırları okuduktan ve kapağı kapattıktan sonra da insan kendi
kendine “...peki ya sen?” diye sormadan edemiyor.
Kitap 195 sayfa, yer yer biraz ağır bir dille ilerlese de
çok sıkmadan rahatlıkla iki günde, hatta hızlı bir okuyucuysanız bir günde bile
bitebilecek keyifli bir roman. İnsan her zaman romanlarını keyifle okuduğu bir
yazarın zihninin içine dalıp anıları arasında yolculuk edemiyor haliyle...
Keyifli okumalar!...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder