Usta birliği; Ardahan...
Bu vakitten sonra acemi birliği atlattık ve zaten bütün
maceralar acemi birlikte geçtiği için, usta birliği kısmını daha kısa tutup
daha üstünkörü gideceğim. Okurken de sıkılma ve dikkat dağınıklığı riski
azalmış olur. Zaten koskoca Ardahan’la ilgili usta birliğinin en dikkat çekici
iki özelliği: yalnızlık ve kar, başka bir şey değil...
Bir arkadaşımla Ardahan il merkeze birlikte yazıldığımız
için, 26 Eylül 2011’deki yolculuğumuzu da birlikte gerçekleştiriyoruz. Tabii
Ardahan’a kara yoluyla ulaşım 15 saat civarı, ayrıca çekilecek süre değil, o
yüzden uçakla Kars’a gidiyoruz.
Bu vakitten sonraki yolculuk deneyimi, bana Kastamonu’ya
yaptığım yolculuktan daha sürreal geliyor her nedense. Ömrümde daha önce Kars’a
gitmek gibi bir ihtimali geçin, bir düşünce dahi olmamış, ancak işte konu
askerlik olunca en olasılıksız olan bile insanın başına gelebiliyor. Bu sebeple
uçağa biniyoruz ve 1 saat 15 dakika içinde Kars’a varıyoruz.
Havaalanı henüz yeni inşa edilmiş, ufak tefek bir yer.
İndiğimizde pistin etrafında her yer dağlık. Arkadaşla birlikte, Kars’taki
diğer kısa dönem arkadaşlarla buluşma yerine gidiyoruz. Burada bir süre boyunca
oturup sohbet ettikten sonra, yollarımız yavaş yavaş ayrılıyor. Benim arkadaşın
yanında bir arkadaş daha var, üçümüz de Ardahan yolcusuyuz. Kars’tan Ardahan’a
Koç Ardahan firması var götüren, ona binip Ardahan’a gideceğiz.
Servise biniyoruz (şirketin bize düşen aracı servis),
ücretlerimizi ödeyip yolculuğa başlıyoruz... Gidiyoruz gidiyoruz, Kars
sınırından çıkıyoruz, daha da gidiyoruz. Giderken servisin camlarından
manzaraya bakıyorum; her yer dağ, arazi, bayır vb. Sanki Ardahan’a asker olarak
değil de, mülteci olarak bambaşka bir yere, bir sınıra gidiyoruz. Hiçbir yerde
tek bir bina, yapı, hiçbir şey yok.
Servis iki saatin sonunda Ardahan’a varıyor. Bizim jandarma
il merkez komutanlığına gitmemiz gerekiyor. Şoför bizi yönlendiriyor ve
komutanlığa varıyoruz. Öyle bir alandayız ki, bir bu komutanlık var, bir de
karşısında elektrik idaresi binası. Komutanlığa giderek kapıdan geçiyoruz ve
usta birliğimize teslim oluyoruz.
Laurel ile Hardy’nin Hardy’sine benzeyen bir komutan
karşılıyor bizi, konuşması da Beyaz’ın unutulmaz tiplemesi Hüsmen Dayı’nınki
gibi. Nizamiye kulübesine giriyoruz ve orada kaydımız alınıyor hemen. Yandaki
bekleme odasına götürülüyoruz, burada çantalarımıza arama yapılacak. Genç bir
er eşyalarımızı aramaya başlıyor. Kastamonu’da çantamı aramış olan er gibi
değil, biraz daha cin ve hazırcevap, ancak görünüşü o kadar sakin ki bunları
ilk başta fark etmiyorsunuz. Kolonya, sprey benzeri şeyleri çıkarttırıyor,
arada arkadaşım, “Yav spreyden ne olacak ki?” diye soruveriyor. Denetçi er
spreyi alıp cebinden de bir çakmak çıkartıp çakarak spreyi çakmağın ateşine
sıkıyor ve kocaman bir alev topu oluşuyor. Sonra er hiçbir şey olmamış gibi tip
tip arkadaşa bakarak “Patlayıcı, komutanlar istemiyor” diyor.
Ben saf biçimde, “Telefonum yok, ama sim kartım var,” diye
uzatıyorum, denetçi er yan yan sırıtarak “Gerek yok, sende kalsın,” diyor.
Denetleme işlemimiz bitince, dağıtımımız oluncaya kadar
kalacağımız koğuşlara götürülüyoruz ve eşyalarımızı bırakıp er gazinosunun
oraya gidiyoruz. Birkaç güne kalmaz da dağıtımımız yapılacak; ya il merkez
komutanlığında kalacağız, ya da ilçe karakollara düşeceğiz.
Dışarısı soğuk. Ekim ayına yakın olmasına rağmen Kasım sonu
gibi bir soğuk var. Bu soğuğa birkaç günde alışıyoruz, ancak sabahki ve akşamki
soğuk muazzam.
Komutanlık binasının önünde gündüz çavuşu bizi sıraya
diziyor, komutanı çağıracak ama herkesin tam olması lazım. Benim o an içimden
geçenler aynen şöyle:
- Üşüyorum...
Çavuş ona buna laf yetiştirip düzgün durmalarını söylüyor,
yoksa komutanı çağırmayacak.
- Üşüyorum...
Çavuş binanın içine girip komutanı çağırıyor, geri geliyor
ama komutan yok. Birkaç dakikaya gelecekmiş.
- Üşüyorum...?
Bölük komutanı en sonunda geliyor, çavuşun biraz gerisinde,
binanın önündeki basamakların tepe kısmında duruyor.
- Donuyorum!
“Merhaba asker,” diyor.
Bölük hep birlikte: “Sağ ol!”
“Ardahan’a hoş geldiniz.” diyor ve anlatmaya başlıyor
komutan. Birkaç güne dağıtımınız olacak, diyor, o zamana kadar il merkezde
konaklayacağımızı belirtiyor. Ardından akşam içtimasına kadar bırakıyor bizi.
İçtimalar, şunlar bunlar derken, gün içinde komutanlığın
hurda bölgesinde atılacak ve saklanacakları ayıklıyoruz. Sonra spor yapılan
alandaki çimlerin üzerine dökülen yaprakları topluyoruz. Boş kaldığımızda bir
komutanın gözüne batıyoruz, komutan bizi çağırıyor nizamiye kulübesinin oraya,
etrafa dökülen yaprakları topluyoruz. Ha bu arada, yaptığımız yaprak toplama
işi delilik! Çünkü dökümün kaynağı olan ağaç orada ve birkaç saate yine
yapraklar dökülecek. Ama bölük komutanı boşta asker görmek istemiyormuş o
yüzden sürekli çalıştırılıyoruz.
Yaklaşık 5 gün boyunca il merkez komutanlığında kalıyoruz.
Er gazinosunda LCD TV var, USB girişli hem de. Bir de gündüz çavuşunda USB var,
her çarşıya çıkışında USB’nin içine yerli ve dublajlı yabancı filmler atıyor,
getiriyor ve sabahtan akşama kadar film izleniyor. Her gün, ertesi gün
dağıtımımız olacağı şeklinde bir düşünceyle hareket ediyoruz, ancak dağıtım
olmuyor olmuyor, en sonunda 1 Ekim günü dağıtım gerçekleşiyor.
Er gazinosunu konferans salonuna dönüştürüyoruz- konferans
salonu dediysem, sandalyeler televizyona bakar vaziyete getirilip, televizyonun
önünde sol tarafa kürsü yerleştiriliyor. Alay komutanı geliyor ve bizlerle
–biraz bel altı olmak üzere- sohbet ediyor. Keyifli, güldüğümüz bir sohbet bu.
Personel işleri astsubayı komutan kura için kâğıtlar hazırlamış, bunları
getirip kürsünün yanındaki masaya boşaltıyor. İsmi okunan sırayla gelip
kurasını çekecek.
Üç kişi gidiyor, beş kişi gidiyor, kura kâğıtları azalmaya
başlıyor ve sıra bana geliyor. Masaya gidip kura kâğıtlarına bakıyorum.
“Sol taraftakilerden seç,” diye şaka yapıyor alay komutanı.
“Orada il merkez vardır.”
Gülüyorum ve kura kâğıdımı seçiyorum, açıyorum, kalbim
gümbür gümbür (o mizansende o atmosferde öyle olmaması mümkün değil). Kâğıda
bakıyorum: Damal yazıyor.
“Damal,” diyorum personel işleri komutanına. Önündeki
listeye bunu yazıyor komutan.
Kura çekimi tamamlanıyor, Damal’a gidecek ben dahil üç
kişiyiz. İlçe karakollardan da araçlar gelmiş, bizleri götürecek. Ardahan’a
birlikte geldiğim arkadaşımdan ayrıldığım için tuhaf hissediyorum, yolun bundan
sonrası, hiç tanımadığım iki er arkadaş ve komutanlar eşliğinde olacak.
Bavulumu alıyorum ve bizi götürecek araca gidiyorum. Bavullarımız
yerleştiriliyor ve iki arkadaşla birlikte jandarma aracının arka bölümüne
yerleşiyoruz. Aracın camlarında teller var, insan kendini mahkûm gibi hissediyor
ister istemez.
Yol boyunca diğer ilçelere giden jandarma araçlarıyla konvoy
halinde ilerliyoruz. Aracın içinde öteki arkadaşlarla, gittiğimiz yer hakkında
konuşuyoruz.
“Orada bir sürü uzun dönem er olacak şimdi,” diyorum. “Bence
gidince hemen yüz göz olmayalım, biraz mesafeli davranalım.” Bunlar aslında
kötü niyetli laflar değil, biraz acemi birliğinde komutanlarımızın bizlere uzun
dönemlerle ilgili anlattıklarından ötürü oluşan endişe itibariyle söylüyorum.
Diğer iki er arkadaş benden yaşça büyükler, “Yok yahu o
kadar da mesafeli olmayalım, onlara büyükleriymiş, abileriymiş gibi
davranalım,” diyor biri.
“Tabii tabii canım, çok mesafe de iyi değildir.” diyorum.
Nihayet 45 dakika sonra Damal’daki karakola varıyoruz.
Araçtan indiğimizde bir an nerede olduğumu şaşırıyorum. Bir tarafta karakol
binası, tam yanında komutanların lojman binası, karakolun arkasındaki alanda,
ileride kömürlük var. Gerisi dağ taş, sonsuzluk.
Eşyalarımızı yüklenip karakola giriyoruz, koğuşa çıkıyoruz.
Kendimi 80’lerdeki “Hababam Sınıfı” gibi bir sette hissediyorum tekrar. Her şey
çok eski. Uzun dönem askerler, hiç de öyle gözümde büyüttüğüm gibi çıkmıyor.
Hatta şöyle bir algıdan bahsedebilirim; böyle ıssız bir yerde o kadar
birbirleriyle iç içeler ki belki onlar da sıkılmışlar ve yeni yüzler gelince
acayip seviniyorlar, en içten hoş geldin dileklerini belirtiyorlar. Kendimize
ranza seçmeye başlıyoruz boşta olanlardan. Ben, kazancı arkadaşın ranzasının
üst tarafına yerleşiyorum. Acemi birliğindekinden farklı olarak, asker
dolapları koğuşun içinde, yatakların hemen arkasında. Koğuş 40 kişilik hemen
hemen. Eşyalarımızı koyuyoruz, erlerden biri bizi karakol komutanının
çağırdığını söylüyor.
Aşağı iniyoruz, yemekhaneden geçiyoruz- bu arada yemekhane
aynı zamanda er gazinosu, yani her iki türlü kullanılıyor. Yemek masaları var
altı tane, erlerin televizyon izlemesi için konmuş yastıklı sandalyelerden var,
bir de tam karşıda tavana asılmış LCD TV. Onun yanındaki duvara dayalı olarak
da kütüphane var, bir tane raflı dolap. Televizyonun asılı olduğu duvarla
komutanların iş yaptıkları karakol arasında bir de ufak bir kantin var.
Binanın karakol bölümüne geçiyoruz üç er. Karakol komutanı
masasında oturuyor.
“Hoş geldiniz,” diyor. Kısık sesle hoş bulduk cevabımızı
veriyoruz. “Burada dört ay boyunca beraber olacağız ve bizim emrimiz altında
olacaksınız. Ardahan’da kar yağar, bunu duymuşsunuzdur mutlaka. Biz de buraya
kar gerçek anlamda yağmaya başladı mı sizi bırakırız. İşleyişimiz böyledir.
Sizler kısa dönem olduğunuz için disiplin konusunda bir sıkıntı yaşayacağımızı
düşünmüyorum. İnşallah buradaki döneminiz boyunca iyi şeyler yaşarız.”
Komutan erlerden birini çağırıyor. Er Laz, has Trabzonlu.
“Arkadaşlarına karakolu gezdir,” diyor komutan.
Laz er esprili biçimde emredersiniz diyor ve bizi alarak
karakolu gezdirmeye başlıyor: yemekhanesi, mutfağı, çamaşırhanesi, duşlar
bölümü (duş için beş tane bölme var ancak basınç olmadığından sadece tek bir
bölmede duş alınabiliyor), komutanlık tarafında ise santral odası ve en üst katta,
koğuşun olduğu noktaya denk gelen geniş spor odası. Bir iki tane ucunda ağırlık
olan demir, bir barfiks direği, hepsi bu.
Santral odasına gittiğimizde gündüz santralcisi sarışın bir
erle karşılaşıyoruz. Gözleri kan çanağına dönmüş, masada kayıt dosyaları açık,
ha babam “Hizmete Özel” ve bir iki tane başka mührü basıp duruyor.
“Derdin nedir?” diye soruyoruz.
“Gececi arkadaş hepsini bana bırakmış. Onu bir bulursam...”
diye söyleniyor er. Odada bir adet santralle ilgili elektronik sistemin
bulunduğu bir dolap var, bir tane yazıcı cihaz, semaç (askeriyenin kullandığı
gizli haberleşme sistemi, telgrafın biraz daha moderni gibi bir şey), iki
telefon, bir de karakol içindeki ve dışındaki kameraların görüntülerinin bağlı
olduğu bir bilgisayar ekranı. Pencerede ise yine demir parmaklıklar var, yine o
mahkûm hissi.
İdari işler astsubayı başçavuş bizi odasına çağırıyor, gayet
sakin bir komutan, ancak gizli bir panik halinde. Her an başı derde girecekmiş
gibi üzgün bir surat ifadesi ve kalkık kaşları var. Bizden bilgilerimizi
istiyor, nüfus cüzdanlarımızı alıyor, sağlık karnelerimizi alıyor. Sonra bize
soruyor:
“Şimdi hanginiz gündüz santralcisi, hanginiz gece
santralcisi, hanginiz çavuş olmak ister?”
Benim aklımda başından beri hep santralcilik var. Hem orada
vakit daha hızlı geçer, hem de elektronik bir şeylerle uğraşırım diye
düşünüyorum. Gerçi daha demin gündüz santralcisiyle konuşurken, gündüz
santralciliğinin ne kadar çileli bir şey olduğunu görmüşüm.
“Evet, hanginiz hangisi olacaksınız? Var mı içinizde
gönüllü?” Komutan bunu sorarken bu sefer gülümsüyor.
“Ben gündüz santralcisi olurum komutanım,” diyorum. Bu laf,
benim usta birliğim süresince başıma gelecek birtakım olaylara vesile olacak
beyanım.
Birkaç saniye sessizlikten sonra, diğer iki er arkadaştan
biri, “Ben gece santralcisi olurum komutanım,” diyor. “Sorun yaşamayız değil
mi?”
“Yok yok, gece santralcisinin işi kolay zaten,” diye
yanıtlıyor komutan. Öteki ere bakıyor, “İyi o zaman, sen de gündüz çavuşu
olursun tamam mı?” diyor.
Üçüncü er, “Tamam komutanım,” diyor sessiz biçimde.
Bundan sonra, bölük komutanının odasına çağrılıyoruz.
Gitmeden önce de uzun dönem erlerden, bölük komutanının biraz deli, ancak çok
iyi niyetli biri olduğu bilgisini alıyoruz.
Odaya giriyoruz, selamımızı veriyoruz ve bölük komutanının
emriyle masasının önündeki koltuklara oturuyoruz. Komutanın odasının
pencereleri, karakolun ön cephesine bakıyor, yine dağlar, dağlar...
Komutan bizden beklentilerini anlatıyor, ancak kendisi de
biraz dertli karakolun askerleri yüzünden. “O kadar çok çekiyorum ki askerden,”
diyor, “yani şurada karşımda 100 tane terörist olsun onlarla çatışayım gam
yemem. Ama iki asker kavga sebebiyle odama geliyor ya boğasım geliyor!”
Anlaşılan bölük komutanı karakolda gerçekten kavgadan bunalmış ve istemiyor.
Ardından bizlere görevlerimizi soruyor, görev dağıtımı
olduğunu söylüyoruz. Bölük komutanının odasına gelmeden önce santralci erle
konuşmuşluğum var ve kendisi, santralde gündüz iki kişi olmasından yana.
Özellikle santralci er birkaç hafta sonra bana görevi öğrettiğiyle birlikte
santralciliği bırakacak. Ben de bunu bölük komutanına belirtiyorum; “Komutanım,
santralde gündüz iki kişi olma gibi bir durumumuz var mı?”
“Cık,” diyor komutan. “Santralde yalnızca bir kişi olur,
orası onun görevidir, başka adam olmaz.”
Başka söz yok. Herkes durumundan –şimdilik- memnun.
Eşyalarımızı yerleştiriyoruz, ben okuduğum kitabı,
eşyalarımı, giysilerimi filan hepsini dolabıma yerleştiriyorum, ancak dolapta
tutulacak malzemeler konusundaki kısıtlama beni biraz düşündürüyor. Ardından
kalanları bavulla birlikte bavul odasına götürüyoruz ve orası kilitleniyor.
Akşam yemek içtiması alınıyor, acemilikteki gibi “Tanrımıza
hamdolsun, milletimiz var olsun” lafındaki “Tanrı” yerine burada “Allah” ismi
kullanılıyor. Karakol hepi topu 25 kişi filan, bir iki tanesi de herhalde
izinde, iki üç tanesi de nöbetti mutfaktı derken 17-18 kişilik bir sıra
oluyoruz. Komutan geçici gündüz çavuşundan bilgileri alıyor, ardından genel
uyarılarını yapıyor ve akşam yemeğini almaya başlıyoruz. Acemilikteki gibi sıra
sıkıntısı yok, iki dakika içinde sıra geliyor ve alıyorum.
İlerleyen birkaç gün boyunca, öteki iki kısa dönem erle,
karakolun çevresindeki manzarayı dalgaya alıyoruz, “İstanbul’un Avrupa yakası,
aaa bak bak köprüde trafik var,” filan diyoruz. Ancak Damal ıssız, çok ıssız.
Damal’a geldikten sonraki birkaç gün burada günler nasıl geçecek diye
düşünmeden edemiyorum. Geçecek tabii bir şekilde, ‘öyle bir geçer zaman ki’...
Derken, tarih 3 Ekim 2011’i gösterirken Damal’a senenin ilk
karı yağmaya başlıyor...
Bundan sonrası benim santraldeki görevim ve başıma gelen
birtakım hadiseler üzerine...
Tu bi kontinyud... (Devam edeceeek, et!)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder