1 Nisan 2012 Pazar

Yaylalar yaylalar... (9)


Usta birliği; Ardahan...

Bu vakitten sonra acemi birliği atlattık ve zaten bütün maceralar acemi birlikte geçtiği için, usta birliği kısmını daha kısa tutup daha üstünkörü gideceğim. Okurken de sıkılma ve dikkat dağınıklığı riski azalmış olur. Zaten koskoca Ardahan’la ilgili usta birliğinin en dikkat çekici iki özelliği: yalnızlık ve kar, başka bir şey değil...


Bir arkadaşımla Ardahan il merkeze birlikte yazıldığımız için, 26 Eylül 2011’deki yolculuğumuzu da birlikte gerçekleştiriyoruz. Tabii Ardahan’a kara yoluyla ulaşım 15 saat civarı, ayrıca çekilecek süre değil, o yüzden uçakla Kars’a gidiyoruz.

Bu vakitten sonraki yolculuk deneyimi, bana Kastamonu’ya yaptığım yolculuktan daha sürreal geliyor her nedense. Ömrümde daha önce Kars’a gitmek gibi bir ihtimali geçin, bir düşünce dahi olmamış, ancak işte konu askerlik olunca en olasılıksız olan bile insanın başına gelebiliyor. Bu sebeple uçağa biniyoruz ve 1 saat 15 dakika içinde Kars’a varıyoruz.

Havaalanı henüz yeni inşa edilmiş, ufak tefek bir yer. İndiğimizde pistin etrafında her yer dağlık. Arkadaşla birlikte, Kars’taki diğer kısa dönem arkadaşlarla buluşma yerine gidiyoruz. Burada bir süre boyunca oturup sohbet ettikten sonra, yollarımız yavaş yavaş ayrılıyor. Benim arkadaşın yanında bir arkadaş daha var, üçümüz de Ardahan yolcusuyuz. Kars’tan Ardahan’a Koç Ardahan firması var götüren, ona binip Ardahan’a gideceğiz.

Servise biniyoruz (şirketin bize düşen aracı servis), ücretlerimizi ödeyip yolculuğa başlıyoruz... Gidiyoruz gidiyoruz, Kars sınırından çıkıyoruz, daha da gidiyoruz. Giderken servisin camlarından manzaraya bakıyorum; her yer dağ, arazi, bayır vb. Sanki Ardahan’a asker olarak değil de, mülteci olarak bambaşka bir yere, bir sınıra gidiyoruz. Hiçbir yerde tek bir bina, yapı, hiçbir şey yok.

Servis iki saatin sonunda Ardahan’a varıyor. Bizim jandarma il merkez komutanlığına gitmemiz gerekiyor. Şoför bizi yönlendiriyor ve komutanlığa varıyoruz. Öyle bir alandayız ki, bir bu komutanlık var, bir de karşısında elektrik idaresi binası. Komutanlığa giderek kapıdan geçiyoruz ve usta birliğimize teslim oluyoruz.

Laurel ile Hardy’nin Hardy’sine benzeyen bir komutan karşılıyor bizi, konuşması da Beyaz’ın unutulmaz tiplemesi Hüsmen Dayı’nınki gibi. Nizamiye kulübesine giriyoruz ve orada kaydımız alınıyor hemen. Yandaki bekleme odasına götürülüyoruz, burada çantalarımıza arama yapılacak. Genç bir er eşyalarımızı aramaya başlıyor. Kastamonu’da çantamı aramış olan er gibi değil, biraz daha cin ve hazırcevap, ancak görünüşü o kadar sakin ki bunları ilk başta fark etmiyorsunuz. Kolonya, sprey benzeri şeyleri çıkarttırıyor, arada arkadaşım, “Yav spreyden ne olacak ki?” diye soruveriyor. Denetçi er spreyi alıp cebinden de bir çakmak çıkartıp çakarak spreyi çakmağın ateşine sıkıyor ve kocaman bir alev topu oluşuyor. Sonra er hiçbir şey olmamış gibi tip tip arkadaşa bakarak “Patlayıcı, komutanlar istemiyor” diyor.

Ben saf biçimde, “Telefonum yok, ama sim kartım var,” diye uzatıyorum, denetçi er yan yan sırıtarak “Gerek yok, sende kalsın,” diyor.

Denetleme işlemimiz bitince, dağıtımımız oluncaya kadar kalacağımız koğuşlara götürülüyoruz ve eşyalarımızı bırakıp er gazinosunun oraya gidiyoruz. Birkaç güne kalmaz da dağıtımımız yapılacak; ya il merkez komutanlığında kalacağız, ya da ilçe karakollara düşeceğiz.

Dışarısı soğuk. Ekim ayına yakın olmasına rağmen Kasım sonu gibi bir soğuk var. Bu soğuğa birkaç günde alışıyoruz, ancak sabahki ve akşamki soğuk muazzam.

Komutanlık binasının önünde gündüz çavuşu bizi sıraya diziyor, komutanı çağıracak ama herkesin tam olması lazım. Benim o an içimden geçenler aynen şöyle:

- Üşüyorum...

Çavuş ona buna laf yetiştirip düzgün durmalarını söylüyor, yoksa komutanı çağırmayacak.

- Üşüyorum...

Çavuş binanın içine girip komutanı çağırıyor, geri geliyor ama komutan yok. Birkaç dakikaya gelecekmiş.

- Üşüyorum...?

Bölük komutanı en sonunda geliyor, çavuşun biraz gerisinde, binanın önündeki basamakların tepe kısmında duruyor.

- Donuyorum!

“Merhaba asker,” diyor.

Bölük hep birlikte: “Sağ ol!”

“Ardahan’a hoş geldiniz.” diyor ve anlatmaya başlıyor komutan. Birkaç güne dağıtımınız olacak, diyor, o zamana kadar il merkezde konaklayacağımızı belirtiyor. Ardından akşam içtimasına kadar bırakıyor bizi.

İçtimalar, şunlar bunlar derken, gün içinde komutanlığın hurda bölgesinde atılacak ve saklanacakları ayıklıyoruz. Sonra spor yapılan alandaki çimlerin üzerine dökülen yaprakları topluyoruz. Boş kaldığımızda bir komutanın gözüne batıyoruz, komutan bizi çağırıyor nizamiye kulübesinin oraya, etrafa dökülen yaprakları topluyoruz. Ha bu arada, yaptığımız yaprak toplama işi delilik! Çünkü dökümün kaynağı olan ağaç orada ve birkaç saate yine yapraklar dökülecek. Ama bölük komutanı boşta asker görmek istemiyormuş o yüzden sürekli çalıştırılıyoruz.

Yaklaşık 5 gün boyunca il merkez komutanlığında kalıyoruz. Er gazinosunda LCD TV var, USB girişli hem de. Bir de gündüz çavuşunda USB var, her çarşıya çıkışında USB’nin içine yerli ve dublajlı yabancı filmler atıyor, getiriyor ve sabahtan akşama kadar film izleniyor. Her gün, ertesi gün dağıtımımız olacağı şeklinde bir düşünceyle hareket ediyoruz, ancak dağıtım olmuyor olmuyor, en sonunda 1 Ekim günü dağıtım gerçekleşiyor.

Er gazinosunu konferans salonuna dönüştürüyoruz- konferans salonu dediysem, sandalyeler televizyona bakar vaziyete getirilip, televizyonun önünde sol tarafa kürsü yerleştiriliyor. Alay komutanı geliyor ve bizlerle –biraz bel altı olmak üzere- sohbet ediyor. Keyifli, güldüğümüz bir sohbet bu. Personel işleri astsubayı komutan kura için kâğıtlar hazırlamış, bunları getirip kürsünün yanındaki masaya boşaltıyor. İsmi okunan sırayla gelip kurasını çekecek.

Üç kişi gidiyor, beş kişi gidiyor, kura kâğıtları azalmaya başlıyor ve sıra bana geliyor. Masaya gidip kura kâğıtlarına bakıyorum.

“Sol taraftakilerden seç,” diye şaka yapıyor alay komutanı. “Orada il merkez vardır.”

Gülüyorum ve kura kâğıdımı seçiyorum, açıyorum, kalbim gümbür gümbür (o mizansende o atmosferde öyle olmaması mümkün değil). Kâğıda bakıyorum: Damal yazıyor.

“Damal,” diyorum personel işleri komutanına. Önündeki listeye bunu yazıyor komutan.

Kura çekimi tamamlanıyor, Damal’a gidecek ben dahil üç kişiyiz. İlçe karakollardan da araçlar gelmiş, bizleri götürecek. Ardahan’a birlikte geldiğim arkadaşımdan ayrıldığım için tuhaf hissediyorum, yolun bundan sonrası, hiç tanımadığım iki er arkadaş ve komutanlar eşliğinde olacak. Bavulumu alıyorum ve bizi götürecek araca gidiyorum. Bavullarımız yerleştiriliyor ve iki arkadaşla birlikte jandarma aracının arka bölümüne yerleşiyoruz. Aracın camlarında teller var, insan kendini mahkûm gibi hissediyor ister istemez.

Yol boyunca diğer ilçelere giden jandarma araçlarıyla konvoy halinde ilerliyoruz. Aracın içinde öteki arkadaşlarla, gittiğimiz yer hakkında konuşuyoruz.

“Orada bir sürü uzun dönem er olacak şimdi,” diyorum. “Bence gidince hemen yüz göz olmayalım, biraz mesafeli davranalım.” Bunlar aslında kötü niyetli laflar değil, biraz acemi birliğinde komutanlarımızın bizlere uzun dönemlerle ilgili anlattıklarından ötürü oluşan endişe itibariyle söylüyorum.

Diğer iki er arkadaş benden yaşça büyükler, “Yok yahu o kadar da mesafeli olmayalım, onlara büyükleriymiş, abileriymiş gibi davranalım,” diyor biri.

“Tabii tabii canım, çok mesafe de iyi değildir.” diyorum.

Nihayet 45 dakika sonra Damal’daki karakola varıyoruz. Araçtan indiğimizde bir an nerede olduğumu şaşırıyorum. Bir tarafta karakol binası, tam yanında komutanların lojman binası, karakolun arkasındaki alanda, ileride kömürlük var. Gerisi dağ taş, sonsuzluk.

Eşyalarımızı yüklenip karakola giriyoruz, koğuşa çıkıyoruz. Kendimi 80’lerdeki “Hababam Sınıfı” gibi bir sette hissediyorum tekrar. Her şey çok eski. Uzun dönem askerler, hiç de öyle gözümde büyüttüğüm gibi çıkmıyor. Hatta şöyle bir algıdan bahsedebilirim; böyle ıssız bir yerde o kadar birbirleriyle iç içeler ki belki onlar da sıkılmışlar ve yeni yüzler gelince acayip seviniyorlar, en içten hoş geldin dileklerini belirtiyorlar. Kendimize ranza seçmeye başlıyoruz boşta olanlardan. Ben, kazancı arkadaşın ranzasının üst tarafına yerleşiyorum. Acemi birliğindekinden farklı olarak, asker dolapları koğuşun içinde, yatakların hemen arkasında. Koğuş 40 kişilik hemen hemen. Eşyalarımızı koyuyoruz, erlerden biri bizi karakol komutanının çağırdığını söylüyor.

Aşağı iniyoruz, yemekhaneden geçiyoruz- bu arada yemekhane aynı zamanda er gazinosu, yani her iki türlü kullanılıyor. Yemek masaları var altı tane, erlerin televizyon izlemesi için konmuş yastıklı sandalyelerden var, bir de tam karşıda tavana asılmış LCD TV. Onun yanındaki duvara dayalı olarak da kütüphane var, bir tane raflı dolap. Televizyonun asılı olduğu duvarla komutanların iş yaptıkları karakol arasında bir de ufak bir kantin var.

Binanın karakol bölümüne geçiyoruz üç er. Karakol komutanı masasında oturuyor.

“Hoş geldiniz,” diyor. Kısık sesle hoş bulduk cevabımızı veriyoruz. “Burada dört ay boyunca beraber olacağız ve bizim emrimiz altında olacaksınız. Ardahan’da kar yağar, bunu duymuşsunuzdur mutlaka. Biz de buraya kar gerçek anlamda yağmaya başladı mı sizi bırakırız. İşleyişimiz böyledir. Sizler kısa dönem olduğunuz için disiplin konusunda bir sıkıntı yaşayacağımızı düşünmüyorum. İnşallah buradaki döneminiz boyunca iyi şeyler yaşarız.”

Komutan erlerden birini çağırıyor. Er Laz, has Trabzonlu.

“Arkadaşlarına karakolu gezdir,” diyor komutan.

Laz er esprili biçimde emredersiniz diyor ve bizi alarak karakolu gezdirmeye başlıyor: yemekhanesi, mutfağı, çamaşırhanesi, duşlar bölümü (duş için beş tane bölme var ancak basınç olmadığından sadece tek bir bölmede duş alınabiliyor), komutanlık tarafında ise santral odası ve en üst katta, koğuşun olduğu noktaya denk gelen geniş spor odası. Bir iki tane ucunda ağırlık olan demir, bir barfiks direği, hepsi bu.

Santral odasına gittiğimizde gündüz santralcisi sarışın bir erle karşılaşıyoruz. Gözleri kan çanağına dönmüş, masada kayıt dosyaları açık, ha babam “Hizmete Özel” ve bir iki tane başka mührü basıp duruyor.

“Derdin nedir?” diye soruyoruz.

“Gececi arkadaş hepsini bana bırakmış. Onu bir bulursam...” diye söyleniyor er. Odada bir adet santralle ilgili elektronik sistemin bulunduğu bir dolap var, bir tane yazıcı cihaz, semaç (askeriyenin kullandığı gizli haberleşme sistemi, telgrafın biraz daha moderni gibi bir şey), iki telefon, bir de karakol içindeki ve dışındaki kameraların görüntülerinin bağlı olduğu bir bilgisayar ekranı. Pencerede ise yine demir parmaklıklar var, yine o mahkûm hissi.

İdari işler astsubayı başçavuş bizi odasına çağırıyor, gayet sakin bir komutan, ancak gizli bir panik halinde. Her an başı derde girecekmiş gibi üzgün bir surat ifadesi ve kalkık kaşları var. Bizden bilgilerimizi istiyor, nüfus cüzdanlarımızı alıyor, sağlık karnelerimizi alıyor. Sonra bize soruyor:

“Şimdi hanginiz gündüz santralcisi, hanginiz gece santralcisi, hanginiz çavuş olmak ister?”

Benim aklımda başından beri hep santralcilik var. Hem orada vakit daha hızlı geçer, hem de elektronik bir şeylerle uğraşırım diye düşünüyorum. Gerçi daha demin gündüz santralcisiyle konuşurken, gündüz santralciliğinin ne kadar çileli bir şey olduğunu görmüşüm.

“Evet, hanginiz hangisi olacaksınız? Var mı içinizde gönüllü?” Komutan bunu sorarken bu sefer gülümsüyor.

“Ben gündüz santralcisi olurum komutanım,” diyorum. Bu laf, benim usta birliğim süresince başıma gelecek birtakım olaylara vesile olacak beyanım.

Birkaç saniye sessizlikten sonra, diğer iki er arkadaştan biri, “Ben gece santralcisi olurum komutanım,” diyor. “Sorun yaşamayız değil mi?”

“Yok yok, gece santralcisinin işi kolay zaten,” diye yanıtlıyor komutan. Öteki ere bakıyor, “İyi o zaman, sen de gündüz çavuşu olursun tamam mı?” diyor.

Üçüncü er, “Tamam komutanım,” diyor sessiz biçimde.

Bundan sonra, bölük komutanının odasına çağrılıyoruz. Gitmeden önce de uzun dönem erlerden, bölük komutanının biraz deli, ancak çok iyi niyetli biri olduğu bilgisini alıyoruz.

Odaya giriyoruz, selamımızı veriyoruz ve bölük komutanının emriyle masasının önündeki koltuklara oturuyoruz. Komutanın odasının pencereleri, karakolun ön cephesine bakıyor, yine dağlar, dağlar...

Komutan bizden beklentilerini anlatıyor, ancak kendisi de biraz dertli karakolun askerleri yüzünden. “O kadar çok çekiyorum ki askerden,” diyor, “yani şurada karşımda 100 tane terörist olsun onlarla çatışayım gam yemem. Ama iki asker kavga sebebiyle odama geliyor ya boğasım geliyor!” Anlaşılan bölük komutanı karakolda gerçekten kavgadan bunalmış ve istemiyor.

Ardından bizlere görevlerimizi soruyor, görev dağıtımı olduğunu söylüyoruz. Bölük komutanının odasına gelmeden önce santralci erle konuşmuşluğum var ve kendisi, santralde gündüz iki kişi olmasından yana. Özellikle santralci er birkaç hafta sonra bana görevi öğrettiğiyle birlikte santralciliği bırakacak. Ben de bunu bölük komutanına belirtiyorum; “Komutanım, santralde gündüz iki kişi olma gibi bir durumumuz var mı?”

“Cık,” diyor komutan. “Santralde yalnızca bir kişi olur, orası onun görevidir, başka adam olmaz.”

Başka söz yok. Herkes durumundan –şimdilik- memnun.

Eşyalarımızı yerleştiriyoruz, ben okuduğum kitabı, eşyalarımı, giysilerimi filan hepsini dolabıma yerleştiriyorum, ancak dolapta tutulacak malzemeler konusundaki kısıtlama beni biraz düşündürüyor. Ardından kalanları bavulla birlikte bavul odasına götürüyoruz ve orası kilitleniyor.

Akşam yemek içtiması alınıyor, acemilikteki gibi “Tanrımıza hamdolsun, milletimiz var olsun” lafındaki “Tanrı” yerine burada “Allah” ismi kullanılıyor. Karakol hepi topu 25 kişi filan, bir iki tanesi de herhalde izinde, iki üç tanesi de nöbetti mutfaktı derken 17-18 kişilik bir sıra oluyoruz. Komutan geçici gündüz çavuşundan bilgileri alıyor, ardından genel uyarılarını yapıyor ve akşam yemeğini almaya başlıyoruz. Acemilikteki gibi sıra sıkıntısı yok, iki dakika içinde sıra geliyor ve alıyorum.

İlerleyen birkaç gün boyunca, öteki iki kısa dönem erle, karakolun çevresindeki manzarayı dalgaya alıyoruz, “İstanbul’un Avrupa yakası, aaa bak bak köprüde trafik var,” filan diyoruz. Ancak Damal ıssız, çok ıssız. Damal’a geldikten sonraki birkaç gün burada günler nasıl geçecek diye düşünmeden edemiyorum. Geçecek tabii bir şekilde, ‘öyle bir geçer zaman ki’...

Derken, tarih 3 Ekim 2011’i gösterirken Damal’a senenin ilk karı yağmaya başlıyor...

Bundan sonrası benim santraldeki görevim ve başıma gelen birtakım hadiseler üzerine...


Tu bi kontinyud... (Devam edeceeek, et!)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder