5 Nisan 2012 Perşembe

Yaylalar yaylalar... (11)


Beyaz Yer ve sona doğru...

Yazının bu kısmı, sondan bir öncesi. Anılarla baymış olsam bile artık son iki kısmı da yayınladıktan sonra askerlik anısı, benim için, belli bir zamana kadar kapılarını kapatmış olacak.


Gittiğim Beyaz Yer (orayı böyle tanımlamak istiyorum) ve orada yaşadıklarımdan sonra olanlar, hayatımın en tuhaf, en absürt ve belki de en acıklı dönemlerinden biri oluyor.

Karakol sınırları dışına çıkacağımdan ötürü, üzerimde sivil kıyafetlerle gidiyorum Ardahan il merkez komutanlığına, yani alaya. Montumun cebine de, askerdeyken okumak üzere yanıma aldığım Paul Auster’ın “Brooklyn Çılgınlıkları”nı tıkıştırmışım. Bir de sinüzit fısfısım var, başka da bir şey yok. Tek kıyafet, çıkıyorum yola. Askerde genellikle o günün nöbetçi astsubayı kimse o götürüyor askerleri, ancak Damal’da kar ve yolların durumu göz önünde bulundurularak bu değişebiliyor. Beni, bölük komutanının bir altındaki Başçavuş götürüyor.

Alaya gidiyoruz, ben oraya, KTM günü gelinceye kadar beklemek üzere bırakılıyorum. Sözüm ona KTM günü de ertesi gün. Alaydaki personel işler komutanı bana birtakım bilgiler veriyor ve ben ertesi günü beklemek üzere er gazinosuna gidiyorum. Burada, dağıtımımızdan önce alayda tanıştığım birkaç kısa dönem er var, onlarla takılıyorum. Gazinoda izlenen filmleri izliyorum, arada kitabımı okuyorum vb.

KTM günü birtakım sebeplerden ötürü erteleniyor da erteleniyor, ben dört günümü alayda geçiriyorum. Üzerimdeki sivil giysiler kokmaya başlıyor, sakalı kantinden aldığım jilet ve arkadaşlardan edindiğim köpükle hallediyorum, ancak dişler, saç baş filan felaket.

Nihayet KTM günü geliyor, Ardahan’ın KTM’sine götürülüyoruz. Burası, Ardahan’da şehir içine doğru giderken varılan bir yer, alay komutanlığına çok uzak değil yani. Burada izne gidenler, izinden dönenler ve birtakım başka sebeplerle gidecek ve gelecek olan erler de var. Onlarla birlikte beklemeye başlıyoruz, fakat hava dondurucu ve işlemler yaklaşık iki saat sürüyor, beklemekten ötürü donuyoruz. Daha başıma kim bilir neler gelecek diye düşünerek bekliyorum. En sonunda servislere bindiriliyoruz ve hareket ediyoruz...

Yolculuk süresince koridor tarafında oturduğumdan izlediğim manzara, Erzurum’a gidiş yolunda asfaltta birikmiş olan toz halindeki karın esen rüzgârla havalanması. Görüntü öyle hoş, öyle güzel ki, resmen asfalt beyaz beyaz tütüyor. Yolların karlı ve tehlikeli olması sebebiyle yavaş yavaş gidiyoruz ve öğleden sonra 2-3 gibi Erzurum’a varıyoruz, KTM’ye getiriliyoruz.

İşte buradan sonrası, Erzurum KTM kâbusunun başladığı yer. Farklı pek çok ilden gelen asker var burada, kimi demin de dediğim gibi izinden gelmiş, kimi izne gidecek, kimi terhis olacak vb. Birçok asker var sivil giysili. Benim yanımda cep telefonu yok (usta birliğine gelirken yanımda telefon getirmemiştim), babam ve ablam zaten psikoloğa gideceğim için meraklı ve endişeliler, elimdeki Türk Telekom kartıyla onları arıyorum ve durumu belirtiyorum. Karttaki kontör de az kaldığı için kısa cümlelerle özet geçiyorum.

Erzurum KTM’sinde akşam içtiması saat 8 gibi alınıyor, o vakte kadar er gazinosunda veya dışarıda beklemek gerekiyor ki o soğukta dışarıda beklemek yerine gazinonun içinde beklemeyi tercih ediyorum. Gazinonun içi hangar gibi; en az 250 kişinin rahatlıkla sığabileceği kapasitede, ki tahminimce ben oradayken daha fazla adam var, oturanı ayakta olanı, hepsi. Böyle mahpushane gibi bir atmosferi var, millet dışarıda sigara içmediği için içerisi de duman altı olmuş durumda. Gazinonun giriş tarafındaki duvarda asılı bir LCD televizyon var, orada “Akasya Durağı” mı “Adanalı” mı bunlardan birinin bir bölümü oynuyor, ama ses yok. Ön taraftakiler orayı seyrediyor, arkalara doğru ilgi dağılıyor ve millet birbiriyle sohbet etmeye başlıyor.

Yolculuk sırasında Ardahan’dan edindiğim iki arkadaşla bekliyoruz. Kantinde pek bir şey olmadığı için dışarıdan bir iki bir şey söylüyoruz ve o şekilde karnımızı doyuruyoruz.

Akşamki içtima tam bir rezalet! Eh tabii askerde de çok iyi şartlar beklememeli insan. Yarım saat - kırk beş dakika boyunca dışarıda içtimada koğuş ve ranza paylaşımı listesinin açıklanmasını bekliyoruz. İlk on beş - yirmi dakikada komutanın sesinin duyulamaması ve askerlerin bir kısmının patavatsızlığı yüzünden gecikmeler meydana geliyor ve ortam geriliyor. İlerleyen dakikalarda herkes bitap bir hale gelmiş olduğu için adı okunan hemen gruplar halinde götürülüyor.

Biraz açlık ve çokça yorgunluğun ardından yatağıma vardığımda ayakkabılarımı çıkartıp kendimi yatağa bırakıyorum. Yorgan kalın ve şişik olduğu için üşüme gibi bir derdim olmuyor. Uyuyorum...

Ertesi gün hemen sevk işlemleri gerçekleşiyor, hastaneye gidecekler isimleri okunarak grup grup servisle götürülüyor. Sıram geldiğinde servise biniyorum ve yine biraz aç bir halde Mareşal Çakmak Hastanesi’ne gidiyorum. Hastanede Beyaz Yer’le ilgilenen bölüme gidiyorum, oradaki doktorlara durumumu anlatacağım.

Sıramı bekliyorum, sıram geliyor, odaya giriyorum. Karşımda iki adet doktor, ayakta görevli bir iki kişi. Oturtuyorlar, anlat, diyorlar, derdin ne? Başlıyorum anlatmaya... Anlatırken arada yine kötü oluyorum, gözlerim doluyor, kötü hissediyorum kendimi.

“Daha önce hiç antidepresan kullandın mı?” diye soruyor doktor. Hiç kullanmadığımı söylüyorum, not düşüyor. Ardından, “Biz senin çok ciddi bir problemin olduğunu düşünmüyoruz, biraz bunalmışsın, canın sıkılmış. Sana bir antidepresan başlatacağız ve burada iki üç gün seni dinlendireceğiz. Yani kötü bir şey olmayacak, canını sıkmana gerek yok.”

Tamam diyerek yanlarından ayrılıyorum ve Beyaz Yer’e gitmek üzere hazırlanıyorum. Hasta pijaması veriliyor, üzerimdekiler alınıyor, bir tek kitabımla cüzdanım kalıyor yanımda.

                                                *

Çavuş kapıyı açıyor. Üzerimi denetliyor. Künyemi, bir de bir iki metal eşyayı alıyor, zarar verme riskine karşı. Sonrasında yatağım belli oluyor ve benim için hülyalı bir süreç başlıyor.

Ertesi gün tabip çağırıyor. “Beyaz Yer’e hoş geldin.” diyor. Sorunumu anlatmıştım, dosyadan okurken bir de benim ağzımdan dinliyor. “Sana birkaç ilaç yazacağım, bunları alacaksın, birkaç gün gözetimimde olacaksın.”

İlaçları almaya başlıyorum. Antidepresan çok fena bir şey, ilk günkü kullanımımda bende fena bir halsizlik, baş dönmesi ve uyuşukluk yaratıyor. Vücudun bütün kasları gevşemiş vaziyette. Tuvaletimi tutarken bile kasların gerildiğini hissedebilir haldeyim.

Gün içinde bol bol uyku, öğlen yemek, yemekten sonra ilaç, akşam yemek, yemekten sonra uyku ilacı. Sabah yine antidepresan, yine halsizlik, kahvaltı. Kahvaltıdan sonra psikologla toplantı. Herkese nesi var nasıl hissediyor onu soruyor. Bana soruyor, anlatıyorum, önündeki kâğıda yazıyor, gidiyor. Çavuşa, babamı aramam lazım, diyorum. Henüz imkân yok. Akşam arayabilirim. Akşamı bekliyorum, en sonunda arıyorum.

“Böyle böyle, iki üç gün istirahat edeceğim, şu hastanedeyim, iyiyim.” Babam tabii endişeli, ben telefondan tam olarak hissedemesem bile endişeli.

Önümüzdeki iki üç gün boyunca aynı program; sabah ilaç, öğlen ilaç, akşam uyku ilacı. Devamlı uyku...

Ertesi gün bir ara çavuş odaya giriyor, “Gökhan kalk, baban geldi,” diyor.

Kendimi acayip hissediyorum. Babamın kalkıp ta Erzurum’a gelmesi benim için hayal edilecek bir şey değil, ama gerçek oluyor. Onunla oturup sohbet ediyoruz, son derece sakin, tatlı tatlı konuşuyor. Sonra tabiple görüşmek üzere gidiyor, on dakika ya da on beş dakika sonra geri geliyor. “Tabiple konuştum, çıkmanda bir sorun yokmuş, birlikte Damal’a gideceğiz,” diyor.

                                                *

Babam gelmiş olduğu için mutluyum, huzur da var. Bir gün Erzurum’da kalıyoruz, ertesi gün iki vasıtayla birlikte Ardahan’dayız, oradan da Damal.

Orada bırakmış olduğum insanlarla yeniden karşılaşmak bende farklı bir his uyandırıyor. Hepsiyle selamlaşıyorum, ilacın etkisi de üzerimden yavaş yavaş kalktığı için kendime geliyorum. Gün içinde babam, beni de yanına alıp bölük komutanıyla konuşmak üzere onun odasına çıkıyor. Bundan sonraki sahne, hayalimin de ötesinde... Babam gelecek, bölük komutanıyla görüşecek, hatta bölük komutanı babamla tanışacak- olacak şeyler değil.

Ertesi gün babam gidiyor, onun gitmesiyle bölük komutanı benim elime Beyaz Yer’den verilmiş olan rapora bakıyor. Rapora göre silahım alınıyor, ilaçlar var bunlar kullanılacak. Artık nöbet de yok.

İlaç kullanımı ve sonrasındaki bir hafta çok tuhaf geçiyor benim için. Sabah kahvaltıdan sonra ilaç aldığım için öğleden sonrasında halsizlik ve yorgunluk baş gösteriyor, bir iki saat dinleniyorum. Akşam içtimadan sonra yine yatış. O bir hafta boyunca rüyalar da şekil değiştiriyor; annemle ilgili gördüğüm ve beni bunaltan rüyalar gitmiş, yerine antidepresanın etki ettiği rüyalar var. Bir - bir buçuk hafta boyunca aynı şekilde devam ediyor.

...ancak bende yine iyi gitmeyen bir şeyler var. İlacı sürekli almak beni fena yapıyor, bir gün almadığımda ise daha kötü oluyorum. Birkaç günüm almak ve almamak arasında bocalamakla geçiyor, bir alıyorum bir almıyorum, tabii böyle olmaması lazım.

O sırada Kasım’ın sonlarına doğru denetleme oluyor karakola. Alay komutanlığı dahil ilçelerdeki bütün karakollar denetleniyor.

Denetlemenin sabahı kar yağmıyor, idari işler komutanı diyor ki, “Dua edin kar yağsın da adamlar sizi koşturmasın, yoksa işiniz zor.”

Kar yağmıyor yağmıyor, tam biz denetleme heyetini karşılamak üzere karakol önünde hizamıza geçip beklemeye başladığımızda bir kar fırtınası başlıyor ki hava 10 derece birden soğuyor, askeri geçtim, komutan bile yerinde duramayacak vaziyette. Herkesin ağzı yüzü, kulakları donuyor, uyuşuyor, hissizleşiyor. “Allah’ım,” diyorum, “şu denetleme de bitsin, başka bir şey istemiyorum.”

Denetleme bir şekilde geçiyor gidiyor, benim aklımda ise yine Beyaz Yer’e gitmek var. Zaten bölük komutanı diyor ki raporda bir ay sonra yine gidileceği yazıyor, yani yine beni gönderecek. İlk başta gitmek istemiyordum, ama sonradan istiyorum. Gitmem lazım, böyle olacak gibi değil.

Gitmeden önceki birkaç günde, tabibin bana hava değişimi vermek üzere olduğunu, ancak babamın bunu reddettiğini öğreniyorum. Bu sefer Beyaz Yer’e giderken RDM formunu da götüreceğim (artık RDM’yim, bunun form olarak bilgilendirmesi). İdari işler komutanı formu dolduruyor. Bir taraftan da babam iyi olduğumu, Beyaz Yer’e gidince doktora iyi olduğumu söylememi tembihliyor.

Yine Ardahan il merkez komutanlığı, yine Erzurum KTM. Bu sefer bekletme de olmuyor, bir günde oraya gidiliyor.

Yine Mareşal Çakmak Hastanesi, yine Beyaz Yer’le ilgilenen doktorlar. Gidiyorum, derdimi anlatıyorum. Daha kötüyüm, diyorum. Bununla birlikte bana yazılan ilaçların dozajı yükseltiliyor, yine Beyaz Yer’e yolculuk...

                                                *

Çavuş yine üzerimi arıyor, metal eşyalar toparlanıyor. Beyaz Yer’e giriyorum, ancak bu seferki Beyaz Yer macerası daha sıkıcı, daha bunaltıcı. Beyaz Yer’den, Ardahan’dan, Erzurum’dan, her şeyden vazgeçmiş durumdayım. Sivile gidip bir rahatlamak, bir oh çekmek istiyorum. Bütün düşünceler üzerime üzerime geliyor.

Tabip yanına çağırıyor, “Niye kötü oldun yine?” diye soruyor. Anlatıyorum. “Ben sende ama çok bir şey göremiyorum, birkaç hafta burada tuttuktan sonra seni yine Ardahan’a göndereceğim.” Ardahan’a gitmek istemediğimi söylüyorum, “Ona karar vereceğiz.” diyor.

Birkaç gün yine antidepresan, yine ilaçlar. Bu sefer gevşetici iğneler filan da var. Kafam allak bullak; uyumak istesem uyuyamıyorum, uyanık kalmak istesem uykulu bir hal var. İki arada bir derede. Kitap okuyayım diyorum, aklımı kitaba veremiyorum. Kafam, zihnim, zihnimdeki düşünceler buhar halinde, ellerimle onları tutamıyorum, parmaklarım arasından süzülüp kaçıveriyorlar.

Çavuş yine geliyor. “Gökhan, baban geldi.” Babam yine gelmiş. Yine konuşuyoruz.

“Ne zaman gideceksin?” diyorum.

“Orasını düşünme,” diyor. “30 gün 40 gün, ne kadar sürerse buradayım. Beraber olacağız.”

“Tamam,” diyorum. Babam da o sırada kolunu incitmiş, Mareşal Çakmak Hastanesi’nde o da kol işini hallediyor.

Ertesi gün tabip odasına çağırıyor. “Babam gelmiş yine, gözün aydın,” diyor. Ben ilaçların etkisiyle mayışmış biçimde gülümsüyorum sadece. “Sana 20 gün istirahat yazıyorum, bölük komutanından da bir günlük sıhhi izin aldığın sürece evinde istirahat edebilirsin.”

Baştan beri niyetim hiçbir şekilde hava değişimi almak değil, sadece sakinleşmek, sakin olabilmek. Bu haberle birlikte acayip seviniyorum ama tabii ilacın etkisiyle bunu belli edemiyorum.

“Dışarıdaki askerlere bunu söyleme, hava değişimi verildiğini bilmesinler,” diyor.

Tamam diyorum. Odadan çıkıyorum. Eşyalarımı toparlıyorum. Babamla çıkıyoruz.

                                                *

Babam bölük komutanını arıyor, bölük komutanı izinle ilgili olarak alay komutanının yetkisi olduğunu, oraya gitmemiz gerektiğini söylüyor. Yani eve gitmeden önce Ardahan’a bir kez daha uğrayacağız.

Gidiyoruz Ardahan’a. Tabii varışımız akşamı bulduğu için bir gece alayda kalıyoruz, babama oda ayarlanıyor vs.

Ertesi gün ben gazinoda beklerken babam alay komutanıyla görüşüyor. O sırada alay komutanı beni görmek istiyor, odasına gidiyorum. Babam da orada. Haydaa! Hayallerde bile göremeyeceğim sahne biçim değiştirmiş; bu sefer babamla alay komutanı! Komutan son derece sakin, kibar biçimde Ardahan’ı anlatıyor babama, konuşuyorlar, sohbet ediyorlar. Komutan bana bakıyor.

“Senden bir söz istiyorum,” diyor. “Sivile gidince benim için iki bira içeceksin.”

“Söz,” diyorum. Gülüşüyoruz. Ardından odadan çıkıyoruz.

Kars’a gidiyoruz, oradan da uçakla ev. Eve varınca o sivil hayatın bende yarattığı etki tarif edilemez. Sanki asker bitmeyen gerçeklik, sivil de arada bir rüya gibi geliyor bana.

20 günlük istirahat için İzmir’e gidiyoruz. Babamın orada birkaç işi var, orada kaldığı bir ev var. Çiftlikte bir ev. Etraf dağ bayır, bahçe, çimenler... her şey huzur veriyor.

“Tamam,” diyorum içimden, “daha da Ardahan’a gitmek yok. Bir rapor daha alırım, kalan 20 günü de bitirmiş olurum, artık kafam rahat.” O zamana kadar iki ay boyunca yaşamış olduğum her şeyi kafamdan uzaklaştırıyorum.

Ancak ne yazık ki, ya da belki de iyi ki (buna şimdi bile karar veremiyorum), son bir kez kendimi sınamam, kendimle yüzleşmem için Ardahan yolu gözüküyor bana bir şekilde...


Tu bi kontinyud... (Devam edeceeek, et!)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder