Beyaz Yer ve sona doğru...
Yazının bu kısmı, sondan bir öncesi. Anılarla baymış olsam
bile artık son iki kısmı da yayınladıktan sonra askerlik anısı, benim için,
belli bir zamana kadar kapılarını kapatmış olacak.
Gittiğim Beyaz Yer (orayı böyle tanımlamak istiyorum) ve
orada yaşadıklarımdan sonra olanlar, hayatımın en tuhaf, en absürt ve belki de
en acıklı dönemlerinden biri oluyor.
Karakol sınırları dışına çıkacağımdan ötürü, üzerimde sivil
kıyafetlerle gidiyorum Ardahan il merkez komutanlığına, yani alaya. Montumun
cebine de, askerdeyken okumak üzere yanıma aldığım Paul Auster’ın “Brooklyn
Çılgınlıkları”nı tıkıştırmışım. Bir de sinüzit fısfısım var, başka da bir şey
yok. Tek kıyafet, çıkıyorum yola. Askerde genellikle o günün nöbetçi astsubayı
kimse o götürüyor askerleri, ancak Damal’da kar ve yolların durumu göz önünde
bulundurularak bu değişebiliyor. Beni, bölük komutanının bir altındaki Başçavuş
götürüyor.
Alaya gidiyoruz, ben oraya, KTM günü gelinceye kadar
beklemek üzere bırakılıyorum. Sözüm ona KTM günü de ertesi gün. Alaydaki
personel işler komutanı bana birtakım bilgiler veriyor ve ben ertesi günü
beklemek üzere er gazinosuna gidiyorum. Burada, dağıtımımızdan önce alayda
tanıştığım birkaç kısa dönem er var, onlarla takılıyorum. Gazinoda izlenen filmleri
izliyorum, arada kitabımı okuyorum vb.
KTM günü birtakım sebeplerden ötürü erteleniyor da
erteleniyor, ben dört günümü alayda geçiriyorum. Üzerimdeki sivil giysiler
kokmaya başlıyor, sakalı kantinden aldığım jilet ve arkadaşlardan edindiğim
köpükle hallediyorum, ancak dişler, saç baş filan felaket.
Nihayet KTM günü geliyor, Ardahan’ın KTM’sine götürülüyoruz.
Burası, Ardahan’da şehir içine doğru giderken varılan bir yer, alay
komutanlığına çok uzak değil yani. Burada izne gidenler, izinden dönenler ve
birtakım başka sebeplerle gidecek ve gelecek olan erler de var. Onlarla
birlikte beklemeye başlıyoruz, fakat hava dondurucu ve işlemler yaklaşık iki
saat sürüyor, beklemekten ötürü donuyoruz. Daha başıma kim bilir neler gelecek
diye düşünerek bekliyorum. En sonunda servislere bindiriliyoruz ve hareket
ediyoruz...
Yolculuk süresince koridor tarafında oturduğumdan izlediğim
manzara, Erzurum’a gidiş yolunda asfaltta birikmiş olan toz halindeki karın
esen rüzgârla havalanması. Görüntü öyle hoş, öyle güzel ki, resmen asfalt beyaz
beyaz tütüyor. Yolların karlı ve tehlikeli olması sebebiyle yavaş yavaş
gidiyoruz ve öğleden sonra 2-3 gibi Erzurum’a varıyoruz, KTM’ye getiriliyoruz.
İşte buradan sonrası, Erzurum KTM kâbusunun başladığı yer.
Farklı pek çok ilden gelen asker var burada, kimi demin de dediğim gibi izinden
gelmiş, kimi izne gidecek, kimi terhis olacak vb. Birçok asker var sivil
giysili. Benim yanımda cep telefonu yok (usta birliğine gelirken yanımda
telefon getirmemiştim), babam ve ablam zaten psikoloğa gideceğim için meraklı
ve endişeliler, elimdeki Türk Telekom kartıyla onları arıyorum ve durumu
belirtiyorum. Karttaki kontör de az kaldığı için kısa cümlelerle özet
geçiyorum.
Erzurum KTM’sinde akşam içtiması saat 8 gibi alınıyor, o
vakte kadar er gazinosunda veya dışarıda beklemek gerekiyor ki o soğukta
dışarıda beklemek yerine gazinonun içinde beklemeyi tercih ediyorum. Gazinonun
içi hangar gibi; en az 250 kişinin rahatlıkla sığabileceği kapasitede, ki
tahminimce ben oradayken daha fazla adam var, oturanı ayakta olanı, hepsi.
Böyle mahpushane gibi bir atmosferi var, millet dışarıda sigara içmediği için
içerisi de duman altı olmuş durumda. Gazinonun giriş tarafındaki duvarda asılı
bir LCD televizyon var, orada “Akasya Durağı” mı “Adanalı” mı bunlardan birinin
bir bölümü oynuyor, ama ses yok. Ön taraftakiler orayı seyrediyor, arkalara
doğru ilgi dağılıyor ve millet birbiriyle sohbet etmeye başlıyor.
Yolculuk sırasında Ardahan’dan edindiğim iki arkadaşla
bekliyoruz. Kantinde pek bir şey olmadığı için dışarıdan bir iki bir şey
söylüyoruz ve o şekilde karnımızı doyuruyoruz.
Akşamki içtima tam bir rezalet! Eh tabii askerde de çok iyi
şartlar beklememeli insan. Yarım saat - kırk beş dakika boyunca dışarıda
içtimada koğuş ve ranza paylaşımı listesinin açıklanmasını bekliyoruz. İlk on
beş - yirmi dakikada komutanın sesinin duyulamaması ve askerlerin bir kısmının
patavatsızlığı yüzünden gecikmeler meydana geliyor ve ortam geriliyor.
İlerleyen dakikalarda herkes bitap bir hale gelmiş olduğu için adı okunan hemen
gruplar halinde götürülüyor.
Biraz açlık ve çokça yorgunluğun ardından yatağıma
vardığımda ayakkabılarımı çıkartıp kendimi yatağa bırakıyorum. Yorgan kalın ve
şişik olduğu için üşüme gibi bir derdim olmuyor. Uyuyorum...
Ertesi gün hemen sevk işlemleri gerçekleşiyor, hastaneye
gidecekler isimleri okunarak grup grup servisle götürülüyor. Sıram geldiğinde
servise biniyorum ve yine biraz aç bir halde Mareşal Çakmak Hastanesi’ne
gidiyorum. Hastanede Beyaz Yer’le ilgilenen bölüme gidiyorum, oradaki doktorlara
durumumu anlatacağım.
Sıramı bekliyorum, sıram geliyor, odaya giriyorum. Karşımda
iki adet doktor, ayakta görevli bir iki kişi. Oturtuyorlar, anlat, diyorlar,
derdin ne? Başlıyorum anlatmaya... Anlatırken arada yine kötü oluyorum,
gözlerim doluyor, kötü hissediyorum kendimi.
“Daha önce hiç antidepresan kullandın mı?” diye soruyor
doktor. Hiç kullanmadığımı söylüyorum, not düşüyor. Ardından, “Biz senin çok
ciddi bir problemin olduğunu düşünmüyoruz, biraz bunalmışsın, canın sıkılmış.
Sana bir antidepresan başlatacağız ve burada iki üç gün seni dinlendireceğiz.
Yani kötü bir şey olmayacak, canını sıkmana gerek yok.”
Tamam diyerek yanlarından ayrılıyorum ve Beyaz Yer’e gitmek
üzere hazırlanıyorum. Hasta pijaması veriliyor, üzerimdekiler alınıyor, bir tek
kitabımla cüzdanım kalıyor yanımda.
*
Çavuş kapıyı açıyor.
Üzerimi denetliyor. Künyemi, bir de bir iki metal eşyayı alıyor, zarar verme
riskine karşı. Sonrasında yatağım belli oluyor ve benim için hülyalı bir süreç
başlıyor.
Ertesi gün tabip
çağırıyor. “Beyaz Yer’e hoş geldin.” diyor. Sorunumu anlatmıştım, dosyadan
okurken bir de benim ağzımdan dinliyor. “Sana birkaç ilaç yazacağım, bunları
alacaksın, birkaç gün gözetimimde olacaksın.”
İlaçları almaya
başlıyorum. Antidepresan çok fena bir şey, ilk günkü kullanımımda bende fena
bir halsizlik, baş dönmesi ve uyuşukluk yaratıyor. Vücudun bütün kasları
gevşemiş vaziyette. Tuvaletimi tutarken bile kasların gerildiğini hissedebilir
haldeyim.
Gün içinde bol bol
uyku, öğlen yemek, yemekten sonra ilaç, akşam yemek, yemekten sonra uyku ilacı.
Sabah yine antidepresan, yine halsizlik, kahvaltı. Kahvaltıdan sonra psikologla
toplantı. Herkese nesi var nasıl hissediyor onu soruyor. Bana soruyor,
anlatıyorum, önündeki kâğıda yazıyor, gidiyor. Çavuşa, babamı aramam lazım, diyorum.
Henüz imkân yok. Akşam arayabilirim. Akşamı bekliyorum, en sonunda arıyorum.
“Böyle böyle, iki üç
gün istirahat edeceğim, şu hastanedeyim, iyiyim.” Babam tabii endişeli, ben
telefondan tam olarak hissedemesem bile endişeli.
Önümüzdeki iki üç gün
boyunca aynı program; sabah ilaç, öğlen ilaç, akşam uyku ilacı. Devamlı uyku...
Ertesi gün bir ara
çavuş odaya giriyor, “Gökhan kalk, baban geldi,” diyor.
Kendimi acayip
hissediyorum. Babamın kalkıp ta Erzurum’a gelmesi benim için hayal edilecek bir
şey değil, ama gerçek oluyor. Onunla oturup sohbet ediyoruz, son derece sakin,
tatlı tatlı konuşuyor. Sonra tabiple görüşmek üzere gidiyor, on dakika ya da on
beş dakika sonra geri geliyor. “Tabiple konuştum, çıkmanda bir sorun yokmuş,
birlikte Damal’a gideceğiz,” diyor.
*
Babam gelmiş olduğu için mutluyum, huzur da var. Bir gün
Erzurum’da kalıyoruz, ertesi gün iki vasıtayla birlikte Ardahan’dayız, oradan
da Damal.
Orada bırakmış olduğum insanlarla yeniden karşılaşmak bende
farklı bir his uyandırıyor. Hepsiyle selamlaşıyorum, ilacın etkisi de üzerimden
yavaş yavaş kalktığı için kendime geliyorum. Gün içinde babam, beni de yanına
alıp bölük komutanıyla konuşmak üzere onun odasına çıkıyor. Bundan sonraki
sahne, hayalimin de ötesinde... Babam gelecek, bölük komutanıyla görüşecek,
hatta bölük komutanı babamla tanışacak- olacak şeyler değil.
Ertesi gün babam gidiyor, onun gitmesiyle bölük komutanı
benim elime Beyaz Yer’den verilmiş olan rapora bakıyor. Rapora göre silahım alınıyor,
ilaçlar var bunlar kullanılacak. Artık nöbet de yok.
İlaç kullanımı ve sonrasındaki bir hafta çok tuhaf geçiyor
benim için. Sabah kahvaltıdan sonra ilaç aldığım için öğleden sonrasında
halsizlik ve yorgunluk baş gösteriyor, bir iki saat dinleniyorum. Akşam
içtimadan sonra yine yatış. O bir hafta boyunca rüyalar da şekil değiştiriyor;
annemle ilgili gördüğüm ve beni bunaltan rüyalar gitmiş, yerine antidepresanın
etki ettiği rüyalar var. Bir - bir buçuk hafta boyunca aynı şekilde devam
ediyor.
...ancak bende yine iyi gitmeyen bir şeyler var. İlacı
sürekli almak beni fena yapıyor, bir gün almadığımda ise daha kötü oluyorum.
Birkaç günüm almak ve almamak arasında bocalamakla geçiyor, bir alıyorum bir
almıyorum, tabii böyle olmaması lazım.
O sırada Kasım’ın sonlarına doğru denetleme oluyor karakola.
Alay komutanlığı dahil ilçelerdeki bütün karakollar denetleniyor.
Denetlemenin sabahı kar yağmıyor, idari işler komutanı diyor
ki, “Dua edin kar yağsın da adamlar sizi koşturmasın, yoksa işiniz zor.”
Kar yağmıyor yağmıyor, tam biz denetleme heyetini karşılamak
üzere karakol önünde hizamıza geçip beklemeye başladığımızda bir kar fırtınası
başlıyor ki hava 10 derece birden soğuyor, askeri geçtim, komutan bile yerinde
duramayacak vaziyette. Herkesin ağzı yüzü, kulakları donuyor, uyuşuyor,
hissizleşiyor. “Allah’ım,” diyorum, “şu denetleme de bitsin, başka bir şey
istemiyorum.”
Denetleme bir şekilde geçiyor gidiyor, benim aklımda ise
yine Beyaz Yer’e gitmek var. Zaten bölük komutanı diyor ki raporda bir ay sonra
yine gidileceği yazıyor, yani yine beni gönderecek. İlk başta gitmek
istemiyordum, ama sonradan istiyorum. Gitmem lazım, böyle olacak gibi değil.
Gitmeden önceki birkaç günde, tabibin bana hava değişimi
vermek üzere olduğunu, ancak babamın bunu reddettiğini öğreniyorum. Bu sefer
Beyaz Yer’e giderken RDM formunu da götüreceğim (artık RDM’yim, bunun form
olarak bilgilendirmesi). İdari işler komutanı formu dolduruyor. Bir taraftan da
babam iyi olduğumu, Beyaz Yer’e gidince doktora iyi olduğumu söylememi tembihliyor.
Yine Ardahan il merkez komutanlığı, yine Erzurum KTM. Bu
sefer bekletme de olmuyor, bir günde oraya gidiliyor.
Yine Mareşal Çakmak Hastanesi, yine Beyaz Yer’le ilgilenen
doktorlar. Gidiyorum, derdimi anlatıyorum. Daha kötüyüm, diyorum. Bununla birlikte
bana yazılan ilaçların dozajı yükseltiliyor, yine Beyaz Yer’e yolculuk...
*
Çavuş yine üzerimi
arıyor, metal eşyalar toparlanıyor. Beyaz Yer’e giriyorum, ancak bu seferki
Beyaz Yer macerası daha sıkıcı, daha bunaltıcı. Beyaz Yer’den, Ardahan’dan, Erzurum’dan,
her şeyden vazgeçmiş durumdayım. Sivile gidip bir rahatlamak, bir oh çekmek
istiyorum. Bütün düşünceler üzerime üzerime geliyor.
Tabip yanına
çağırıyor, “Niye kötü oldun yine?” diye soruyor. Anlatıyorum. “Ben sende ama
çok bir şey göremiyorum, birkaç hafta burada tuttuktan sonra seni yine
Ardahan’a göndereceğim.” Ardahan’a gitmek istemediğimi söylüyorum, “Ona karar
vereceğiz.” diyor.
Birkaç gün yine
antidepresan, yine ilaçlar. Bu sefer gevşetici iğneler filan da var. Kafam
allak bullak; uyumak istesem uyuyamıyorum, uyanık kalmak istesem uykulu bir hal
var. İki arada bir derede. Kitap okuyayım diyorum, aklımı kitaba veremiyorum.
Kafam, zihnim, zihnimdeki düşünceler buhar halinde, ellerimle onları
tutamıyorum, parmaklarım arasından süzülüp kaçıveriyorlar.
Çavuş yine geliyor.
“Gökhan, baban geldi.” Babam yine gelmiş. Yine konuşuyoruz.
“Ne zaman gideceksin?”
diyorum.
“Orasını düşünme,”
diyor. “30 gün 40 gün, ne kadar sürerse buradayım. Beraber olacağız.”
“Tamam,” diyorum.
Babam da o sırada kolunu incitmiş, Mareşal Çakmak Hastanesi’nde o da kol işini
hallediyor.
Ertesi gün tabip
odasına çağırıyor. “Babam gelmiş yine, gözün aydın,” diyor. Ben ilaçların
etkisiyle mayışmış biçimde gülümsüyorum sadece. “Sana 20 gün istirahat
yazıyorum, bölük komutanından da bir günlük sıhhi izin aldığın sürece evinde
istirahat edebilirsin.”
Baştan beri niyetim
hiçbir şekilde hava değişimi almak değil, sadece sakinleşmek, sakin olabilmek.
Bu haberle birlikte acayip seviniyorum ama tabii ilacın etkisiyle bunu belli
edemiyorum.
“Dışarıdaki askerlere
bunu söyleme, hava değişimi verildiğini bilmesinler,” diyor.
Tamam diyorum. Odadan
çıkıyorum. Eşyalarımı toparlıyorum. Babamla çıkıyoruz.
*
Babam bölük komutanını arıyor, bölük komutanı izinle ilgili
olarak alay komutanının yetkisi olduğunu, oraya gitmemiz gerektiğini söylüyor.
Yani eve gitmeden önce Ardahan’a bir kez daha uğrayacağız.
Gidiyoruz Ardahan’a. Tabii varışımız akşamı bulduğu için bir
gece alayda kalıyoruz, babama oda ayarlanıyor vs.
Ertesi gün ben gazinoda beklerken babam alay komutanıyla
görüşüyor. O sırada alay komutanı beni görmek istiyor, odasına gidiyorum. Babam
da orada. Haydaa! Hayallerde bile göremeyeceğim sahne biçim değiştirmiş; bu
sefer babamla alay komutanı! Komutan son derece sakin, kibar biçimde Ardahan’ı
anlatıyor babama, konuşuyorlar, sohbet ediyorlar. Komutan bana bakıyor.
“Senden bir söz istiyorum,” diyor. “Sivile gidince benim
için iki bira içeceksin.”
“Söz,” diyorum. Gülüşüyoruz. Ardından odadan çıkıyoruz.
Kars’a gidiyoruz, oradan da uçakla ev. Eve varınca o sivil
hayatın bende yarattığı etki tarif edilemez. Sanki asker bitmeyen gerçeklik,
sivil de arada bir rüya gibi geliyor bana.
20 günlük istirahat için İzmir’e gidiyoruz. Babamın orada
birkaç işi var, orada kaldığı bir ev var. Çiftlikte bir ev. Etraf dağ bayır,
bahçe, çimenler... her şey huzur veriyor.
“Tamam,” diyorum içimden, “daha da Ardahan’a gitmek yok. Bir
rapor daha alırım, kalan 20 günü de bitirmiş olurum, artık kafam rahat.” O
zamana kadar iki ay boyunca yaşamış olduğum her şeyi kafamdan uzaklaştırıyorum.
Ancak ne yazık ki, ya da belki de iyi ki (buna şimdi bile
karar veremiyorum), son bir kez kendimi sınamam, kendimle yüzleşmem için
Ardahan yolu gözüküyor bana bir şekilde...
Tu bi kontinyud... (Devam edeceeek, et!)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder