Şafak "doğan güneş" ama güneşin doğmadığı bir şafak...
20 günlük raporun üzerine bir 20 günlük daha rapor
alamıyorum ve işler düşündüğüm gibi gitmediğinden ötürü, kalan 20 günü
tamamlamak için tekrar yolum Ardahan’a, oradan da Damal’a düşüyor...
İnsan bir yerden ayrıldıktan ve oraya gitmeyeceğini
kafasında kurduktan sonra, bütün yolların mecburen oraya varıyor olması bünyede
garip bir etkiye neden oluyor.
“Otobüse bin git,” diyor babam. “Alayda geçirirsin kalan
günleri de, göz açıp kapayıncaya kadar geçer gider.”
Ben de aynısını düşünüyorum, göz açıp kapayıncaya kadar
geçer gider.
Otobüs biletimi alıyorum. Yolculuk 15 saat. Akşam 4’te
otobüse biniliyor, ertesi sabah 8 gibi oradayız. Alayda kalacağımı düşünüp
rahatlayarak otobüse yerleşiyorum, yolculuğa çıkıyoruz. Yan koltukta da
Ardahanlı, tüyü bitmemiş genç bir delikanlı var, heyecanlı, gırtlaktan bir
konuşması var, panik halinde gibi ama değil.
“Merhaba abi, sen de mi Ardahan?”
“Evet,” diyorum. “Sen niye gidiyorsun?”
“Benim memleket ora.”
Bir an düşünüyorum. Benim o zaman zaman boş, küçük bulduğum
il, bazı insanların yaşadıkları yer. Hiçbir yeri, hiçbir şeyi küçümsememek
lazım, çünkü şartlar her zaman değişebilir.
Yolculuğa çıkıyoruz, ertesi sabah 8’de Ardahan’dayız. On beş
dakika içinde de alay komutanlığına varıyorum. Burada beni tanıyan üst rütbeli
bir komutanla konuşup kalan günleri il merkezde yapmak istediğimi belirteceğim.
Onu beklemek üzere eşyalarımı koğuşa yerleştirip er gazinosuna geçiyorum.
Komutan o gün gelmiyor, ertesi günü de gelmiyor, sonraki gün
geliyor. Tabii bu sırada komutanlıktaki personel işler komutanı Damal’ı aramış
ve, askeriniz burda gelin alın, demiş.
Ben beklediğim komutanı en sonunda bulup konuşuyorum, o
beni, Damal’a yeni gidecek olan bölük komutanına yönlendiriyor. Bu komutan
sakin gözükse bile bir hayli sert, aniden köpürebilen, önceki bölük komutanının
benzeri biri. Odasına alıyor, karşısına oturtuyor ve sohbet ediyor benimle.
Ben 20 günlük istirahati almaya gitmeden önce alaydayken
komutan benimle görüşmüş, o beni hatırlıyor yani, ama ben onu hatırlamıyorum.
Anlatıyor, “O zaman da sana demiştim hani her şeyi kafanda bitiricen diye.”
Haklısınız komutanım diyorum.
“Ben zaten alayda kalmak istiyorum komutanım.” diyorum.
“Boşver kalma alayda, napıcan burayı? Burada ne zaman ne
olacağı belli olmaz.”
“Olsun komutanım,” diyorum, “burada kafa olarak daha
rahatım.”
“Bak benim sana teklifim var,” diyor, “ben Damal’a bölük
komutanı olarak atandım, üç dört güne oraya gideceğim. Birlikte gideriz, orada
ben iş için kaymakamlığa oraya buraya gideceğim, benimle takılırsın. Postam
olarak görev yaparsın, ne dersin?”
“Siz ne derseniz o komutanım,” diyorum.
“Hah,” diyor, keyifleniyor. “Öyle yaparız, birlikte gideriz,
zaten oraya gittiğimizde kalacak 10 günün, ondan sonra KTM öncesi seni yine
buraya getirecekler. Olur mu?”
“Olur,” diyorum.
Bu sırada komutan bana, bizim eski bölük komutanını
anlatıyor, onunla okuldan arkadaşlarmış. Ardından kendisinin birtakım
vukuatlarını anlatıyor. Okuduğu kitapları gösteriyor. Çok okuyan, cin gibi
biri. Daha Damal’a gitmeden Damal’la ilgili bir sürü not almış.
Konuşmamız bitiyor ve ben üç dört gün sonrasını bekliyorum.
Ancak ertesi gün Damal’dan idari işler komutanı alaya geliyor, onunla tesadüf
eseri karşılaşıyoruz.
“Hadi,” diyor, “topla eşyalarını Damal’a gidelim.” Aslında
başka birkaç iş için gelmiş, ama beni de görünce alıp gitmesi lazım. Ben tabii
hazır değilim, yeni bölük komutanıyla gideceğimi düşünüyorum. Neyse çaresiz,
bavulumu alıp takılıyorum komutanın peşine. Arabasına biniyoruz. Arabada eşi ve
çocuğu da var.
Yolda giderken eşiyle aramda, kaderin bizi sürüklediği
yerlerden konuşuyoruz; eşi, hayatta hiçbir şeyin insanın kendi ektiği biçimde
sonuçlanmayabileceğini kendi üzerinden örnek vererek anlatıyor. Haklı olduğunu
söylüyorum, insan gerçekten hayattaki bazı şeyleri kendi seçemiyor, benim
Ardahan’da Damal’a düşmem gibi.
“Karakol nasıl komutanım?” diye soruyorum.
“Aynı bıraktığın gibi işte,” diyor komutan. “Teksas’tan
farkı yok.”
Karakola varıyoruz. Herkes yine bir memnun beni gördüğüne.
El sıkışıyoruz, selamlaşıyoruz. Koğuşa çıkıyorum, eşyalarımı koyuyorum. Tek tük
bir şeyler değişmiş, yeni elemanlar gelmiş, onun dışında her şey aynı. Fakat
bir sorun var; benim kamuflajlar dahil her şey, ama her şey atılmış!
Bölük komutanı yok, onun yerine vekili olarak bir altındaki
komutan var. Ona gidiyorum, “Komutanım,” diyorum, “benim kamuflajı filan her
şeyi atmışlar.”
Komutan gayet sakin biçimde, “Nasıl atmışlar yav? E ne
giydireceğiz sana?” diye soruyor.
“Ben zaten eşyalarımı almak için gelmiştim komutanım, bavulumu
filan alayım, yarın alaya geçeyim, orada kalacağım konuşulmuştu,”
deyiveriyorum.
Komutana alayı arattırıyorum, oradaki Binbaşı’yla
görüştürüyorum. Komutan gerekli mesajı alıyor, zaten üç gün sonra yeni bölük
komutanı gelecek, onun gelmesiyle bir şeyler yapacaklar, söz veriyor komutan.
Ama o üç gün, hatta gecikmeyle birlikte dört gün bana
işkence gibi geliyor. Sürekli gitmek istiyorum, kalmak istemiyorum daha. 20 gün
burada geçmez, bu şekilde geçmez. Birinin kamuflajını giyiyorum bölük
komutanının emriyle. O istirahatten sonra yine boşlukta olmak çok feci koyuyor
insana. Bu sefer yanımda ilaçlar da yok. Benim kafa iyice aksi yönde düşünmeye
başlıyor.
Karakoldan kurtulma konusunda aklıma, sonucu diğer
insanların kalbini kıracak, onlarda derin üzüntü bırakacak birtakım şeyler
geliyor ve kendimi sürekli bu fikirlerden uzaklaştırmaya çalışıyorum. Bölük
komutanı vekiline kaç defa gidip diyorum ki, komutanım iyi değilim, ben lütfen
alaya gideyim, ilaçlarım da yok. Vekil komutan, “Biraz daha bekleyelim, yeni komutan
gelsin de...” diyor. Haklı olarak benim gitmemle gitmemem konusundaki kararı
kendisi vermek istemiyor.
Gecikmeli de olsa yeni bölük komutanı geliyor, geldiği gün
odasına yerleşiyor istirahat ediyor filan. Ertesi gün erlerle genel bir konuşma
yapacak, sonra hepsiyle ayrı ayrı görüşecek. Benim kafamda tek bir düşünce var;
yeni bölük komutanıyla bir an önce konuşmak. O da biliyor bu konuşmanın
olacağını, “Bilahare görüşeceğiz seninle,” diyor.
Karakol gazinosunda hemen toplantı düzeni alınıyor, bir masa
getiriliyor üzerine örtüler seriliyor vb. Yeni bölük komutanı geliyor,
askerlerle sohbet etmeye başlıyor. Beklentilerini, askerlerin beklentilerini
dinliyor. Askerin bir iki çözülememiş sorunu var, onları dinleyip not alıyor.
Komutanın odasına çıkmasıyla birlikte bekliyorum, çünkü arada bir iki başka
komutan bölük komutanın yanına girip çıkıyor. Bekliyorum bekliyorum, sonunda
odasına giriyorum.
“Merhaba,” diyor beni hatırlayarak. “Nasılsın ne oldu?”
“İyi değilim pek,” komutanım diyorum bütün iyi niyetimle.
“Hayırdır? Geç otur.”
Oturuyorum. “Ben burada yapamıycam komutanım,” diyorum.
“Olmuyor yani dayanamıyorum. İlaçlarım da yok bu sefer. Ya alaya gideyim, ya
KTM’yle yine Beyaz Yer’e gideyim, terhisi de oradan olur öyle bitiririm
askerliği.”
Komutan, idari işler komutanını çağırıyor, ondan bilgi
alıyor.
“Sen KTM’yle Beyaz Yer’e gitsen bile askerliğin bitmiş
olacak, o yolu gitmene değmez.” diyor bölük komutanı. Benim Beyaz Yer raporum
var, onu alıyor eline, okuyor. “Bak burada ilaç kullanımından bahsediyor,
üstelik altı ay. Senin önce ilaç alman lazım.”
“İlacı Erzurum’daki Beyaz Yer’den veriyorlar bir tek
komutanım.” diyorum.
“Olmaz öyle şey,” diyor komutan. “Devlet hastanesi de var,
orası da bakar.”
“Devlet hastanesi nasıl baksın komutanım?” diye sorma
gafletinde bulunuyorum.
Bölük komutanı gülüyor. “Oğlum sen devletin askeri değil
misin? Askeri hastane olmasa da devletin sana bakma yükümlülüğü var. Sen
devletin malısın.”
Gülüyorum, komutan da gülüyor. Ayarlıyoruz; devlet
hastanesine gideceğim, ilaçları alacağım, bölük komutanı da alayla görüşecek.
Ertesi gün asker aracıyla il merkeze gidiyoruz, hastaneye
gidip ilaçları yazdırıyoruz. Devlet hastanesindeki doktor da diyor ki benim bu
ilaçları mutlaka almam lazım, öyle ha deyip bırakınca olmuyor.
İlaçlar hallediliyor, karakola vardığımızda da bölük
komutanı bana iyi haberi veriyor: alay komutanlığıyla konuşmuş, biraz zor olmuş
ikna etmesi ancak beni oraya almayı kabul etmişler. Bir sonraki faaliyette
(karakol askerinin sağlık vb. işleri için il merkeze götürülmesi durumu)
gideceğim. O zamana kadar da bölük komutanının postası olacağım, yani bölük
komutanının getir götür işleri dışında başka bir işim yok.
Alaya gidinceye kadar öyle bir rahatlıyorum, öyle bir
kendime geliyorum ki, uzun zaman sonra yeniden kendimi fark etmiş oluyorum.
Alaya gitmeden önceki gece iki adet büyük kola açtırıyorum ve akşam yemeğinde
hep birlikte içiyoruz. Uzun dönemlerden bir iki çakal, “Ama gitmeden önce bir
iki bisküvi bir şey şimdi âdettir, âdeti bozarsan buranın bereketi kaçar,”
diyor. Tamam ulen, diyorum. Gidiyorum kantinden birkaç bir şey alıyorum
veriyorum onlara, yumuluyorlar bisküviye, keke.
Ertesi gün eşyalarımızı topluyoruz. Gitmeden hemen önce
bölük komutanının yanına çıkıyorum, kendisine her şey için teşekkür ediyorum.
“Sizi çok özleyeceğim komutanım,” diyorum. Özlersem aramam için telefon
numarasını veriyor ve tam ben gidecekken diyor ki; “Esas askerlik bundan sonra,
hayatın kalanında başlıyor. Öteki düşünceleri at kafandan. Hayat öyle hayatını
sonlandırmak gibi bir iki ucuz fikre değmeyecek kadar güzel.”
Gülümseyerek komutanın odasından ayrılıyorum. Yine asker
aracıyla götürüleceğiz. Eski gündüz santralcisi er nöbette. Bizim gittiğimizi
görünce yanımıza geliyor. Yüzü gülüyor, “Oğlum gidiyosunuz lann!” diyor. Ama
gözleri parlıyor. Anlaşılıyor ki er ağlıyor.
“Ağlıyon mu len?” diyorum.
Er gülüyor, gözlerini kaçırıyor. “Ağlarım oğlum tabii. Bir
daha sizi nerede nasıl görücem?” Siz, derken, benimle birlikte bir kısa dönem
er daha gidiyor KTM’yle ondan bahsediyor.
Bizimle muhafız eri olarak gelen uzun dönemlerden biri,
santralciye dalaşıyor; “Oğlum bizim için bir gün şu gözyaşlarını dökmedin ha,
ne yalancısın!”
“Sus oğlum lan! Valla duygusala bağladım!”
“Dün gece sevgilisiyle konuştuydu ben biliyorum, onun
birikmesi bu,” diye dalga geçiyorum. Gülüşüyoruz.
“Oğlum bak,” diyor, “o kadar santral öğrettim ettim,
unutursan filan valla fena yaparım!”
“Tamam,” diyorum. Eleman hâlâ ağlıyor, ama yüzü de gülüyor.
Sarılıyoruz, vedalaşıyoruz.
Araca biniyoruz ve o son Damal fotoğrafının üzerine arka
kapı kapanıyor. Bundan sonrasındaki görüntüler hep aracın pencerelerindeki parmaklığın
ardında.
Yolda giderken öteki kısa dönem erle sohbet ediyorum. Nasıl
geldiydik bu yoldan, şimdi nasıl gidiyoruz, diye anlatıyoruz birbirimize. O ilk
gelişim aynı geçmişe dönüş gibi gözümün önünden akıp gidiyor. Herhalde
karakoldan ‘o kadar da’ nefret etmiş olmayacağım ki, oradan giderken içimden
bir şeylerin kopup orada kaldığını düşünmeden edemiyorum, içim buruluyor. Bir
daha hayat beni ne şekilde, nasıl Damal’a getirir, bilinmez...
Alay komutanlığına varıyoruz. Orada bir astsubayla konuşmam
lazım, gidiyorum konuşuyorum, bana kamuflaj ayarlıyorlar. Gündüz kamuflajı
giyeceğim, akşam eşofman takımı giyer gibi sivil kıyafetleri giyebilirim.
Önümde var yedi gün, içim rahat.
İlerleyen günlerde kitabımı okuyorum, uykumu düzenli tutmak
için uyku ilacı aldığımdan arada koğuşa gidip istirahat ediyorum (yatmak değil,
yatmak deyince gececiler kızıyor). Gazinoya gidiyorum, orada diğer kısa dönem
er arkadaşlarla takılıyorum, LCD televizyonda film izlemeye katılıyorum vb.
Yanımda artık eşyalarım olduğu için komutanlıkta duşumu da alıyorum.
Bir gün sonra beni alay komutanı görmek istiyor. Diyorum
çağırın gelsin- yok, ben onun yanına gidiyorum (bunu yapmasam ölürdüm sevgili
okuyucu). Odasına giriyorum, komutan o 20 günlük istirahati aldığım gündeki
gibi sakin, babacan bir tavırla karşımda duruyor.
“Geç otur bakalım,” diyor. Karşılıklı oturuyoruz. “Seni
alaya aldırdık, burada daha rahat edecekmişsin.”
“Evet komutanım, çok sağ olun.”
“İstirahatteyken bana bir sözün vardı tuttun mu onu?”
Birden aklıma geliyor: bira!
Utangaç, muzır bir tavırla, “Yok komutanım,” diyorum,
“içmedim.”
Komutan gülüyor. “Eee, emre itaatsizlikten bir ay daha
askerlik yapacaksın, ne oldu şimdi?”
Gülüşüyoruz. Neyse öyle böyle kısacık sohbet ediyoruz, sonra
ben yine er gazinosuna dönüyorum.
Terhisten önceki, askerliğin son günü bize çarşı izni
veriliyor, sabahtan akşama kadar (akşam dediysem saat 4’te bitiyor). “Bu iyi
oldu,” diyorum kendi kendime. “Bu çok iyi oldu.”
Önce çıkıyoruz, bir internet kafeye gidiyoruz, orada
takılıyoruz bir süre arkadaşlarla. Sonra yolda fotoğraf çektiriyoruz, meşhur
bir köprü var oraya gidip fotoğraf çektiriyoruz. Arkamızdaki fon ise tam
Ardahan’ı anlatıyor; bir taraf şehir, diğer taraf göl, dağlar ve dağlar. Ama
çok güzel, tam fotoğraflık bir kare. Bulutlar uzaklarda ayrılmış biraz, güneşin
ışığı spot gibi buz tutmuş göle vuruyor. Buna benzer bir görüntü:
Fotoğraf çekme faslını çabucak bitiriyoruz, çünkü soğuk. Bir
restorana gidiyoruz, birer pide yiyoruz. Sonra biraz daha takılmak için
internet kafeye.
Alaya vardığımızda bu moral depolamayla birlikte keyfim
iyice yerinde. Çevre ilçelerden diğer kısa dönemler de gelmiş, ertesi gün
evlerine gitmek üzere. Komutanlık iyice kalabalıklaşıyor. Hepsiyle bir gırgır
bir muhabbet, sen ne yaptındı, bana ne olduydu filan. Anlıyorum ki birkaçı
benim geçtiğim yollardan geçmiş, yalnız olmadığımı bilmek güzel.
Akşam oluyor, biraz geç de olsa koğuşlara gidiyoruz. Şimdi
uyunacak, kalkılacak ve eve gidilecek, ama o uyku son gece olması itibariyle
bana gelmiyor, uyuyamıyorum. Ardahan’daki, üç buçuk ayın son gecesi, uyku
tutmuyor bir türlü. Gecenin 1’ine, 2’sine kadar dön dön dur. En nihayetinde
uyuyorum...
Ertesi günün sabahı, hava kapalı olduğu için aramızda "Şafağı görebilecek miyiz?" geyikleri dönüyor, neticede şafak "doğan güneş", ama güneş doğduysa bile biz yüzünü göremiyoruz. Askerlik bitmeden o güneşi görüp şafağı sıfırlamamız lazım. Kısa dönem erlerden biri, "Abi bu güneş yüzünü göstermeden komutanlar bizi bırakır mı ki?" diye bir espri yapıyor ve beş dakika boyunca bunun üzerinden gülüyoruz.
Kahvaltı bile etmeden hemen Ardahan KTM’ye götürülüyoruz. Orada uçakla gidecekler, otobüsle gidecekler diye ayrılıyoruz. Benim uçak biletim diğer arkadaşlarınkine göre 2-3 saat sonrasında. Uçakla gidecekler de Kars KTM’sine götürülüyor. Öteki arkadaşlar direkt havaalanına bırakılırken, ben diğer kısa dönemlerle birlikte Kars KTM’sine götürülüyorum. Burada maksimum iki saat kalacağız. Ancak o vakit de geçmek bilmiyor. Bir an önce uçağa binip ‘asker’ sıfatını sonlandırmak istiyorum.
Kahvaltı bile etmeden hemen Ardahan KTM’ye götürülüyoruz. Orada uçakla gidecekler, otobüsle gidecekler diye ayrılıyoruz. Benim uçak biletim diğer arkadaşlarınkine göre 2-3 saat sonrasında. Uçakla gidecekler de Kars KTM’sine götürülüyor. Öteki arkadaşlar direkt havaalanına bırakılırken, ben diğer kısa dönemlerle birlikte Kars KTM’sine götürülüyorum. Burada maksimum iki saat kalacağız. Ancak o vakit de geçmek bilmiyor. Bir an önce uçağa binip ‘asker’ sıfatını sonlandırmak istiyorum.
Kars KTM’sinde beklerken, kantin olarak kullanılan
bölümdeki, muhtemelen uzun dönem er olan elemana ilişiyor gözüm; önünde 15-20
kişi var, kendisi tek. Arkadaki metal tezgahta da ısıtmalık hazır tostlar var
torba içinde, ve bir adet tost makinesi. Bir de içecek buzdolabı, onun içinde
de paso Sprite, başka hiçbir şey yok. Elemanın gözlük burnuna düşmüş durumda,
suratında öyle bir ifade var ki bezmiş mi sakin mi kestirmek belli değil.
İstisnasız bütün erlere o bakıyor, hepsine tostu filan yapıp o veriyor.
Artık bizim havaalanına bırakılma zamanımız da geliyor. Bu
sırada kantinci er kapının önündeki çöpün yanına gelip içeri sesleniyor:
“Arkadaşlar şu çöp için birileri yardım etsin. Hadi arkadaşlar beraber yapmamız
lazım yardım etsin birileri!”
Kimse oralı değil, kimse yanına gelmiyor. E tabii ben de
gitmiyorum, dışarısı soğuk, valla kimse kusura bakmasın. Uzun dönem er buna bir
bozuluyor. Birden bağırıyor: “Herkes dışarı! Kantini boşaltın! Dışarı herkes!”
Hepimiz dışarı çıkıyoruz, kovulmuşuz bir kere. Havaalanına
götürecek servisi dışarıda beklemeye başlıyoruz. Servis geliyor, isimler
okunuyor. Aralarında ben yokum. Servis gidiyor, yine bekleyiş. Servis bir daha
geliyor, yine listede ben yokum, yine bekleyiş, servis gidiyor. Artık sinirden
yerdeki buzları ayağımla parçalamaya başlıyorum.
Kısa dönem er arkadaşlardan biri, “İçeride bekleyelim abi,
dışarısı soğuk,” diye beni yemekhaneye götürüyor. Orada beklemeye devam
ediyoruz. Yemekhanenin hemen yanındaki kapının öteki tarafı koğuş. Koğuşa
kapıdan başımı bir uzatıyorum, öyle bir koku var ki ayak kokusu değil, bot
kokusu değil, kamuflaj kokusu değil ama bir koku.
Servis tekrar geliyor, sesi duyunca hemen dışarı çıkıyorum.
Bu seferki listede ben de varım, bavulumu kaptığım gibi servise biniyorum,
yerime oturuyorum. Oh be, diyorum, bir şeyler yine ilerlemeye başladı. Servis
doluyor. Servisteki asteğmen diyor ki; “Arkadaşlar, uçağa binip de uçak
havalanana kadar askersiniz. O yüzden emirlere sonuna kadar uyun.”
Araç hareket ediyor, havaalanına varıyoruz. Hemen check-in
işlemimi gerçekleştirip sıraya giriyorum. Sıra bayağı bir kalabalık ve uzun,
erler olarak havaalanını kapatmışız! Sıra ilerliyor, bilet kontrolüm yapılıyor,
uçağa biniyorum ve yerime oturuyorum... Son birkaç dakika, ondan sonra her şey
bitiyor... Uçak doluyor... Anonslar yapılıyor ve nihayet uçak hareket ediyor,
gidiyor gidiyor ve... havalanıyoruz... Ardahan’dı, Damal’dı, askerlikti,
Mayıs’ta askerlik şubesine gidip “Ağustos dönemi asker olmak istiyorum,”
diyerek kaydımı yaptırmamdı derken hepsi gözümün önünden hızlıca akıp gidiyor,
zihnimde bütün o sahneler tekrar canlanıyor. Zihnimde kalan son sahne ise, o
son cümle, Kars KTM’sindeki yemekhanede baktığım ama gördüğümü fark etmediğim
slogan:
“Tanrımıza hamdolsun,
milletimiz var olsun.”
*
Askerlik anılarını sonuna kadar okuyabildiyseniz sabrınıza
sağlık diyorum. Eğer okuyamadıysanız da canınız sağ olsun, bir ara bu satırlara
denk gelirsiniz. Askerliğin sıkıcı anları olduğu kadar, her saniyesi komik ve
matrak olan anları da olduğu için ben aklımda kalan kadarını yazabildim. Artık
atladığım genel birtakım espriler, geyikler varsa onlar da bir başka bahara,
bir başka erden dinlenmeyi bekler.
Askerlik zor bir görev. Askere gitmiş olanlar bunu bilir,
ancak hatırlayınca da yüzlerinde bir tebessümle, “Geçti işte ya...” deyip
noktayı koyarlar. Ben de noktayı koymuştum... dahası öyle sanıyordum, ama
koyamamışım ki bu yazı dizisi çıktı. Askerliğini yapmamış olanlara da buradan
selam ederim; önünüzde, hayatınızın belki de en ilginç, en zor, en komik, en
‘tecrübe edilesi’ dönemi bekliyor. Ha, bu tür tecrübeleri illa askere giderek
mi edinmek gerekir, yani askerlik ne kadar doğrudur, mecburidir, orası benim
açımdan tartışılır. Ama başımız derde girmesin diye, gidin yapın derim. :) En olmadı,
benim gibi anlatacak bir sürü şeyiniz olur.
Son olarak, kısa veya uzun dönem er olanlara, olmuşlara,
olacaklara benden gelsin. Özellikle uzun dönem askerlik yapmakta olanlar; sizlere gıptayla
bakıyorum, işiniz gerçekten zor. Allah yardımcınız olsun, vatan sizlere emanet...
Not: Katil TSK (önceki anket esprisine istinaden).
Not: Katil TSK (önceki anket esprisine istinaden).
Katil TSK?
YanıtlaSilNotta da belirttiğim üzere, o cümle, daha önceki bir anket esprisine cevap olaraktı.
Sil