29 Mart 2013 Cuma

BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT



George Orwell’in bir korku imparatorluğu, bir distopya olarak kaleme aldığı “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı kitap; hem günümüzün genel olarak toplum düzenini, hem Büyük Birader kavramını, hem iktidar-vatandaş ilişkisini, hem de bugünün Türkiye’sini çok güzel özetleyen, rahatsız edici bir hikâye.


1984 yılında yaşamakta olan Winston Smith, insanlığa, yaşama dair umudunu kaybetmiş, Büyük Birader denen sorgulanamaz, karşı çıkılamaz şahsa ve Parti’ye hizmet etmekle görevli bir kâtip/yazmandır. Görevi; Doğruluk Bakanlığı’nın Kayıt Departmanı’nda kendisine verilen bilgiler doğrultusunda geçmiş evrak ve kayıtları düzelterek Parti’nin şimdiki işleyişine uygun ve doğru olmasını sağlamaktır.

Yaşanılan dünya ise çekilmez bir hâle gelmiştir; savaş sürmektedir, insanlar kıtlıkta yaşamaktadır, tüketilen bütün ürünler ve her şey eski, kullanışsızdır. Bütün dünya tamamıyla bir distopyaya gömülmüş haldedir. Düşüncesuçu denen bir suç vardır ve insanlar bu suçtan kaçınmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Parti’ye direniş, Büyük Birader’e direniş asla kabul edilemez ve direnme, karşı koyma düşüncesi başlı başına bir düşüncesuçudur.

Yeni bir konuşma dili, Yenisöylem

Hikâyede aynı zamanda Yenisöylem diye bir tabir yer almaktadır. Bu tabir doğrultusunda insanların günlük hayattaki konuşmaları değiştirilmekte, hâlihazırdaki kelimeler için yenileri türetilmekte, günlük konuşma dili daha basite indirgenmektedir. Amaç, bir süre sonra Yenisöylem vesilesiyle insanların konuşmak için daha basit, düşünmekten uzak kelimeler kullanmalarını sağlamak, düşünce yapısını basitleştirmektir. Düşünceyi basite indirgemek de, basit bir zekâyı ve basitliği, daha doğrusu cahilliği beraberinde getirir.

Yenisöylem sayesinde iyi veya kötü her durumu belirtmek için tek bir kelimeye ihtiyaç duyulacaktır ve bu tek kelimeler sebebiyle konuşma dili, dahası dilin kendisi değişerek bozulacak, basitleşecektir.



Eskinin yerine yenisi yazılır; bugünün yenisi, asıl eski olur.
Tarih yeniden yazılır.

Çiftdüşün! Dünün doğrusunu bugün yanlış say!

Yenisöylemdeki en önemli kavramlardan biri de çiftdüşündür. Çiftdüşünmeyi uygulayan vatandaşlar, Parti’nin söylediği her yalana kendilerini inandırmakta güçlük çekmezler. Kaldı ki Parti üyeleri de çiftdüşün sayesinde daha önce A dediklerine şimdi B demekte güçlük çekmezler, çünkü artık A zaten yoktur. Geçmiş değiştirilmektedir ve Parti’nin söylediği son doğru neyse esas doğru da odur. Bugün veya yarın olan ne varsa bu İç Parti’nin yararına olacak biçimde değiştirilip düzeltilir ve insanların çiftdüşünmesi sağlanarak dün olan sanki hiç olmamış gibi davranılıp yarın daha rahat karşılanabilir.


"En azından artık anarşiden endişelenmemize gerek yok."


Saflaştırılmış, köreltilmiş, cahilleştirilmiş bir toplum

Kitapta eleştirilen en büyük konu, toplum. Toplumun cehaleti, koyun sürüsü olması, bir lidere veya bir zümreye taparcasına, sorgulamadan, eleştirmeden hareket etmesi; dahası eleştiren biri olursa onu dışlaması ve kendinden soyutlaması toplumun cehaletinin bâki kalması için yeterli bir durum.


“ SAVAŞ BARIŞTIR. ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR. CEHALET GÜÇTÜR.”

Bu sloganlarla esasında hem toplumun kendisi, hem toplumun işleyişi son derece güzel biçimde özetlenmektedir. Cehalet içinde bırakılan halk, “cahil cesareti” diyebileceğimiz cesaretle, özgür olduğunu düşünerek, ancak özünde bir köle olarak hareket etmektedir ve gözünün önünde olan biten yanlışları, yalanları, dolanları, aptallığı görmezden gelebilmektedir.

Romanın baş karakteri Winston Smith’in de canına tak eden budur zaten: gözünün önünde olup biten yobazlık, cehalet karşısında insanların umarsız kalması, herkesin makineleşmesi, duygusuzlaşması, mantık ve düşünceden uzak davranması, İç Parti’ye ve Büyük Birader’e bir dine tapar gibi tapması... Roman boyunca Winston, “İnsanlar nasıl bu kadar cahil olabilir? Bu toplum ne zaman ayaklanacaktır? Ne zaman aklı başına gelecektir ve doğruyla yanlışı ayırt edecektir?” şeklinde düşünerek karamsarlığa kapılır. Kendisi gibi olan, akıllı olan, düşünebilen, geçmişle geleceği ayırt edebilen, neyin doğru neyin yanlış olduğuna kendi analitik ve eleştirel düşünce yapısıyla karar verebilen insanların olması umuduyla yaşar.

Üst, orta ve alt kesim; toplumun yönetiliş biçimi

Romanda “Oligarşik Kolektivizmin Teori ve Pratiği” adında bir kitap yer almaktadır ve kitapta anlatılan toplum yapısı ve toplumun yönetiliş biçimi, esasında bugün dünya genelinde çoğunlukta olarak uygulanan yönetiliş biçimidir. Totaliter bir yönetime sahip parti ya da üst kesim, halkı korku, propaganda, beyin yıkama sayesinde manipüle etmektedir ve bu sayede her daim iktidar olmaktadır. Üst-orta-alt kesim olarak irdelenen yapıda; üst kesim her daim orta ve alt kesimi yönetmeye dayalıdır, var olan yönetim biçimine yeni insanlar getirilir ve alt kesim koyun gibi güdülür. Orta kesim, her daim üst kesimle çatışır ve üst kesimin yerine gelmeye çalışır, amacı üst kesime her daim muhalif olmak ve üst kesimin yani iktidarın yapısını alaşağı etmek, yıkmaktır. Alt kesim ise devamlı olarak manipüle edilen, yönetilen, kendi düşünce yapısı olmayan, düşüncelerinin hepsi iktidar tarafından sunulan ve bunları sorgusuz sualsiz kabul edip savunan kesimdir. Her zaman koyun gibi güdülmeye mahkûmdur ve karşı çıkma, eleştirme olanağı yoktur çünkü üst kesim tarafından cahil bırakılır, ancak bu ustalıkla yerine getirildiği için alt kesim buna hiçbir zaman karşı çıkamaz.


Büyük Birader. Tayyip'e ne kadar benziyor değil mi?


Burada, romanın içinde geçen “Oligarşik Kolektivizmin Teori ve Pratiği” adlı kitapta toplumun yapısı ve yönetilişi şu cümleyle belirtilmektedir:

“Her yerde aynı piramit yapısı, yarı kutsal bir öndere tapınma, sürekli savaşa dayanan ve sürekli savaşa hizmet eden bir ekonomi.”

Bunu aynı bu kalıpla kullanan ve bunu etkili biçimde gerçekleştiren her iktidar her zaman en üstte olmayı garantiler. Hep aynı düşünce yapısı (“Her yerde aynı piramit yapısı”), aynı fikirde insanlar, hiçbir eleştirel görüş veya fikrin olmaması; iktidara gelen başkana veya başbakana, Büyük Birader'e tapınma (“Yarı kutsal bir öndere tapınma”), onun sözünden dışarı çıkmama, onu eleştir(e)meme, ona karşı çıkamama; halkın her daim desteklediği, sloganlar attığı bir tartışma, kavga, ayrımcılık, ötekileştirme, savaş (“Sürekli savaşa dayanan ve sürekli savaşa hizmet eden bir ekonomi”). “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı romanda bahsi geçen toplum yapısını kurmak ve muhafaza etmek için bu yöntem her daim kullanılabilir ve kullanılmaktadır da.



2+2=5 - Mükemmel Distopya

2+2=5

İktidarın vatandaşı kendi söylediğine inandırma ve öyle düşünmesini sağlama yöntemi olarak da beyin yıkama görülebilir; önce geçmiş, bir yalanla yeniden yazılır, ardından bu yeniden yazma sanki asında var olan gerçek olarak görülür ve vatandaş buna inandırılır, ikna edilir. Buna karşı gelmek zaten düşünce suçudur. Düşünce suçuyla ilgilenen düşünce polisi adında, insanları her daim izleyen polisler de romanda yer almaktadır ve düşünce polisinden düşünsel açıdan kaçmak zordur. Çünkü insan yasadışı, yasak bir şey düşündüğünde bu yüzünde mimik olarak veya bedeninde tavır ve davranış olarak kendini belli eder, insan bu konuda kendini tutamaz ve bu vesileyle, bütün bir ülkeyi izleyen Büyük Birader sizin düşünce suçu izlediğinizi bilir, öğrenir. Düşünsenize, herhangi bir konuda dikta edilen düşüncenin tam zıttını düşünmenin imkânı yoktur, çünkü bir kez düşünüldü mü, düşünce polisinin bundan mutlaka haberi olur ve dibinizde bitiverir.

Winston’ın başına gelen de aynen böyledir; düşüncesuçu. Kendisi gibi isyankâr Julia’yla aşk yaşar ve sevişir - ki aşk yaşamak ve sevişmek, sevişmeden alınan haz Parti tarafından yasaklanmıştır ve kimse kimseyle cinsel münasebette bulunamaz (bkz. “Hayat içki ve seksten ibaret değildir”). Winston Julia’yla bu cinsel münasebeti gerçekleştirdiği için düşünce polisi tarafından yakalanır ve bütün hayalleri suya düşer. Bundan sonrası beyin yıkamadır.


Kaç parmak görüyorsun Winston?


Beyin yıkama denilen ise, en basit ifadeyle var olan bir gerçeğin çarpıtılarak yüksek rütbeli kimseler tarafından nasıl söyleniyorsa öyle olduğunu kabullenmektir. Yani, romanda da anlatıldığı üzere, 2+2=4 iken, eğer Parti, Büyük Birader buna 2+2=5 diyorsa bunun doğru olduğunu kabullenmek, buna inanmak ve 2+2=5’in doğru olduğunu düşünmeye zorlamaktır beyin yıkama. Winston beyin sıkama süreci boyunca “Benden gözümün önünde olan gerçeği inkâr etmemi nasıl bekleyebilirsiniz? 2+2=5 dememi istiyorsunuz, ancak mantığım bunu reddediyor” diyerek karşı koymaya çalışır. Aslında bu karşı koymak da değildir; bu, adın Winston Smith olsa dahi, “Senin adın Paul Johnson,” dendiğinde kendi adının Paul Johnson olduğuna inanmak ve daha önce hiç Winston Smith olduğunu bilmemektir. Bir şeyi bilmek veya bilmemek ise romanın en önemli noktalarından biridir. Gerçek hayatta gördüğün, somut bir kanıtının olduğu gerçeği, zihnine işleyen bu gerçeği nasıl inkâr edebilir, sanki zihnine hiç girmemiş gibi yapabilirsin? Hatta daha da zoru, “gibi yapmak” yerine nasıl bunun olmasını sağlayabilirsin? Mantık olarak imkânsız bir şey. İşte beyin yıkamanın teoride basit, ancak pratikte zor olmasının ve bu yolda Winston’ın eriyip gitmesinin nedenlerinden biri de bu.

“Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” sert, sert olduğu kadar da - ne yazık ki - toplumu çok iyi irdeleyen, özetini çok iyi çıkaran, toplum yapısını ve yönetilişini, sadece yazıldığı dönem için değil; bugün ve yarın da aynı sistemin işleyişi şeklinde geçerli kılan bir roman. Açıkçası roman içindeki “Oligarşik Kolektivizmin Teori ve Pratiği” adlı bölümü okurken çok sıkıldım, daraldım, bunaldım; ancak okudukça “Hmmm” dedim, “demek toplumda her şey böyle böyle iken, böyle böyle olabiliyor,” diye düşündüm. Toplumun her daim savaş, çatışma için devam ediyor oluşu, bilimden ziyade silah yapımına önem verilmesi, insanların tek düşünce yapısına sahip olması kitapta anlatılırken sıkıcı gibi duran, ancak tam da içinde yaşadığımız toplumu ve dünyayı özetleyen örnekler.


"BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT": Bir Türkiye distopyası

Gelelim bu kitabın Türkiye’ye uyarlanmasına... Bu noktada Türk halkı ve din gibi iki kavramla karşılaşıyoruz. Bu noktada şu anki iktidar partisi olan AKP’yi sonuna kadar eleştirebilirim, ancak toplum ve siyasete bakarsak bütün bu olaylar geriye de dayandığı ve önceki iktidarlarda da benzer sistemler uygulandığı için, iktidar yerine halkı incelemekte fayda görüyorum. Hatırlarsınız, Aziz Nesin zamanında “Türk halkının %60’ı aptaldır” demişti ve bu laf bugüne kadar pek çok yerde konuşuldu, kimi eleştirdi kimi hak verdi vb. pek çok şekilde tartışıldı. Ancak şunu rahatça söyleyebilirim ki, evet, Türk halkının %60’ı aptaldır. Ve bu aptallık, halkın büyük çoğunluğunun ne ile aldatıldığına bakılarak çözülebilir: birincisi din, ikincisi ise tarihtir.

Bir halkın dinden başka inandığı veya inanacağı hiçbir şey yoksa, dahası din üzerinden manipülasyona hazırsa, o halk aptaldır, cahildir ve “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı romanda da belirtildiği üzere; cehalet mutluluktur. Türk halkının cehalet sayesinde herhangi bir konuda endişe duyması gerekmediği için insanların pek çoğu da halinden memnundur ve devleti, dahası iktidarı bu vesileyle daha çok sever. AKP’nin “Allah ile aldatması” da tam olarak buradan gelmektedir. Aldatılmaya aç olan bir halk, en büyük zaafı olan din tarafından kandırılmaktadır. Aynı kitaptaki çiftdüşün mantığına uygun olarak, bugün başbakanın “Zamanında bize şöyle dediler, bize böyle yaptılar, bizi ezdiler büzdüler” şeklindeki açıklamaları da bir çiftdüşün tekniğidir. Yakında tarih kitaplarının değiştirilmiş olduğunu görürseniz şaşırmayın - belki de çoktan değiştirilmeye başlanmıştır bile! Klasik edebiyat eserlerine uygulanan sansürleri, yapılan değişiklikleri her gün gazetelerden okuyoruz. Üstüne üstlük, kültür seviyesi hem dünya çapında hem kendi içinde yerlerde sürünen bir toplum olarak kitaplara da gereken değeri veremiyoruz ve bizim fikir ve düşüncemize yabancı olan edebî eserlerden şikâyet edip okutulmasına itiraz edebiliyoruz. “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir,” diyor ulu önder Atatürk. O kadar doğru bir söz ki, bugünün Türkiye’si için düşündüğümüzde damarımızın kopmuş olduğu, kangren olduğumuz, kültürel açıdan süründüğümüz rahatlıkla görülebilir. Kitap okumuyoruz, okuduklarımız bizi bilgilendirici, eğitici, öğretici değil, analitik ve eleştirel düşünceye teşvik edilmiyoruz ve bu da bizi (mecazi anlamda) yobazlaştırıyor.

Ancak yobazlığı sadece mecazi anlamda değil, din anlamında da ele alabiliriz: Dinde bağnazlığı aşırılığa vardıran, başkalarına baskı yapmaya yönelen o kadar çok insan var ki bizim toplumda, o kadar büyük bir çoğunluk ki, azınlığın kendi fikrini, kendi düşüncesini belirtmesinin, bunu savunmasının imkânı yok. Başka dinden olanlara veya dinden tamamen bağımsız olan (ateist) insanlara toleransımız sıfır! Onların fikrine gelince kutsal, bizim fikrimize gelince onların fikriyle çatıştığı için “Sen benim inancımı sorgulayamazsın!”.


Başka şeye gelince, "Hırsız, cahil, sapık!";
dine gelince, "Dinimle alay edemezsin!"


Bugün tek bir kutsal kitaba bağlı kalarak diğer pek çok şeyi (hatta her şeyi) inkâr edip pek çok aldatmacaya inanacak insanlar olduğu için, halkın manipüle edilmesi de o kadar kolaylaşmaktadır. Bunu sadece Türkiye bazında düşünmek doğru olmaz; dünya üzerindeki pek çok inanışta, pek çok kutsalda da bu durum geçerlidir. Kutsal olan, dogmatik olan herhangi bir şey, aynı Büyük Birader gibi, sorgulanamadığı ve aksi iddia edil(e)mediği için olduğu gibi kabul edilmektedir ve cehalet de buradan gelmektedir.

“Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” romanında Winston’ın yaşadıklarını okurken, onun çevresindeki insanların, bugün sokağa çıktığımda çevremde karşılaştığım insanlardan farklı olmadığını görüyorum; duyarsızlaştırılmış, kendi fikri olmayan, kendisine dayatılan fikirleri takım tutar gibi tutan ve bu bağlamda eleştiriye de tahammülü olmayan, eleştirmeye çalıştığında da akıldan ve izandan tamamen yoksun argümanlarla saldıran insanlar. Bu tip insanlarla yaşadıkça, insanın aynı Winston gibi içinden isyan edesi, gelecekte aydınlık günler göreceği umudunu besleyip bunun için bir şeyler yapası geliyor... fakat ne yazık ki buna da imkân verilmiyor veya kendi kendimize imkân yaratmaya çalışmıyoruz, gayret etmiyoruz, çaba göstermiyoruz.


Allah ile aldatmak.


Hâl böyle olunca, bizim toplumumuzda Allah ile aldatanlar olup Allah ile aldanan kitle çoğunlukta oldukça, dünya genelinde ise çeşitli farklı fikir ve görüşlerle aldatılan, manipüle edilen insanlar oldukça, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı roman bugün veya yarın, 10 yıl sonra, 20 yıl sonra bile okunduğunda yine o günü çok iyi anlatan ve eleştiren bir roman olmaya devam edecek.

Her şey, doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilmekte; “Ben bunun doğru olduğunu düşünüyorum ve buna inanıyorum” diyebilmekte; 2+2=4 ediyorsa “2+2=4” diyebilmekte; baskıya, sansüre, yasaklamaya karşı olup köleliğin getirdiği cehaleti ve özgürlüğü eleştirip zincirleri kırarak esas özgürlüğe kavuşabilmekte. Hepinize böyle yapabildiğiniz, böyle yaşayabildiğiniz günler diliyorum. Eğer böyle yaşıyorsanız ise tebrik ediyorum.



Kitabın filmine gelince... 1984 yılında gösterime giren versiyonu biraz tekdüze anlatıyor gibi geldi bana, sadece kitaptaki olayları anlatmaya yönelik, derinlikten veya karmaşadan uzak, olduğu gibi anlatan bir film. Tabii kitapta anlatılan onca toplumsal ve psikolojik konuyu filme tamamen aktarmalarını beklemek de yanlış olur. İzlemezseniz bir şey kaybetmiş olmazsınız, eğer kitabı okumak istemiyorsanız veya sıkıcı geldiyse filmini izlemenizi tavsiye ederim. Ancak kitabı okumanızı daha çok tavsiye ederim çünkü gerçekten derinlikli bir kitap.

14 yorum:

  1. Tayyipe benzetmene sesli güldüm reis.

    YanıtlaSil
  2. Kendisi doğuştan bile Büyük Birader olabilir. :)

    YanıtlaSil
  3. Siyasi görüşünü kendine saklasaydın daha iyi olurdu. senn görüşüne ihtiyacımız yok.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Blog sayfası şahsi sayfam olduğu için siyasi görüşümü belirtmekte bir sakınca görmüyorum. Ayrıca herhangi bir siyasi görüş belirtmiyorum, siyasi bir eleştiri yöneltiyorum.

      Sil
  4. Bu kitap hangi akım ile yazılmıştır? emperyalizm mi

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu kitap akım ile değil, komünizm ve faşizm eleştirisi olarak yazılmıştır, ben öyle düşünüyorum.

      Sil
    2. çok teşekkür ederim ama sınav sorusu olarak çıkıcak karşıma sizce bunu mu yazmalıyım?

      Sil
    3. Bu benim kendi görüşüm. Sınav sorusu olarak karşınıza çıkacaksa daha detaylı araştırma yapmanız gerekir. Ben emperyalist bir akımla veya herhangi bir akıma bağlı kalınarak yazıldığını düşünmüyorum; daha çok başka fikir ve ideolojilere karşı yazılmış bir eser. Araştırdığımda da bu sonuç çıktı. Umarım yardımcı olabilmişimdir.

      Sil
  5. çok teşekkür ediyorum size.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Rica ederim. Ama dediğim gibi, detaylı bir araştırma yapmanızda fayda var.

      Sil
  6. Eline sağlık Gökhan çok beğendim hayvan çiftliğini dün okudum bu kitabıda hemen bugün alacağım

    YanıtlaSil
  7. bu kunu hakkında kısaca genal bi bilgi verirseniz iyi olur, anlayamadımda

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hangi konu hakkında ne gibi genel bir bilgi?

      Sil