Çok iyi bir hayatınız, iyi bir eğitiminiz var; sürekli
sizin için verilmiş olan bazı kararlar var ve bunlara itiraz edemiyorsunuz. Bir de yarın iş güç var erken kalkmanız gerek... Sevgilinizle de aranızı iyi
yapmalısınız, malûm ebeveynler çocuk bekler. Bir de hep hayalini kurduğunuz
yurt dışı seyahati yok mu?... Eğer bunların hepsine “Aa, aynı ben!” diyorsanız
tebrikler: Muhteşem bir ‘oyuncusunuz’!
Shakespeare’in ünlü “As You Like It” oyunundaki bir monologda
yer alan bu cümle, belki de hayatlarımızın ve bizlere dayatılanların bir özeti:
Tüm dünya bir tiyatro sahnesi ve biz insanlar sadece birer oyuncuyuz.
Bu konuyu, en sevdiğim filmlerden biri olan “The Truman
Show” filmi üzerinden anlatmak isterim. Gelin bakın hayatımız nasıl Trumanvari,
nasıl etrafı kameralarla (gözlerle?) çevrili bir ortamda bizden istendiği
şekilde yaşıyoruz...
“Günaydın.
Ve olur ya belki sizi göremem, tünaydın, iyi akşamlar
ve
iyi geceler.”
Her sabah hayatın geri kalanına karşı yeni bir başlangıç
yaparcasına “Günaydın” diyoruz... Her zamanki hayatımız; evden çıkıyoruz, işe
gidiyoruz, çalışıyoruz, paramızı kazanıyoruz, karşı cinsimize veya hemcinsimize
âşık oluyoruz, hayaller kuruyoruz, para biriktiriyoruz, hobi ediniyoruz,
dostlarımız arkadaşlarımız oluyor...
Derken- PAT!
Gökyüzünden ansızın bir şey düşüyor, bir ‘işaret’;
hayatı(mızı) sorgulamaya iten o işaret... Çünkü ‘biri bizi gözetliyor’! Ama bu
fikrin devamında öyle çok açılmamıza gerek yok, çünkü bizi izleyenler zaten
hayatımızdaki insanlar, onlar bizi yönlendiren. Ama biz bu mesaja -belki de-
henüz cevap vermiyoruz.
Belli bir hayalle ilgili ufak tefek adımlarımız var; tek
başına belki bölük pörçük, ama genelden bakınca belki de hayalini kurduğumuz
‘o’ insan...
Ama nerede? Geçmişte... Ne zaman karşılaşacağız? O belli
değil. Sadece tek bir umut, ya da birkaç umut, bizi biz yapan.
İşti, hayallerdi, çalışmaktı... Evet, şu ana kadar hayattaki
bize biçilmiş ‘rolü’ eksiksiz biçimde sürdürüyoruz, her şey ‘o’nun, bize bu
hayatı bu şekilde yaşamayı zorunlu kılan ‘o’nun dayatması, ama biz onu
görmüyoruz...
Her sabah ya da gece banyoda, aynanın karşısında kendimize
bakarken aslında bütün dünyaya bakıyoruz-
-o dünyayı yaratan, o dünyanın tanrısı, ‘o’ da bize
bakıyor...
Belki de sadece ‘o’ değil, bize bu hayat tarzını biçen,
başka hayatları izlemeyi ve hayal kurmayı seven başka insanlar...
İzdivaç teyzelerini de unutmamak gerek tabii!
Hatta polisler bile!
Yani bütün dünya, bütün insanlar aslında birbirlerinin
yaşamına odaklanmış, kendi yaşamlarının kurguya dayalı bir versiyonunu başka
bir mecrada (televizyon? bilgisayar? radyo? sinema? kitap?) takip etmeyi
seviyorlar.
Derken geçmişimiz bizi yoklar, seneler önce kaybettiğimiz ve çok özlediğimiz insanların sanrıları içinde kıvranır dururuz. Bu durumda hayat onları karşımıza defalarca kez çıkartır, onların gidişini kabullendik mi, içimizde ta derinlerde hâlâ kanayan bir yaramız var mı görmek için.
Esasında
hayallerini kurduğumuz ‘o kişi’ eskilerden, çok eskilerden abayı yaktığımız
biridir... Ama yoo! Hayat hiçbir zaman o kadar adil değil ve hiçbir zaman tek
seferde bize istediğimizi vermez, veremez. Çünkü, Amerikalıların ünlü deyişiyle
“No pain, no gain”, bizim güzide Türkçemize çevrilişiyle “Uğraş vermeden elde
edemeyiz”. Ailemiz, arkadaşlarımız, etrafımızdaki herkes aslında bizim için en
doğru seçimi çoktan yapmıştır, kime ne şekilde âşık olacağımız bellidir.
Ailemiz buna karar vermediyse bile esas karar ‘o’nundur (bkz. “Allah’ım şu
kızı/çocuğu karşıma çıkardın ya...”).
Sevdiğimizi sandığımız, âşık olmamız istenen kişi
kollarımızdadır.
Çünkü klasik Türk tipi ailelerinde teyzelerin, yengelerin,
halaların söylediği gibi; “o çocuk hiç de onun tipi değil”dir!
Ama esasında bu hayalini kurduğumuz kişi, yanında olmak
istediğimiz o esas kişi, bizi bu kurmaca dünyasından, bu tiyatro sahnesinden
çekip alarak gerçek hayata götürecek kişidir belki de, bizi uyarır.
O kişi bize der ki; çık git bu yalan dünyadan, bu sahte, kurmaca
hayata bir dur de! Medya insanları gözetliyor, herkes birbirini izliyor. Bundan
kurtulman lazım!
Ah bir de o cesaretimiz biraz olsa... O vakitten itibaren elimizde hep
kırık dökük hayaller vardır...
Doğru parçaları bir araya getirdiğinde amacına ulaşacak...
Sonra birden, bir gün, her şeyin yapmacıklığı yavaş yavaş ortaya
çıkar. Daha önceden yazılmış replikler, üzerinde çalışılmış diyaloglar, hepsi
yavaş yavaş kendini göstermeye başlar. Herkes aynı anda aynı hareketlerde
bulunur, hayatın işleyişi sıradanken birden tuhaf görünmeye başlar ve o uyarı
düdüğü çalar- tadaaa! Şehirde yaşam durur:
Ve anlarız ki hayat aslında etrafımızda dönüp duran bir dönme dolap:
Döneriz... Döneriz... Döneriz... Ama bir türlü işin içinden çıkamayız;
hayatın belli bir noktasında tıkanıp kalmışızdır. Gerçekten kendi hayatımızı mı
yaşıyoruz, yoksa bize dayatılanı mı? Kendi hayatımızın hem yazarı hem oyuncusu
muyuz, yoksa sadece oyuncusu mu?
Hemen sonrası ise malumunuz: “Durdurun dünyayı, inecek var!”
Artık hayatınızdaki birtakım şeylerden ciddi anlamda şüphelenmeye
başlıyorsunuz; her gün aynı hareketleri sanki önceden öğretilmiş veya
çalışılmış gibi yapan insanlar, aynı kalabalık, her şey aynı. Çünkü bir
kurmacanın içindeyiz ve hepsi ‘öyle olmak durumunda’.
Veee, perde arkası!
Ama bu bize yassah! (yasak), çünkü hayatı kuralına göre oynamak zorundayız. Yassah hemşerim yassah! Kurallara uyun!
Ardından, her şeyin, hayatın aslında bir kurmaca olduğuna kendinizi
gerçekten inandırıp kaçıp gitme isteği... Fakat her yerde oyunu kuralına göre
oynamanız için gereken işaretler mevcut:
Tatile uçakla çıkamıyoruz, çünkü biletler yok, vay halimize! E otobüs?
Onda da böyle oluyor:
Meraklı halkımız ise her daim olup bitenleri izlemeye devam ediyor.
İşte bütün dünyadaki izleyici tipi; herkes bizi izliyor!
(filmden)
- Şikago’ya mı gidiyor nereye gidiyor?
- Bir yere gidemez, önce eşini ikna etmesi gerekir.
Size ne be arkadaşım?! Bu yorumlar size de magazin sayfalarındaki ünlü
çiftlerin altına girilen yazıları andırmıyor mu? “Bence ikisi hiç uyumlu değil,
hiç gözüm ısınmadı bunlara”... İyi de sana ne? Senin başka hayatın yok mu? Yok,
ne yazık ki bazılarımızın hayatları yok ve başkalarının hayatlarına müdahale
ederek, onların ‘tiyatrolarını’ izleyip yorum yaparak geçiyor ömürleri.
Peki hayat konusunda isyan edelim, atlayalım arabaya ve basıp gidelim?
Mümkün mü?
Tam biz yola çıkacakken başkaları da aynı anda yola çıkıyorsa, bir
nevi İstanbul trafiğinin ufak boyutlusu meydana geliyorsa ne mümkün...
Bazı yollar da korkularımız üzerine inşa edilmiştir; onlarla
yüzleşmeden veya üstesinden gelmeden bir adım atmak mümkün değildir.
O zaman biz hayatımızda gaza basarken birilerinin de bizim için
yönlendirmesine izin vermemiz gerek, yardım varsa reddetmemeliyiz.
Derken yolumuzun üzerinde karşımıza çıkan engel üstüne engeller...
Hepsi tek bir soru üzerine: bir şeyi yapmaya ne kadar niyetliyiz?
Bu sefer de nükleer bir sızıntı durdurmaya çalışıyor.
Hepsinin üstüne, hep hayatta “Yapamazsınız”, “Olmaz” diyen insanlar.
Tiyatro sahnesinin sınırlarını belirlemeye çalışan, size sizin yapamayacağınız
şeyleri söyleyen didaktik insanlar.
Onlara nasıl karşı koyabiliriz? Ya da koyabilir miyiz? İnatla müdahale
etmek isteyen insanlar... ve en sonunda ne oluyorsa müdahale ediyorlar.
Tabii hayatımızda bize “Şunu alın”, “Bunu alın”, “Bak şu daha iyi”
diyen insanlar da yok değil. Bunların -belki de- hepsi belli bir sistemin
getirisi: hayatta hep bir şeyler kazandığınız için bir şeyleri ‘satın alma’
üzerine var oluyoruz gibi; her tarafta (yükselen bir ses tonuyla) reklamlar...
reklamlar... reklamlar...!
İyi de reklamlardan, ürünlerden bize ne?! Aaa öyle deme... yeni çıkan iPhone'u gördün mü? Herkes aldı, ya sen? Değilse bile, koy götüne rahvan gitsin,
maksat cepler dolsun.
Ama böyle her şeyin birbirine girdiği ve depresif bir hale döndüğümüz
anda bile en yakın arkadaşımız, belki çocukluk arkadaşımız gelir ve bizi o
yazılmış olan oyuna geri getirmeye çalışır. Sahne elbette ki dramatiktir ve
söylenen sözler de, “Sen bunu yapabilirsin, hiçbir şey kurgu değil, hayat bu,
üstesinden geleceğiz,” olur mesela...
Ve işte hayatımızdaki her şeye yön veren, bize bir hayat biçen O kişi; yönetmenimiz:
Her şey tam dramatik giderken devreye tekrar geçmişimizi,
yüzleşemediğimiz kaybettiğimiz kişiyi sokuveriyor. Âna tanıklık eden gözü yaşlı
insanlar da var.
Yönetmen dramanın dibine vurmuşken...
...bizim duygusal anımız bir ajitasyon malzemesine dönüşüveriyor (Acun
Acun duy sesimizi!). Bizim dramamız onların ihtiyacı (her nedense!).
Dünya bizi izliyor, dünya bizi konuşuyor. Dünya bir tiyatro sahnesi ve
bizler o sahnedeki oyuncularız ve hepimiz birbirimizin hikayesinde
figüranlarız.
Hep başkalarının memnuniyeti, hoşnutluğu için kararlar veriyoruz,
onlara göre yaşıyoruz. Başkaları için olmasa bile O'nun için yaşıyoruz ve var
oluyoruz. Kalıplarımızın dışına çıkamıyoruz. Aynı alttaki görüntü gibi, bir hayatın, bir 'kadraj'ın içine sıkışıp kalmışız, O'nun, onların isteği üzerine...
Ailemizin, sevdiklerimizin, çevremizdeki insanların gözünde işte bu
“On Air” ekranındaki gibi bir görüntüden ibaret olabiliyoruz kimi zaman.
Sonra birden alıp başımızı gitmek isteriz, ama oyunu izleyen insanlar bizi bırakmak istemez. Her yerde, ama her yerde bizi ararlar.
Oysa biz çoktan
engin denizlere açılmışızdır...
Kurallara karşı koyup bize biçilmiş hayattan kaçmaya çalıştığımız için O’nun gazabı da kötü olur.
Bizi sınar; bir daha...
Bir daha...
Ve bir daha...
Oyun insanlar için o kadar keyifli, o
kadar bağımlı bir hale gelmiştir ki sizin oyunu terk etmemeniz için her türlü
uyarı yapılır.
En sonunda kendi sığınağımızın içinde dengemizi kaybederiz ve
düşeriz... Son çırpınışlar...
En büyük dalga, hayatın en son tokadı gelir ve suratımıza çarpar...
Ama çabalarımız nihayet sonuç verir;
Umutsuzluğun ardından güneş doğar...
Ayağa kalkmak, kendi gerçekliğimize uyanmak için ne kadar gücümüz
kaldı? Bunca bulanıklıktan sonra bilincimiz ne durumda?
Yelkenlerimizi yine açarız...
Ve yolculuğa devam ederiz...
Ve gideriz... gideriz... En sonunda tiyatro sahnesinin duvarına
toslarız!
Bu bize o kadar tuhaf gelir ki, bir an bunun gerçek olup olmadığına
inanamayız. Ona dokunuruz.
Koskoca bir perde önümüzde serilmektedir.
Çıkışa giden basamaklara varırız.
Basamakları çıkmaya başlarız...
“The truth is out there...” Meali; cevap kapının ardında:
Ve işte,
O’nunla, oyunu yönetenle hesaplaşmamız...
Duştaki amca:
İzdivaç teyzeleri:
Ama esas hayalimiz de orada, dışarıdadır:
Güle güle der, selamımızı dururuz, O’na, onlara karşı...
“Bizi izlediğiniz için teşekkür ederiz”:
Veeee... the end (son)!
Başkaları için küçük, ama bizim hayatımız için büyük bir adım.
Yayın biter.
...
...
...
...
...
...
...
...
...
Eee, şimdi sırada kimin hikâyesi var?...
Kimin, kimlerin hayatı üzerinden kendi hayallerimizi, fantezilerimizi, isteklerimizi baskılayıp bunu dışarıdan izleyip keyif alacağız?... Dert etmeyin; Mart 2012'de dünya üzerindeki insan sayısı 7 milyarı aşmış, mutlaka takip edecek birilerini buluruz.
Bir başka tiyatro sahnesinde, bir başkasının hayatını izlerken
görüşmek üzere! Esenlikle kalın... :)
Son olarak, yazıyı yayınlamadan önce rast geldiğim bir çizimi de paylaşmak isterim; farklılığı, farklı olmayı toplumun içinden gösteren bir çizim.
Son olarak, yazıyı yayınlamadan önce rast geldiğim bir çizimi de paylaşmak isterim; farklılığı, farklı olmayı toplumun içinden gösteren bir çizim.
Çok güzel bir yazı, filmi izledikten sonra bu yazıya rast gelmem ve daha yeni bugün yazılmış olması da taze bir düşüncenin ürünü olduğunu görmemi sağladı.. Çözümü var mı diyeceğim "Olsa bu yazı olmazdı" diyeceksin o yüzden susmaya devam ..
YanıtlaSilHayatta bize biçilen rolü bir şekilde üstlenmek "zorunda" olduğumuz için, çözümü, "Böyle olmamalı" deyip böyle olmaya devam etmemizdir belki de. :) Gösterdiğiniz ilgi için teşekkür ederim.
YanıtlaSilGerici felsefenin incelikleriyle bezenmiş filme aynen o felsefeyle atılmış bir bakış. açıkçası yazı gerici idealist felsefenin en uç noktalarıyla bezenmiş, eğlendiren, haz veren, keyifli ve estetik bir yapımın oluşturduğu etkiyi çok iyi gördüm.
YanıtlaSilyok hayat yalan, insanlar pozcu, olaylar yalan. her şey aynı, her gün aynı, herkes aynı, davranışlarımız aynı; hiç değişmez. bir de belirsiz ve mutlak "o" var. gerçeklikle, doğayla, bilimle alakası olmayan gerici bir filmin aynı nitelikteki yorumu.
Öncelikle yorumunuz ve eleştiriniz için teşekkür ederim.
YanıtlaSilFilmin gerici olduğunu ben düşünmüyorum- en azından her şeyin tekdüzeleştiği ve her şeyin belli birtakım kurallar dahilinde yaşandığı bir hayat çizgisinde olaylara farklı bir açıdan bakış sağlıyor. Belki siz yaşamıyor olabilirsiniz, ancak pek çok insan kendi istedikleri değil, onlara "biçilen" bir hayatı yaşıyor ne yazık ki. Bu film de bu "toz pembe" yaşantıya komedi penceresinden bir bakış açısı.
"Gerici idealist felsefe" diye yorumlamışsınız, fakat biraz araştırılınca "idealist felsefe"nin ya da "idealizm"in; "tinsel (bilinç dışı) güçlerin evrendeki tüm süreçleri ya da olup bitenleri belirlediğini savunan tüm felsefe öğretilerini içerecek biçimde kullanılan terim" (Vikipedi) olduğu görülüyor. Eğer filmi idealist felsefeye göre ele alacaksak, filmin kendisi zaten idealizmi eleştiren bir film. Tepede (Ay'ın içinde) bir adam var, Tanrı gibi davranarak piyonunun yaşamını yönlendiriyor, başka insanların isteklerine bağlı olarak adamın çevresinde bir yaşam, bir aşk, bir umut örüyor. Ben de filme bağlı kalarak diyorum ki; "idealizm"e, yani "başkaları tarafından bizlere öğretilen/dayatılan gerçekler"e karşı başkaldırıp kendi hayallerimiz, kendi ideallerimiz (buradaki "ideal", "idealizm"den bağımsız olarak kullanılmaktadır) doğrultusunda, kendi inandığımız hayatı yaşamalıyız. Aksi takdirde hepimiz hayat denen tiyatro sahnesindeki birer oyuncudan ibaretiz. O eleştirdiğiniz mutlak "O" kişisini zaten film de eleştiriyor, "Bir adam var her şeyi o planlıyor," diyerek deyim yerindeyse dalga geçiyor.
Hepsinden öte; konuştuğumuz şey bir 'film', bir 'hikâye' olduğu için kurguyu çok da gerçek sanmamamız lazım. Film bize sadece bir fikir veriyor, üstte de yazdığım gibi, farklı bir pencereden bakış açısı sunuyor. Kişi, "Ben buyum!" dediği ölçüde kendisidir, yazının sonundaki karikatüre binaen.