Bir film izliyorsunuz; dramatik bir film ve en duygusal
sahnesinde gözyaşlarına boğuluyorsunuz, ya da aksiyon dolu bir film ve bir
patlama veya kovalamaca sahnesinde geriliyorsunuz, en olmadı bir bilimkurgu
filmindeki sahneyi izlerken ağzınız açık kalıyorsunuz... Eğer bunlar oluyorsa,
o filmin "mise-en-scène"i, yani mizanseni olmuş demektir. Peki ne demektir “mizansen”?
Hemen baştan vereyim Vikipedi anlamlarını ki ona göre mizanseni
kendi fikrimce irdeleyebileyim;
Mizansen: bir tiyatro eserinin sahneye konması, sahneye göre
düzenlenip yorumlanmasıdır. Fransızca, yazının başlığında da yazdığım üzere Mise-en-scène
kelimesinden gelmektedir. Bunu tabii tiyatroyla kısıtlamamıza gerek yok; film
veya dizilerde de mizansenle karşılaşmamız mümkündür.
Mizansen tek başına kendi kendini tanımlayabilen bir terim
olmadığı gibi, pek çok prodüksiyon teriminin ve işleyişinin bir araya
gelmesiyle oluşan ve ancak bu şekilde tanımlanabilen bir kavram; sahne
tasarımı, makyaj, kostüm tasarımı, film müziği, ışık, oyunculuk ve daha bir
sürü şey göz önünde tutularak mizansen gözlemlenebilir ve iyi ya da kötü
olduğuna karar verilebilir. Belki bu elemanlardan bir tanesinin bile zayıf
kalması filmi kotarır diye düşünebilirsiniz, ancak öyle değildir ve tek bir elemanı
bile çıkartırsanız, mizansen etkili ve başarılı olmaz.
Bunun için en basitinden “Back to the Future” serisini örnek
verebilirim. Pek çoğumuzun gençliğinin bilimkurgu türünde kilometre taşı olan
bu film serisi, mizansene şu an için aklıma gelen en iyi örneklerden biridir.
Seri, ilk filmiyle 1985’te geçmektedir; bir zaman makinesi işlevi gören
DeLorean DMC-12 model arabayla zamanda gezintiye çıkan karakterimiz Martin
McFly, 1955 senesine giderek kazara annesiyle babasının birbirleriyle ilk
tanışmalarına ve âşık olmalarına engel olur, çünkü annesi kendisine âşık
olmuştur ve geçmişteki bu birlikteliği bozması, Martin’in 85’teki varoluşunu da
tehlikeye sokmaktadır.
Peki biz, 1985 senesindeki yaşamla 1955 senesi arasındaki
yaşamın farkını nasıl ayırt edebiliriz filmde? Elbette ki mizansenin etkisiyle!
Şu fotoğrafa bakın, ne kadar da 80’ler değil mi? Araba,
Martin, Dr. Emmett Brown ne kadar da o döneme ait duruyorlar...
Ama bu sahne de filmden... Peki aradaki fark ne? Kostüme,
makyaja ve sahne yapısına bakacak olursanız bunun filmdeki 1955 yılına ait
görüntü olduğunu rahatlıkla anlayabilirsiniz- Martin’in babasının o eski model
saç kesimi bile mizanseni rahatlıkla ele veriyor.
Hele bu sahne? Size tahmin hakkı bırakmadan hemen
söyleyeyim; 1955 senesinde, Martin’in annesiyle babasının karşılaşmasında
önemli rol üstlenen balo sahnesinden bir görüntü.
İlk film boyunca 1985 yılına ve 1955 yılına mizansen
eşliğinde bir yolculuk yaptıktan sonra, ikinci filmde bu sefer geleceğe
gidiyoruz. Hangi geleceğe? Bize şimdisi için çok uzak olmayan bir gelecek:
2015.
Uzay üssüne benzeyen aracın yoldan geçmekte olduğu bir
zaman...
Hatta filmde bize gösterilen “gelecek” o kadar bir gelişmiş,
teknolojik olarak o kadar üst düzeyde ki, sokakta birden bire hologram bir
köpekbalığının saldırısına uğrayabiliyorsunuz!
Bunun yanı sıra, yine mizansene hizmet amacıyla, 89’da
tasarlanan ve 2015’te giyeceğimiz düşünülen Nike marka spor ayakkabı:
Ve ve ve o meşhur “uçan kaykay”!
Aranızda hâlâ, sene 2012 olduğu halde bu kaykayla ilgili en
ufak teknolojik bir habere rastlamayıp hüsrana uğramış ve bilim adamlarına
sövmekte olan kişilerin olduğunu biliyorum, ben de onlardan biriyim.
Allahsızlar, insan o zamanlardan başlar değil mi?! Bir de derler ki sinema,
bilim ve teknolojiye de zemin hazırlıyor- hadi oradan!
Ama inşallah bir 10 seneye kalmadan şu arkadaşlar gibi poz
verebiliyor olucaz:
Neyse, konunun çok dışına çıkmayalım. “Back to the Future:
Part 2”da görebileceğiniz üzere her şey modern ve teknolojik görünümde, 1985
yılından farkı olması için mizansene aşırı derecede ağırlık veriliyor;
teknoloji ve tasarımla birlikte evin babasının çift kravat takması; (video
konferansa da dikkat!)
Kovulduğunuzu belirten bir mesajın üstün teknoloji sayesinde
evinizdeki bütün faks makinelerine gönderilmesi;
Gözlerindeki teknolojik gözlüklerle olan biten her şeye
ulaşma imkânı olan evin gençliği; (sosyal medyanın tohumları bu filmle mi
atılmış ne?)
Ekranda sadece birkaç saniye gözüken ama o zamanlarda
hepimizin içine işleyen, ağzımızın suyunu akıtan o ultra-teknolojik mikrodalga
fırın;
Bunların hepsi, ikinci filmde 2015 senesini göstermek için
mizanseni kuvvetlendirmek adına kullanılan malzemeler ve yaratılan sahneler.
Derken 1985’e geri dönen Martin ve Doktor, Martin’in baş
düşmanı Biff’in gelecekteki yaşlı halinin geçmişe, 1955’e gizlice giderek
yaptığı birtakım değişiklikler yüzünden karşılaştıkları problemi gidermek üzere
tekrar 1955’e giderler. Yani bir filmde üç ayrı mizansen şaheserine tanıklık
etmiş oluruz. Peki bütün bunları, hep aynı kıyafet, aynı sahne tasarımı ve aynı
objeler kullanılarak izlemiş olsak, 1985’i 1955’ten veya 2015’ten nasıl ayırt
edebiliriz? Belki diyaloglarla mümkün, ancak kafamız allak bullak olur.
Hepsinin üstüne, 3. filmde de 1885 serisine gitmeyelim mi?
Tam bir karmaşa! Ama mizansen yardımımıza koşuyor ve bize 1885’i diğer
senelerden görsel açıdan ayırmamızı sağlıyor;
Bu sahnenin 1985 veya 1955 senesine ait olduğunu iddia etmek
absürt olurdu herhalde.
Ya da bu sahneyi;
Kostüm, makyaj, saç, sakal, ışık vb. bunların hepsi bizim
filmin 1885’te geçtiğine gerçekten inanıp kendimizi filme kaptırmamızı
sağlıyor.
Mizansenin bu en klasik ve müthiş örneğini barındıran “Back
to the Future” serisini izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. Ve hayır, Steven
Spielberg’le herhangi bir akrabalığım yok veya kendisinden bunun için ücret
almadım.
Başka bir kült seriye yolculuk yapalım: “The Matrix”. Seriyi
hatırlarsınız; bu zamana kadar hep yaşadığımızı sandığımız dünya aslında sanal,
hiçbir şey göründüğü gibi değil ve gerçeği görmeyi başladığımız andan itibaren
dünyanın aslında ne kadar boktan bir yer haline geldiğine şahit oluyoruz. Ama
nasıl?
Bu, filmde bizlere sanal olduğu inandırılmaya çalışılan, ‘sözde’
gerçek dünya;
Bu karede, Matrix tarafından dayatılan sanal gerçeklikte
kendisine sunulan dünyaya itaat eden sıradan bir adamın, Neo’nun ofisteki
çalışmasını görüyoruz. Morpheus adlı, filmdeki Ajanların terörist olarak
nitelendirdikleri bir adam tarafından çağrılıyor;
Morpheus, Neo’ya, “Gerçeklik mi, yoksa sanallığa devam mı?”
diye soruyor;
Bu noktaya kadar filmdeki o karanlık, kapalı mizansene
dikkat. Wachowski Kardeşler’in vurgulamak için oldukça didindikleri “siber-gerçeklik”
olgusuna her karesinde ağırlık veriliyor. Peki Neo, gerçekliği seçinde ne oluyor?
Gerçek dünyanın bu kadar boktan olduğunu görüyoruz;
Ve insanoğlunun yaşamının makineler tarafından bu kadar
tekdüzeleştirildiğine şahit oluyoruz;
Bu sahneler, hikâyenin gerçeklik kısmı o kadar sert, o kadar
acımasız ve surata tokat gibi patlaması gereken kısımlar ki, mizanseni bir
bahar havasında, güneş ışıklarının aydınlattığı tertemiz bir atmosferde
sunsalar herhalde kimse hikâyenin anlatmaya çalıştığı derdi anlamak istemez,
yazar ve yönetmene “Hadi len!” diye resti çekerdi. Filmde gerçeklik ne kadar
kötü, leş ve dibe batmış gösteriliyorsa, Matrix’teki sanal dünya, yani bizlerin
içinde yaşadığı dünya da bir o kadar gündelik gösteriliyor. Ama bu noktada
tabii ki güllük gülistanlık bir durum yok, o yüzden Matrix siyah ekran üzerine
yeşil kodlardan oluştuğu için film boyunca, sanal olarak lanse edilen dünyada
dikkat ederseniz hep bir yeşil ya da koyu bir ton mevcut.
Mizansen bizi “The Prestige” filmindeki gibi 19. yüzyıl
sonlarındaki bir dünyaya da götürebilir;
“Minority Report” filmindeki gibi geleceğe, 2054 senesine de
götürebilir;
Ya da, George Lucas’ın bunu çok iyi başardığını düşündüğüm, “Star
Wars” serisindeki gibi -bana göre- geçmişteki bir geleceğe götürebilir;
Jedi’ların giyimleri bana eski zamanları çağrıştırsa da,
ellerinde tuttukları ışın kılıçları da bir o kadar geleceğe götürüyor ve
insanın aklında bence tuhaf bir ikilem, değişik bir algı oluşturabiliyor;
Peki ya Peter Jackson’ın “The Lord of The Rings” serisinde
ortaya koyduğu o muhteşem güzellikteki mizansene ne demeli?
Bu sahnelere bakıp da ağzınız sulanıyorsa, mizansen oldukça
kuvvetli ve etkisini çok iyi gösteriyor demektir. Nitekim öyle zaten...
Yani sonuç şudur ki, bir senarist bir filmi, hikâyeyi,
senaryoyu, mizanseni düşünerek yazar, o sahneyi kafasında canlandırarak yazar-
öyle yazmak zorundadır. O senaryo yönetmen ve yapımcıya gider ve ikisi kafa
kafaya vererek bu hikâyeyi beyazperdede etkin kılacak mizanseni yaratmak için
toplantı yaparlar, olası sahne ve mizansenleri tartışarak senaryodan sahne
eksiltir veya sahne eklerler. Buna göre yönetmen bütün ekibe prodüksiyon
öncesinde “Motor!” der ve mizanseni yaratmak için ışıkçısından sesçisine,
kostüm tasarımcısından set tasarımcısına, makyajcısından diğer görevlilere
kadar herkes, beyazperdede gözükecek olan sahnenin gerçekçi olması için canla
başla çalışır ve ortaya seyir zevki yüksek, leziz yapımlar çıkar.
Mizansen konusunda dizilere bakacak olursak “Lost”un bu işi
çok iyi yapmış olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca son dönemde “Spartacus” ve “Game
of Thrones” dizileri de mizansen açısından çok başarılı işlere imza atmaktalar,
bu yapımları da takip etmekte fayda var (ve yine belirteyim, hiçbirinden
komisyon almıyorum).
Son olarak, ben bu “mizansen” kelimesinin Fransızca
yazılışında en çok “Mise-en-scène”i “Miss a scene (bir sahneyi özlemek)” olarak
okumayı ve o şekilde düşünmeyi seviyorum, çünkü bu örneklerini verdiğim
filmlerde de olduğu gibi pek çok mizanseni, o dünyayı, o sahneyi çok seviyorum
ve çok özlüyorum. İnsan bir filmde hikâyeye, senaryoya, oyuncuya, oyunculuğa
olduğu kadar sahneye ve mizansene de pekâlâ âşık olabilir bence, değil mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder