20 Ocak 2013 Pazar

Bir bulut olsam...


Ömer en sonunda dönemin son sınavını da vermiş, başarıyla geçen sınavının haklı gururu olarak mutlu ve içi rahat biçimde yurttaki eşyalarını bavuluna toplamıştı. Yolculuk vardı memlekete. Okulun sömestr tatilinden fırsat bulup memleketine, ailesine, annesine kavuşacaktı. Yine de, içi rahat olsa dahi, biraz tedirginliği de yok değildi hani.

Mersin’e gidecekti, ailesi orada yaşıyordu. Onlardan her okul döneminde ayrılıp Ankara’ya geliyor ve üniversitedeki eğitimine devam ediyordu. Mersin ve Ankara arasında iki senedir mekik dokuyordu yani.

AŞTİ’ye varmış, bilet aldığı seyahat acentesinin otobüsünü bularak bavulunu görevliye vermiş, o da bagaja yerleştirmişti. Şimdi tek yapması gereken, hâlâ kurtulamadığı sigaradan bir dal içip yerine oturmaktı. Sonra ver elini yolculuk, 7 saat sonra da evindeydi...

Beş dakika içinde sigarasını tüttürüp etraftaki diğer insanları ve gelen giden otobüsleri seyrettikten sonra, izmariti yere atıp ayağıyla çiğneyerek söndürdü ve otobüse bindi. Genel olarak üniversite öğrencilerinin final zamanı yeni bitmiş olduğu için, otobüsün büyük çoğunluğu öğrenci gençlerden oluşuyordu. Ömer koridorda ilerleyerek elindeki biletten numarasını kontrol etti ve kendi yerini buldu; cam kenarında oturacaktı. Oldum olası cam kenarını sevmişti hep yolculuklarda; dışarıyı, gökyüzünü izlemek, gözlerinin önünden akıp giden görüntüleri seyrederek hayallere dalmak.

Oturduktan on dakika sonra yanına başka bir yolcu daha oturdu ve otobüs dolduktan sonra kapıları kapandı, şoför aracı çalıştırdı ve hareket haline geçtiler. Otobüs park yerinden çıkarken muavin de elinde listeyle yolcuların arasında geziyor, kâğıda notlar alıyordu. Kim Mersin’de nereye gidecek, nerede inecek bilgileri alındıktan sonra muavin ortadan kayboldu. Ömer başını cama yaslayarak dışarıyı izlemeye koyuldu.

Yarım saat - kırk beş dakika içerisinde şehrin dışına çıkmışlardı artık; yolun devamında varsa tek tük yapılar, geri kalanında da otluklar, ovalar, dağlar vardı, gökyüzünde de bulutlar asılıp bırakılmış gibi duruyor, otobüsün hareketinden ötürü geriye doğru yüzerek kayboluyorlarmış gibi gözüküyordu. Ömer Mersin’i düşündü; Ankara’nın soğuğuna nazaran şimdi orada ılık bir hava vardır, diye geçirdi içinden. Özellikle de annesini düşündü, ne çok özlemişti onu... Oğlu geliyor diye sofrayı kesin bir sürü yemekle donatmıştı. Deli kadın. Oğlu gelecek diye deli oluyor. Aynı şekilde onu evden kendi deyimiyle “ta Ankaralara” yollarken de deli oluyordu. Tek tesellisi, kendi elleriyle yaptığı ve Ömer’in bayıldığı yaprak sarması, biber dolması ve zeytinyağlı fasulyeyi birer kaba doldurup oğlunun yanına vermesiydi, o Ankara’ya gidince yerdi muhakkak. Sahi, Ömer gelecek diye annesi çoktan yaprak sarmalarını yapmış, biber dolmalarını hazırlamış bekliyordu şimdiden değil mi?

Ömer otobüsün içindeki multimedya sistemini kullanmak üzere kulaklığı taktı, ekrandan müziği seçti ve listeden Türkçe pop kategorisine bastı. Şansına, listede Sertab Erener’den “Lâl” adlı parça vardı; Ömer kendini bildi bileli bu şarkıyı pek severdi. Şarkı biraz hüzünlüydü, ama yine de severdi.



Şarkıya bastı ve kulaklıkta müzik çalmaya başladı;

“Bir bulut olsam, yüklenip yağsam,
Dökülsem damla damla toprağıma
Bir deli nehir, bir asi rüzgâr
Olup kavuşsam üzüm bağlarına...”

Şarkı akarken, Ömer de camdan dışarıdaki bulutları izleyip içinden geçirdi: “Bir bulut olsam...” Bir bulut olsa, gökyüzünde süzülüp yol alsa, o hafifliği, o rahatlığı, o huzuru hissetse... Bir bulut gibi, esasında diğer bulutları takip eder gibi, ama kendi içinde özgür, istediği yere doğru yayılabilen bir kütle...

Otobüs varınca onu babası karşılayacak, eve götürecek, evde annesi kapıda onu bekliyor olacak ve oğlunu görünce gözleri ışıl ışıl, “Hiii, oğluuum!” diyecek, Ömer de, “Annem!” diye onun boynuna sarılacak ve ikisi birlikte koklaşacaklar. Ömer bavulunu içeri alacak, sonra salonda annesinin hazırladığı sofrayı, dahası sofrada yaprak sarmasıyla biber dolmasını görür görmez heyecanlanıp annesine bir kez daha sarılacak, “Anneeeem!” diye onun boynunu birkaç kere öpecek. Ama annesi boynundan huylanıyor ya, Adile Naşit gibi kıkır kıkır gülerek, “Oğlum dur, ahahahaha!” diye onu durdurmaya çalışacak, ama nafile, Ömer onun boynundan güzel güzel parçaları öperek toplayacak...

“Annemin sesiyle güne uyansam” diyordu parçada. Ömer buna hak verdi; birkaç saat sonra evine gidecek, orada ailesine kavuşup keyifli bir akşam yemeği yiyecek, ertesi sabah annesinin sesiyle uyanacak...

“Ömer,” diyecek annesi, “kalkmayacak mısın oğlum?”

“Biraz daha uyuyayım anne,” diye diretecek Ömer.

Annesi de, “Eh, daha dün yoldan geldi, yol yorgunu, tatil hem, uyusun az daha,” diye düşünerek odanın kapısını sessizce kapatacak, Ömer biraz daha uyuyacak.

Söz vermişti annesine, babasına, dönemi iyi bir dereceyle bitirip tatile öyle gelecekti memlekete. Gerçi annesi de babası da bu derece ve benzeri şeylerden pek anlamıyorlardı, o yüzden sadece, “Sen başarırsın her şeyi oğlum, biz sana inanıyoruz,” demekle yetinirlerdi.

Sonra ilk gün babasıyla gezecek, onun işlerine biraz yardım edecek, onunla takılacak, ertesi gününü de annesine ayıracaktı. Annesi illa ki onu çarşıya pazara götürecek, yeni giysiler, iç çamaşırı falan alacaktı. Ömer’in yurttan getirdiği giysileri de elbette yıkanacaktı, ama işte annesine göre “o giysiler biraz eskimişti, yenilerinin de alınması gerekiyordu”.

Şarkı devam ederken, “Bir turna olsam, yollara vursam,” diyordu Sertab’ın sesi. Ömer de kendini bir an gökyüzünde hissetti; bir turnaydı, kendini yollara vurmuş, memleketine gidiyordu. Bir nevi soğuk iklimden sıcak iklime kaçıyordu.

Çarşıda annesi ve ablasıyla gezecek, sonra biraz yorulacaklar ve güzel bir çay bahçesine oturacaklar, denizi seyrederken çaylarını yudumlayacaklardı. Annesinin çantasında illa ki dijital fotoğraf makinesi olacaktı ve onu çıkartıp resim çekileceklerdi. Annesinin 90’lardan kalma analog makinesinden dijital makineye geçişi pek kolay olmamıştı, ancak “Dur bakayım bir nasıl çıkmışız?” alternatifi onu cezbetmişti. Babasıyla ikisi gidip ekonomik bir dijital fotoğraf makinesi almışlardı ve makine çoğunlukla annesinin yanında oluyordu. Ânı yaşamak ne kadar önemliyse, onu ölümsüzleştirmek de bir o kadar önemliydi; öyle demişti annesi.

Çaylarını içerlerken Ömer ablasıyla üniversiteyle ilgili muhabbetler edecek, gelecek plânlarıyla ilgili bir şeyler konuşacaktı.

“Amaan, boş verin şimdi okulu!” diyecekti annesi. “Zaten okuldan yeni gelmiş, başka şeyler konuşun.” Ve çantasından sigara paketini çıkartacaktı. İşte esas problem de buydu: sigara. Ömer her ne kadar kendisi içiyorduysa, annesinin içmemesi gerekiyordu. On seneye yakın içmiş, birkaç sene önce de bırakmıştı. Şimdi yeniden elinde paket olması Ömer’i kızdıracaktı ve Ömer ne olduğunu anlamayarak ablasına bakacak, o da, “Söyledik ama ne yapalım...” bakışı atacaktı.

“Hani sigarayı bırakmıştın anne?” diye soracaktı Ömer. “Hani bana söz vermiştin? Benim okul sözüme karşılık senin sigara sözündü?”

“Aman oğlum öyle çok içmiyorum, arada bir, bir dal sadece.”

Ömer ablasına dönüp bakacaktı, ablası, “Hiç de değil,” der gibi gözlerini devirecekti.

“Anne!” diyecekti Ömer imalı bir sesle.

“Ay vallahi!” Annesi kızına bakacaktı, “Sen de gözlerini devirme öyle! Ne var yani kırk yılda bir kere içemez miyim?”

Kızı bununla ilgilenmeyip başını çevirerek denizi seyredecek, annesi sigarayı yakarak tellendirecek, Ömer de bu duruma bozulacaktı. Çünkü her şey bu kadarla basit değildi.

Üniversitede ikinci senesi başlamaya yakın ve Ömer Ankara’ya gitmek üzere hazırlanırken babasıyla konuşmuştu.

“Durumu pek iyi değil gibi Ömer,” demişti babası. Annesinin akciğerleriyle ilgili ufak bir problem çıkmıştı, ancak çok geçmeden çözülmüş, aile rahat bir nefes almıştı. Şimdi aynı problem yine nüksetmişti. Ömer aptal değildi; üniversitede kimya bölümünde burslu okuyordu ve fen bilimine olan yatkınlığı, yaptığı ufak bir de araştırma sayesinde annesinin kanser olduğunu öğrenmişti. Bunların hepsi, Ömer üniversiteye başlarken olmuştu ve onun eğitimi sekteye uğramasın diye pek dile getirilmemiş, durumun vahametinden bahsedilmemişti.

İki sene öncesinde de, belki daha da önce, Ömer annesiyle bu durumu konuşmuştu.

“Anne bak,” demişti, “sana zarar veriyor, biliyorsun, görüyorsun.” Annesinin sigara yüzünden daha önce geçirdiği rahatsızlığın neticeleri hem psikolojik, hem fiziksel olarak ortadaydı.

“Vallahi bırakacağım oğlum,” demişti annesi.

“Bak beni seviyorsan,” diye yinelemişti Ömer. “Ben okulla ilgili söz verdim, sen de sigarayla ilgili söz vereceksin.”

Daha sonra annesini Mersin’de şehrin biraz dışında kırlık bir yere bisikletiyle götürmüştü.

“Ay düşeceğim oğlum!” diyen annesi feryat figan onun arka tarafında oturmuş, beline sıkı sıkı sarılmıştı.

“Korkma bir şey olmaz,” demişti Ömer gülümseyerek.

Belli bir süre bisikletle gittiklerinden sonra, Ömer ovalık bir yerde bisikleti park etmişti ve annesiyle birlikte otların arasından yürümeye başlamıştı.

“Deli çocuk, nereye götürüyorsun beni?” diye sormuştu annesi, bir yandan otların arasından düzgün yürümeye çalışarak.

“Doğaya,” demişti Ömer.

Bir süre sonra Ömer koşmaya başlamıştı, annesi arkasından “Nereye? Ömer nereye?” diye bağırsa da Ömer onu dinlemeden koşmuştu. Annesi de bir süre sonra inadı bırakıp onun arkasından koşmaya başlamıştı; ana oğul ovada alabildiğine koşmuşlardı. Ömer annesi ona biraz yaklaşabilsin diye hızını düşürmüştü, annesi saçının birkaç teli yüzüne düşmüş halde onun yanında koşarken ikisi de gülmeye başlamıştı.

Gülerek birkaç dakika koştuklarından sonra, Ömer durup nefes nefese, hâlâ gülerek yere dizinin üstüne çökmüştü, annesi de ona yetişerek arkasında durmuş, ellerini onun omzuna koyarak dinlenmeye başlamıştı.

Ömer başını yukarı kaldırıp, gözleri kapalı, havayı derin derin solumuştu kollarını iki yana açarak. Annesi de yanına gelip o da dizlerinin üzerine çökmüştü ve oğlunu taklit edercesine kollarını iki yana açarak başını geriye yatırıp gözleri kapalı, havayı, yüzüne esen rüzgârı solumuştu.

“Kokuyu alıyor musun?” diye sormuştu Ömer. “Doğanın, tabiatın kokusunu. Gökyüzünün kokusunu. Çiçeklerin kokusunu.”

“Almaz olur muyum?” demişti annesi.

Ömer başını çevirip annesine içten bir gülümsemeyle bakmıştı. “Eğer bu havayı solumak hoşuna gidiyorsa, sigara içme anne,” demişti. Annesi de başını ona çevirerek dudağını büzüp içten bir gülümsemeyle bakmış, biraz da mahcup olmuştu belli ki.

Başını yukarı çevirmişti Ömer, bulutları işaret ederek; “Gökyüzündeki şu bulutları görüyor musun?” diye sormuştu.

“Hı-hı.”

“Ne kadar saf, beyaz, pırıl pırıllar.”

“Evet.”

“Sigara içmediğin sürece bir bulut olursun; aynı onlar gibi hafif, sağlıklı olursun, yüzüne esen rüzgârı tüm çıplaklığıyla hisseder, soluyabilirsin, çiçeklerin kokusunu alabilirsin.”

“Hı-hı...”

“Sonra da huzurla yüklenip nereye istersen oraya yağarsın.”

Ömer başını indirip tekrar annesine bakmıştı, o da oğluna.

“Ne güzel anlatıyorsun,” demişti annesi.

Bugünden yedi sekiz ay önce ablası arayıp annesinin yeniden sigaraya başladığını söylemişti. “Öyle çok fazla değil, tek tük içiyor, ama içmemesi lazım işte,” diye dert yanmıştı ablası telefonda. Sesinin donukluğundan moralinin bozuk olduğu anlaşılıyordu.

“Dönem bir bitsin, geleyim hele, bakarız bir çaresine,” demişti Ömer. Nisan civarlarıydı ve dönemin bitmesine bir - bir buçuk ay kalmıştı.

Sonra memlekete dönmüştü, annesiyle yine konuşmuştu. Yine anlatmıştı uzun uzun; “Beni seviyor musun?” diye sormuştu, annesi de, “Oğlum o nasıl söz öyle?” demişti. Ömer annesinin bu sevgisini eyleme de dökerek sigarayı bırakması gerektiğini söylemişti. Annesi de, “Tamam, söz valla bak bırakacağım,” demişti. Ömer yeniden okul için Ankara’ya dönmüştü, yanında annesinin kaplara doldurduğu biber dolması ve yaprak sarmasıyla.

Bütün bir dönem iyi, güzel geçmişti, derslerine sıkı sıkı çalışmış, biraz zorlanmış, psikolojik olarak da biraz rahatsız olmuş olsa da, verip bitirmişti işte bütün dersleri. Son sınavdan bir hafta önce babasını arayıp konuşmuş, derslerden, dönemden ve birkaç hafta içinde geleceğinden bahsetmişti. Babasının sesi biraz donuktu, ancak Ömer sorduğunda herhangi bir problem olmadığını söylemişti. “Geçinip gidiyoruz işte oğlum, ne olacak, hayat kaidesi,” demişti.

Bu Ömer’e yetmemişti. Birkaç gün sonra da ablasını aramıştı, “Ne oluyor? Her şey yolunda mı?” diye sormuştu.

Ablasının ses tonunda değişik bir tını vardı, mutlu, rahat geliyordu, ama sanki öyle olması gerekmiyormuş da öyleymiş gibiydi. Bu şekilde düşünebilmişti Ömer; öyle olması gerekmiyormuş da öyleymiş gibi. Bu da ne demektiyse?

Otobüs uzun süren yolculuğun ardından mola vermek üzere tesislerde durmuştu. Ömer’in karnı biraz acıkmış olduğu, ancak çok da tıka basa doldurmak istemediği için gidip kafeteryadan bir karışık tost, bir de çay almıştı. Otobüsün yakınlarında çay eşliğinde tostunu mideye indirip üzerine de bir dal sigara yakmıştı yine. Aklına da ablasının son telefon konuşmasındaki açıklaması gelmişti; “Annem yine sigaraya başladı, onun gerginliği var biraz.”

“Ne kadar tuhaf,” diye geçirdi içinden Ömer. Tekrar memleketine, ana ocağına gidiyordu, annesini bir kez daha sigara konusunda uyarabilmek için; ancak otobüsün verdiği molada sigarasını tüttürmeyi de ihmal etmiyordu. “Bir insanı sigaradan vazgeçirmeye gidiyorum ve sigara içiyorum, ne kadar komik...” Bunu düşünmesiyle birlikte, henüz tamamını bitirmemiş olduğu sigara dalını yere atıp bu sefer daha kuvvetli çiğneyerek söndürmüştü.

Otobüse geri binip yolculuğun kalanında aynı şarkıyı tekrar açarak yine düşüncelere daldı.

Annesiyle oturmuş karşılıklı yaprak dolması sarıyorlardı.

“Ablama öğretsene şunu, bana öğreteceğine?” demişti Ömer.

“Amaan, sevmiyor o böyle şeyleri,” demişti annesi yüzünü ekşiterek.

“Ben çok mu seviyorum sanki?” diye sormuştu Ömer gülerek.

“Seninle yapması ayrı,” demişti annesi, muzırca bir gülümsemeyle. “Hem iki gün sonra bunlardan yanına isteyeceksin. Bir şeyi istiyorsan onun için emek vermelisin.”

“Bak seeen...” Ömer sinsi sinsi gülmüştü.

“Hem bakarsın elin alışır, yarın öbür gün yurttaki odanda da yaparsın.”

“Arkadaşlara ziyafet olur diyorsun.”

“Eh, çok mu zor?”

İkisi birbirlerine aynı muzırlıkta gülümserlerken, annesi tencerenin dibine sıralamaya başlamıştı sarmaları.

“Hani seninle daha önce ovalara gitmiştik, beni bisikletle götürmüştün,” diye konuya girdi annesi.

Ömer başıyla onayladı.

“Orada bana bir bulut olmaktan bahsetmiştin, bulut olunca ne kadar hafif olunduğundan, her yere gidebildiğinden.”

“Evet?”

“Ben bir bulut olsam ne olur?”

“Nasıl yani?”

“Hani böyle bir gün bir bulut olsam, gökyüzünde süzülsem, sonra mutluluk yüklenip istediğim yere yağsam...”

Ömer bilim insanıydı, onun için anne duygusal olarak ayrı bir yerdeydi, ancak mantık daha ağır basardı her zaman için.

“Sen beni mi sınıyorsun?” diye sormuştu yan yan gülümseyerek.

“Ne sınaması?”

“Hani bir gün göçüp gidersen, gökyüzünde bir bulut olursan falan...” Annesi sessiz kalınca Ömer cümlenin devamını getirdi: “Ne hissederim, onu mu merak ediyorsun?”

“Ay yok canım,” diye kıvırmıştı annesi, “Öyle meraktan sordum.” Yapmacık bir ‘mesela’ oyunculuğuyla gözlerini yukarılara süzüp devam etti; “Hani sen öyle anlattın bir bulut olmak falan, benim de aklıma takıldı, onu sorayım dedim.”

“Duygusal olarak yani.”

“E yani.”

“Sana bir şey olmasını istemem,” demişti Ömer tek seferde. “Sağlıklı olmanı isterim. Seni kaybetmek istemem.”

“İyi o zaman,” demişti annesi, yüzünde içten bir gülümsemeyle. “Sigarayı bıraktım.”

Ömer elindeki yarım kalan yaprak sarmasını bırakıp elleri kıymalı halde yerinden kalkarak annesinin yanına gitmiş ve sarılmıştı; annesi kendi kıymalı elleri oğluna değmesin diye havada tutmuş, “Ay oğlum dur!” diyerek yine Adile Naşit’inki gibi gülüşünü koyuvermişti.

O zamandan beri annesi ne kadar doğru söylüyordu, ne kadar ondan gizliyordu bunu bilmiyordu, ancak annesiyle ilgili işlerin iyi gitmediğinin hemen hemen farkındaydı, memleketine, annesine gidiyor olmanın verdiği mutluluğun yanında, içinde bir yerlerde olan tedirginlik de bundandı.

Otobüs yedi saati aşkın yolculuğun ardından Mersin'deki terminale vardı. Ömer eşyalarını toparlayıp, aklında annesinin yaprak sarmaları ve biber dolmalarıyla, yerinden kalkarak kalabalığın arasından geçip kapıdan indi.

Terminalde etrafa göz attı, babasının gelmiş olacağını düşünerek gözleriyle onu aradı; babası yoktu, onun yerine uzaklarda ablasını gördü. Terminalin kafeterya kısmında usulca oturuyordu. Ömer’i görmüştü, yerinden kalkarak ona doğru yürümeye başladı. Yaklaştıkça, usul halinin yerini kederli görüntüsü aldı; yüzü gözü şiş halde onun yanına vardı.

“Hayırdır, ne oldu?” diye sordu Ömer anlamayarak. Ânın şaşkınlığından olsa gerek, espri yapma gereği duydu. “Beni bu kadar özlediğini tahmin etmemiştim,” dedi gülümseyerek; ancak ablasının yüzündeki karalar bağlayan duygusal ifade kaybolmayınca Ömer’in gülümsemesi siliniverdi.

“Ne?... Ne oldu?” diye sordu Ömer.

“O’nu kaybettik...” dedi ablası burnunu çekerek. Bunu söylerken gözünden iki damla yaş süzüldü. Ellerini uzatarak Ömer’in ellerini tuttu. Ömer ağzı açık kalakalmıştı. Onca yolu annesine sigarayla ilgili nasihat verme ve onun yaprak sarmalarıyla biber dolmalarını yemek üzere geldiğini sanıyordu; oysa ki yolculuğu, annesinin yolculuğunun bir özeti gibi onca saat içinde akıp gitmişti...

Bavulunu otobüsün bagajından alıp koluna giren ablasıyla terminalden yürüyerek uzaklaşırken, Ömer başını kaldırıp gökyüzünde yavaşça hareket halinde olan bulutu izledi: annem, diye geçirdi içinden, bir bulut olmuş, gökyüzünde süzülerek onunla birlikte ilerliyordu, yüklendiği mutluluklarla belki de bir yerlere yağacaktı... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder