31 Aralık 2013 Salı

Ne kadar tutabilirsin gül uğruna dikeni?



Yeni bir yıla giriyoruz; 2014. Bu gece saatler 00:00’ı vurduğunda, pek sevmediğim 2013 yılının sonundaki 3 düşecek ve yerini 4’e bırakacak. 2014’e girerken, son birkaç ayımla ilgili birtakım duygular, düşünceler paylaşmak istedim sizlerle...


2013 benim için çok farklı bir sene oldu, iyi miydi kötü müydü derseniz ne siyah diyebilirim, ne beyaz - sadece gri.

Artık gündeme getirmekten fazla rahatsızlık duymuyorum, o yüzden anlatabilirim: 2006’daki anne vefatından beri, ablamın yaşamakta olduğu İstanbul’dan mecburî dönüşüyle birlikte yaklaşık 7 senedir Dostlar Sitesi B Blok No: 125’te yaşıyorduk. Babamın ev içinde aktifliği çok fazla yoktu, o yüzden o evde abla - kardeş olarak 7 sene boyunca yaşadık; odalarımız değişti, yataklarımız değişti, 2009’da ablamı kaybedeceğim korkusuyla yüzleştim (ama Allah’ıma çok şükür kendisi bana bağışlandı!), 2011’de o evde askere gitmeye karar verdim, 2012’de o evde yaşarken bir senelik bir tecrübe sağlayacak bir işe girdim, 2013’te o evde sporla ilgili alışkanlığımı artırdım vb...

Ama hep o ev oldu. Zarif’in evi. Neden diyecek olursanız; koltuğu, kanepesi, pufu (ayak uzatılan şey), aynası, süs eşyaları ve sayamadığım daha pek çok şeyiyle o ev esasında benim değildi, ben sadece yaşamak için kullanıyordum, yani bir nevi misafir gibiydim. Aslında misafir değildim, ama sana ait olmayan eşyalarla, sana ait olmayan bir tasarıma sahip bir evde ne kadar kendininmiş gibi yaşayabilirsin?

Eşyalarla fazla bir işim olmaz, zaten 125’ten taşınırken o koskoca evden 3 koli 2 bavulla çıktım ve bu yüzden başkalarının takdirini umursamadan, ben kendimi takdir ediyorum. Sizlere de tavsiyem, bu satırları okurken (bu ne yav veda lafı gibi oldu tövbe!) yaşadığınız hayatta ne kadar az eşyanız olması gerektiğine dikkat edin.

Neyse... 2013’ün baharında ailecek toplandık (babam, ablam ve ben) ve geleceğe dair konuşmalarımızı yaptık. Benim için, yapmak istediğim işle ilgili (senaryo, senaristlik) İstanbul’a gitmem gerekiyordu. Ama İstanbul gözümde hep büyüyordu - hâlâ da büyüyor. Ankara bana yetiyor gibi hissediyorum, bu his de bana yeter, o kadar.

O gün ablamdan duyduğum bir şey bende önce bir şok etkisi yarattı (buna belki soğuk duş etkisi de diyebiliriz); şaşırdım, tuhaf oldum, ama zamanla alıştım: ablam Bodrum’a taşınmaya karar vermişti. 7 seneden sonra, taşındıydık, taşınmadıydık, taşındıydık, taşınmadıydık, taşındıydık, taşınmadıydık... derken gerçek anlamda taşınma fikrini devreye sokmuştuk.

Ama henüz evin içi yığınla eşya doluydu ve harekete geçmek için erkendi. Zaten taşınacak olduğumuz için yazın sonunu kendimize final tarihi olarak belirlemiştik.

Bu süreç içerisinde, çalıştığım işyerinde başlamak üzere bir komedi filmi senaryosuna giriştim. Aylardır millete tanıtımını yaptığım şekilde Recep İvedik tarzı bir komedi filmi. Ama tabii içini kendi çapımda doldurdum. Onu cebime koydum, elimde bulunsun diye.

2013’ün kışından beri babamla spora gidiyorduk, ama çok da düzenli değildi. Haziran 2013’te işten ayrılacak olmamın verdiği boş vakitle birlikte, haziran başında spordan kendime program aldım (bir eğitmene gidiyorsunuz ve size 1-2 ay sürelik bir program çıkartıyor). O aralar kilom, masa başı bir işte çalışmış olduğum ve düzenli olarak spor, hatta yürüyüş dahi yapmadığım, yediklerime dikkat etmediğim için 94-95 civarındaydı.

Sonra bana bir azim geldi (nasıl olduğunu ben de bilmiyorum) ve spora gidiş geliş güzergâhımı ayarlayarak iki günde bir spora gitmeye başladım. Kulağımda kulaklık, müzik eşliğinde 2 saatlik bir spor programı uygulamaya başladım. Deli gibi kardiyo çalıştım, koşu bandında 40-45 dakikaya varacak kadar yürüyüş ve koşu yaptım.

Temmuzda, “Bir gün arayla gitmek çok geç,” diye düşündüm ve her gün gitmeye başladım spora. Evet, haftanın sadece bir günü hariç her gün spora gitmeye karar verdim. Gidiş saatim belli, dönüş saatim belli, vücudumu düzene sokayım istedim. Ağustosa (spesifik bir tarih olmadığı için a harfi kesmeyle ayrılmıyor gördüğünüz üzere) kadar sürdürdüm, bu sırada kilom inmeye başlamıştı. Ağustosta ikinci bir program edindim, biraz daha sıkı bir programdı, beni zorlamaya başlamıştı, ancak 3-5 yapıştan sonra vücut alıştığı için pek problem olmadı.

Bildiğiniz her gün spora atıyordum kendimi. Koşuyordum, bisiklete biniyordum, alet çalışıyordum, egzersizleri yapıyordum ve kendimi çok daha iyi hissediyordum. Evi eylülde boşaltacağımız için o zamana kadar serbest bir şekilde ne istediysem onu yaptım. Dizi seyrettim (Türk dizisi değil tabii!), film seyrettim, sinemaya gittim. “Dexter” son sezon başladı onu seyrettim (ve çok kötü bitti!), aynı zamanda “Breaking Bad” gibi müthiş bir diziye başladım.

Yine o aralarda, yazmadan duramadığım için, iki zıt kardeşle ilgili bir komedi dizisi, bir sitcom yazmaya başladım. “E peki nerde hani kimseye gösterdin mi?” diye sorabilirsiniz; hayır, göstermedim. Benim olayım da bu: göstermiyorum. :) Yazıyorum ama kendi yazdığımdan nedense başkalarına gösterecek kadar emin olamıyorum.

Dizi film izleye izleye, senaryo yaza yaza, kitap okuyarak, müzik dinleyerek, spor yaparak geçti koca 2013 yazı... Tatile gitmedim, tatile gitmelik bir sebep göremedim kendim için. Tatile gidip de ne yapacaktım ki? Ne güzel spora gidiyorum, sporun havuzunda yüzüyorum, o bana yeter.

Ağustos, eylül, ekim hep sporla geçti. Gittim geldim, gittim geldim.

Temmuz ayında, hayatımda yeri her daim özel olan ve öyle kalacak olan bir insanı, anneannemi kaybettim. Durumu zaten 2010 sonbaharından beri kötüydü, diyalize gidiyordu ve gözümün önünde, ailemizin gözü önünde o tonton, o tatlı kadın eriyip gitti... Huzurevinde kalıyordu, arada çok kötü olup acile kaldırılıyordu ve nöbetleşe bir şekilde onun iyileşmesini bekliyorduk. Ama artık iyileşemeyeceğini hepimiz içten biliyorduk. En son hatırladığım, nefes almakta zorlanıyormuş gibi ağzını hareket ettirerek boş boş baktığıydı. Gördüğü insanı tanıyor muydu ondan bile emin değildim. Konuşamıyordu, tek kelime edemiyordu... ve temmuz ortasında hayata veda etti... yine bize Karşıyaka ziyareti çıktı mı? Çıktı. 2012 yazında okuldan bir arkadaşı kaybetmiştik; 2012 kışında Zeki Dede’yi (eniştemin babası); 2013 yazında anneanneyi... 2013 senin için nasıl geçti diye sorsanız - hatta bunu bir yıla sabitlemek saçma olur - hayat nasıl geçiyor diye sorsanız bunu derim: düğün ve cenaze. Bir insan altı ay aralıkla hakikaten mezarlığa gider mi? Gidiyormuş.

Anneannemin vefatı vesilesiyle yine gittik, onu toprağın derinliklerine bıraktık. Âdet olduğu üzere ben yine bir iki kişiyle birlikte annemi ziyarete gittim. Ve uzun zaman, çok uzun zaman sonra kendimi bırakarak annemin mezarı başında hıçkıra hıçkıra ağladım (bu satırları yazarken gözler yine sulu). Daha önce hep etrafımda insanlar var, aman ağlamayayım diye düşünürdüm. Bu sefer dedim ki: s*ktir! Kim görürse görsün, umurumda değil. Oturdum ağladım, onu yad ettim. Sonra Zeki Dede’nin mezarına gittik, orada da yine ağladım. Meğer ölen birinin mezarı başına gidince insanın aklına ne çok anı geliyormuş...

Eylülde doğum günümde babamın yanına Selçuk’a gittim, ablam da oradaydı, hep birlikte doğum günümüzü kutladık. Selçuk’a giderken, doğum günümün ilk saatleri olan gece vakitlerinde otobüs yolculuğundaydım ve kulağımda müzik eşliğinde yine ağladım. Zarif geldi aklıma (hiç çıkıyor mu ki?). Yok dedim, yoksun dedim ve ben yine bir doğum günümü Zarif’siz kutluyorum. Hamdolsun!

Gittik güzelce doğum günlerimizi kutladık. Benim spor eksikliğim ağır bastı, 3 gün sonra Ankara’ya yine döndüm.

Bu süre zarfında, yazın başlangıcından beri psikoloğa gitmeye başladım. İçimde anneme, aileme, kendime dair bazı yalnız bıraktığım, elimi hiç sürmediğim duygu ve düşünceler vardı ve ben bu hâlimle mutlu olduğumu düşünüyordum... değilmişim. İçimde ne varsa psikolog sayesinde akıtmaya başladım. Bu arada psikologları veya psikoloğa gitmeyi kötü bir şey olarak görenlerden misiniz? Görmeyin. Benim babam bile artık görmüyor. İçimdeki heyecan, utanma, içine kapanıklık, panik, kötü durum senaryosu yazma ve daha pek çok şeyi psikolog yardımıyla çözmeye başladım.

Eylül derken ekim geldi, babam Selçuk’tan döndü. Konuştuk. İşle ilgili konuştuk, geleceğimle ilgili konuştuk. Özel sektörün ne kadar zorlu olduğundan bahsettik (babam anlattı, ben dinledim). Memuriyetin esasında benim için daha iyi olabileceğine yönelik konuştuk, benim içim şişti! Memuriyet kelimesine nedense bir kötü bakıyor(d)um.

Bu sırada artık evin boşaltılması evresine resmen geçmeye başladık. Ablam işlerini halledip Ankara’ya geldi. Ha bu sırada babamla, evden taşınırsak nerede yaşayacağımla ilgili konuştuk; babam, babaannemde kalma fikrini ortaya attı ve ben yine kötü oldum. Bunun sebebi, babaannemde kalacak olmam mıydı, yoksa 125’ten ayrılacak olmam mıydı, hiç bilmiyorum. Ama çok kötü oldum, 4-5 gün bunalımlı bir hâlde evde oturdum durdum. Spora gitmeyi kestim birkaç hafta.

Sonra, ev boşaltmayı öyle tek seferde değil, uzun bir süreçte yapacağımızı kararlaştırarak bir hedef koyduk kendimize. Kasım ayında ev boşalmış olacaktı, buna göre evdeki her şeyi boşaltacaktık. Öyle hemen evden ayrılma, hemen babaannemde kalma gibi bir durum söz konusu olmadığı için biraz rahatlamıştım ve spora gitmeye devam ettim. Yine kitaplar okudum, filmler seyrettim, spora gittim...

...ama içimde bir yerde sıkışan bir şeyler vardı, bunu biliyordum. Ne izlediğim filmden keyif alıyordum, ne kitap okuyabiliyordum doğru düzgün, ne yazma işini keyifli bir şekilde yapabiliyordum. Keyif aldığım tek şey spordu.

Ekim sonu - kasım başı itibariyle evi boşaltma işlemi tam gaz sürdü ve çok yorucuydu... Ne kadar yorucu olduğunu size anlatamam, daha önce ev taşımış olanlarınız varsa bile! Çünkü kendi evimden kendi eşyalarımı ayıklamıyordum, annemin evinden o zamana kadarki her şeyi ayıklıyordum - dahası ablamla ayıklıyorduk. İşin ayıklama kısmında büyük görev ondaydı, çünkü bana sorsanız kullanmadığım hiçbir eşyayı almayacaktım ve atmaktan başka çarem de yoktu.

Kasım boyunca evin içinde kolilerle birlikte yaşamaya başladık. Bütün günümüz koli hazırlama, koli bandının cırtlayarak açılma sesi, kopma sesi, eşyaların koliye yerleştirilmesi ve kolilerin kapanması, sonra da tekerlekli bir arabaya konarak ofise götürülmesiyle geçiyordu. Ablam koli yapıyor, ben kolileri ofise taşıyordum. Ve bu süreç gerçek anlamda zordu.

Yoruldum, çok yoruldum... Fiziksel olarak yoruldum, psikolojik olarak yoruldum. Neden mi? Eşyalar bitmiyordu. Eşya, eşya, eşya, eşya, eşya... Allah’ım bir evden ne kadar çok eşya çıkabilir? Çıktıkça çıkıyordu! Çıktıkça çıkıyordu!

Babamın ofisi yetmediği için arka depoyu açtık düzenledik (o da bizi yedi bitirdi), habire eşya taşıdık. Site sakini bizi koli taşıyan çocuklar olarak tanıdı bildi o son bir ayda. Artık öyle bir raddeye gelmiştik ki, yeter bitsin, babaannemde kalmaya bile razıyım, yeter ki şu iş bitsin, noktasına gelmiştim.

Sonra bir akşam, ablam hâlâ deliler gibi eşya toplarken ben kötü oldum. Eşya topladığımız hâlde evin arkalarından hâlâ eşya çıkıyordu. Gözümün önüne annem geldi, annemin bu eşyalarla ne yapacağı geldi. Tutuldum kaldım, olduğum yere çökerek derin nefesler aldım. Sonra ablamla salonda oturduk. Ben boşluğa bakarak ağlamaya başladım; hüngür hüngür, son damlasına kadar. O an aklımdaki düşünce şuydu: annemi şimdi çok iyi anlıyordum. Gidişini, her şeyi bırakıp gidişini. O kadar eşyayla ben bile bu kadar kötü olmuşsam, annem kim bilir neler neler düşünmüştü o son zamanlarında...

Ablamla sarılarak ağlaştık ettik, birbirimize tesellimiz her şeyin daha iyi olacağı idi. Ama bana kalırsa hiçbir şey daha iyi olmayacak gibiydi. Babam bir yandan memuriyet için KPSS sınavı ve kursları konusunda öğüt veriyordu, bir yandan benim kendi kendime ne yapacağımı düşünmem vardı... O ara çok kötü oldum, hepsini, her şeyi bırakma, rahatlama, huzurlu olma hissi ağır bastı. Üçümüz (babam, ablam, ben) arasında öfke patlamaları oldu, hüzün patlamaları oldu.

Ve ne oldu biliyor musunuz? Acısıyla tatlısıyla, gülerek oynayarak, ağlayarak zırlayarak o koskoca evi, 125’i boşalttık. Başlarda 125 boşalırken hüzünleniyordum; sonra rahatlamaya başladım. Dedim ki oh bitiyor, rahatlayacağız. Ablam Bodrum’a gidecek, ben babaannemin evinde yaşayarak yine yapmak istediklerimi yapacağım.

14 Kasım’da, yani annemin doğum gününde, yine biraz kötü oldum ve o akşam annemi yad ederek müzik dinledim, ağladım, içki içtim ve o kadar iyi geldi ki...

Taşınma süreci boyunca spora yine azimle devam ettim. Evet, bu süreci anlatmak istesem azim kelimesi en ağır basanı olur belki de. Azimle her şeyi koliledik, ofise indirdik.

2 Aralık tarihinde nakliyeciler geldi ve evdeki her şey gitti... her şey... bomboş bir eve bakıyorduk artık... Ben babaannemde yaşamaya başladım ve kimse ölmedi, yaralananlar oldu elbet (ben ve ablam başta olmak üzere), ama bir şekilde hallettik.

Ablam bir ara Bodrum’a gidip ev bakınmıştı ve güzel bir ev de bulmuştu. 9 Aralık, onun Bodrum’a gidiş tarihiydi. Yani 7 seneden sonra, o koskoca 7 seneden sonra, beraber yaşama anlamında o tarihte ablamla kesin biçimde ayrılıyorduk. Demek istediğimi anladınız herhalde; hayatta birbirimizden kopmuyorduk, beraber yaşama anlamında kopuyorduk.

Ablam teyzemgillere veda etti, babaanneme veda etti, babamla birlikte onu havaalanına götürdük. Eşyalarını taşıdım, yardımcı oldum. Bavulları teslim ettikten sonra birkaç dakikalık bir aramız vardı, havaalanının balkonuna çıkıp oturduk...

Önceki gece rüyamda annemi görmüştüm; “Sizi çok seviyorum, her şey için özür dilerim, sizi çok özlüyorum...” demişti. Ablama bunu aynen aktardım. Ve o an düşündüm ki, ben bu dünya tatlısı, bu şirin, hayatımın bir şekilde anlamı olan bu kızdan beraber yaşamak konusunda ayrılacaktım. Gözlerim doldu, beraber sarıldık ve ağlaştık. “Beni sakın unutma!” dedim; “Deli misin, unutmayacağım tabii!” dedi. Sımsıkı sarıldım ona, hiç bırakmamacasına. Çünkü onu o kadar çok seviyorum ki...

En sonunda ayrılık vakti geldi, onu havaalanı içindeki ikinci kapılardan da ağlayarak ve gülerek yolcu ettim.

O vakitten sonra, KPSS kursuna başladım. Babaannemin evindeki yaşantıya alıştırmaya başladım kendimi ve çok da alışılmayacak gibi değil. Kendi düzenimi kurdum. Spora gitmeye yine son sürat devam ediyorum. Boş kaldıkça spora gidiyorum, ayıptır söylemesi iyi de bir vücut yaptım gibi ha! Yine ayıptır söylemesi, 75 kiloya kadar indim! Bence müthiş bir şey bu. Yeme içmem de oturdu, artık daha az porsiyonla doyuyorum ve bundan mutluyum. Babaannemin evinde kalmaya başladığım için ona göre kendime güzergâh belirledim, gidiş gelişimi ayarlamaya başladım. Bahçelievler’de kaldığım için her yerde istediğim her şey var, süpermarketinden tutun restoranına, simitçisine, balık evine kadar... her şey!

Şimdi biraz daha mutluyum, biraz daha rahatladım. Kitap okuyorum, müzik dinliyorum, film izliyorum, spora gidiyorum. 2013’ü pek sevmediğimi kabul edebilirim, pek çok insanı aldı götürdü, pek çok şey oldu (Gezi olayları da dâhil olmak üzere). 2013’ün bu son gününde, “Tamam artık her şey oldu bitti, 2013 bitebilir -bitsin mümkünse!- ve 2014 gelsin,” diyorum...

2014 hepimize başta sağlık, sonra mutluluk, sonra huzur, sonra aile, sonra da bol bol iş ve para getirsin diyorum. Ve 2014’ün gelişine bakarken kendimi şöyle hissediyorum;

Sanki uzun zamandır sevdiğim için elimde bir gül tutuyormuşum, o kadar çok seviyormuşum ki gülü, bırakmaya elim varmıyormuş. Ama gülün sapındaki o dikenler de parmaklarıma, avucumun içine batarak kanatıyormuş. Kırmızı kırmızı kanlar akıyormuş ben görmeden (veya belki de görerek). Sonuçta gülü, içi su dolu bir vazoya koyarak yaşamasına müsaade etmek gerekir; aynı hayatı akışına bırakmak gibi. Çok sevdiğimiz, sıkı sıkıya tutunduğumuz şeyleri bile, yaşattıkları acılardan ve üzüntülerden ötürü bırakmamız ve yeni güzel şeylere kapımızı açmamız gerekiyor. 125 benim için bir güldü ve elime batan dikenlerinden ötürü artık bırakmam gerekiyordu. O evde yaşamayalı neredeyse bir ay oldu, yine gözümün önüne gelmiyor mu? Geliyor. Ama şu anki koşullarıma baktığımda çok daha kötü bir pozisyonda olmadığımı görüyorum - hatta belki daha iyi bir pozisyonda da olduğumu söyleyebilirim. Neyse, hiçbir şey için büyük konuşmamak gerek, her şeyi zamana bırakmak en iyisi... ama insanın içinin huzurlu, mutlu ve ferah olması her şeyden önemli. Ben uzun bir zamandan sonra huzurlu hissediyorum.

Neticede, ne kadar tutabilirsin gül uğruna dikeni?



Hepinize mutlu bir 2014 diliyorum... :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder