Bir ermiş bir gün rüyasında bir kelebek olduğunu görmüş... O
kadar etkilenmiş ki, uyanınca kafası karışmış ve sorgulamış: “Rüyasında kelebek
olduğunu gören ben miyim, yoksa kelebek mi rüyasında beni görüyor?” diye. İşte “KelebeğinRüyası”, bu cevabı bilinmeyen soru üzerine iki şairin aşkları üzerinden
anlatılan ve aşkın, şiire bir bahane olduğunu söyleyen uzun bir hikâye...
Not: Yazının devamı, filmin seyir zevkini kaçıracak bilgi içerebilir.
1940’lı yılların başında Zonguldak’ta yaşayan iki genç şair,
Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun hikâyesini anlatıyor film. Mükellefiyet
yasası kapsamında köylülerin madenlerde çalışmaya mecbur oldukları bir dönem.
İki şair memuriyet hayatı sürmektedirler; Rüştü madende görevli olarak
çalışmaktadır, Muzaffer de elektrik direkleriyle ilgili bir işle uğraşmaktadır.
İkisinin en büyük tutkusu şiirdir ve ikisine aileleri kadar yakın hocaları
Behçet Necatigil’den şiirle ilgili öğreti ve nasihat almaktadırlar. İkilinin en
büyük amacı, o dönemin popüler şiir dergisi Varlık’ta kendi şiirlerinin
yayınlanmasıdır.
Zonguldak’ta belediye başkanlığı yapmakta olan Zikri Özsoy’un
kızı Suzan Özsoy çok güzel ve alımlı bir kızdır, dansla, tenisle, sporla
ilgilenmektedir. İki şair Rüştü ve Muzaffer, Suzan’a âşık olurlar ve onu
etkilemek için en iyi şiiri yazmak üzere kendi aralarında bir iddiaya girerler;
Suzan hangisinin şiirini beğenirse o kızı kapmış olacaktır. Rüştü aynı zamanda
bir tiyatro oyunu yazmaktadır ve oyunda Muzaffer’i, Suzan’ı ve birkaç
arkadaşlarını daha oynatmak istemektedir. Ancak Rüştü ve Muzaffer çok zor
koşullarda, neredeyse parasızlık içinde bu şiir arzularını gerçekleştirmeye
çalışmaktadırlar.
Filmin kilit noktası ise; bu iki şair veremdir. Verem o
zamanlarda, hatta daha öncesinde bile sanatçının ve melankolinin hastalığı
olarak bilinmektedir. Zikri Özsoy da iki şairin veremli olduklarını bildiğinden
Suzan’ın onlarla görüşmesini yasaklar.
Film boyunca bu yasak üzerinden ikilinin aşklarının ve
heyecanlarının peşinden koşturmasını; Rüştü’nün ve Muzaffer’in tedavi için
gönderildikleri Heybeliada Sanatoryumu’ndaki tedavilerini, Rüştü’nün orada
Mediha adlı hasta olan bir genç kıza âşık oluşunu ve ikilinin aşkları uğruna
İstanbul’a dönüşlerini seyrederiz.
İnsana şiir yazdıracak bu güzellik...
Bütün dünya savaşırken
bu kadar güzel olmak doğru mu?
“Aşk en güzel bahanesidir şiirin” gibi güzel bir cümle
üzerinden ilerleyen film, aynı zamanda hikâyesi boyunca da içten içe bir şiir
anlatmaktadır bizlere. Ancak biraz uzun
bir hikâye, daha kısa olabilirmiş elbette.
Sinematografisi, görüntüler son derece güzel. Hikâyesi de
aslında güzel, fakat naif bir aşk hikâyesi için çok kalabalık bir film. Yılmaz
Erdoğan belli ki ortaya güzel, kaliteli bir iş çıkması için çok çabalamış,
ancak özellikle ikinci yarının sonlarına doğru çok fazla görüntüyü eleyememiş
ve hepsini koymak istemiş.
Görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’ye bir kere büyük bir alkış
tutmak lazım; filmin daha fragmanı yayınlandığı vakitten bu yana bu kadar
konuşulmasındaki, Yılmaz Erdoğan’dan sonraki en büyük etken Gökhan Tiryaki ve
onun yarattığı görselliktir elbette. Tam Amerikan dönem filmleri tadında bir
görüntü yakalanmış ki bu oldukça başarılı. Bora Gökçingil de filmdeki
kurgusuyla ve Rahman Altın filmin her sahnesinde ayrı bir duygu yaşatan
müzikleriyle filmin çıtasını bayağı bir yukarı taşıyor. Türk sinemasının işte
bu film ve bunun gibilere daha fazla ev sahipliği yapması lazım bence; “Recep
İvedik”lerden, ortalamanın altında kalan yalapşap aşk ve romantizm filmlerinden
(bilimkurgu ve korkuya hiç girmiyorum!) çok bu tür hem mizahı, hem aşkı bir
arada ustaca yansıtan filmler.
Film hakkındaki, görsellikten sonra en çok konuşulan konu da
hepinizin bildiği üzere Kıvanç Tatlıtuğ. Kendisinin yer aldığı televizyon
yapımlarını çok fazla seyretmiş olmamama rağmen, seyretmiş olduğum kısımlarına
bakarak oyunculuğunu çok güzel noktalara taşımakta olduğunu ve oyunculuğu ciddi
olarak düşündüğünü görmüştüm. Bunun için usta bir film eleştirmeni veya oyuncu
koçu vb. olmaya gerek yok bence. Kaldı ki pek çok film eleştirmeni de Tatlıtuğ’un
oyunculuğunu geliştirdiği konusunda hemfikir. Bu filmde çok abartılı, şaha
kalkan bir oyunculuğu var diyemem, ancak çok başarılı, filmdeki diğer pek çok
BKM oyuncusu ve usta tiyatrocuların yanında hiç sırıtmadan rolünü başarıyla
oynuyor, işinin üstesinden geliyor. Özellikle filmde canlandırdığı Muzaffer
adlı şairin devamlı saçını düzeltme, tırnaklarını kemirme ya da üst dudağını
bıyığını sıvazlar gibi silmesi gibi hareketleri oldukça güzel gerçekleştirmiş,
vücuduna sıska ve omzu düşük biçimi de başarıyla vermiş. Hareketlerinin kimi
zaman biraz abartıya kaçtığını düşünsem de, tam olarak rolünün içine girmiş
biçimde performans sergilediğini söyleyebilirim.
Keza filmin diğer başrol oyuncusu Mert Fırat ve yan rolde
karşımıza çıkan Farah Zeynep Abdullah da oldukça başarılı bir iş çıkarmışlar ve
film biraz fazla Kıvanç Tatlıtuğ üzerinden reklamını yapıyor olsa da, bu iki
oyuncunun da hakkını vermek gerekir. Ancak Belçim Bilgin hakkında aynı şeyleri
söyleyemeyeceğim, keza kendisinin oyunculuğunu çok iyi bulmadığım gibi, rolüne
de otur(a)mamış, sırıtmış geldi bana. Suzan karakteri için daha naif, daha
çocuksu, daha genç bir kadın oyuncu
bulunabilirmiş; onun yerine güzel olmasına güzel fakat suratı kalıplı,
olduğundan daha olgun gösteren Belçim Bilgin rolü canlandırmış. Bunda da insan
ister istemez yönetmen Yılmaz Erdoğan’ın bir kıyağı olduğunu düşünmeden
edemiyor- ne de olsa Belçim Bilgin, Yılmaz Erdoğan’ın eşi ve uzun bir süre adı “Yılmaz
Erdoğan’ın eşi” olarak anılacak gibi duruyor.
Uzun süresine karşın, çok da sıkmayan, rollerin sırıtmadığı,
kâh duygulandıran, kâh keyiflendiren sahnelere ev sahipliği yapan güzel bir
film “Kelebeğin Rüyası”. Erdoğan’ın bundan önceki filmi “Neşeli Hayat” gibi
çıtır çerez, biraz da cacık (kötü anlamda değil bu) bir filmden sonra böyle
oturaklı, Amerika ve Avrupa standartlarında bir film görmek; edebiyatın, şiirin
yedirildiği ve bunun garipsenmediği bir Türk filminin gerçekleştirildiğini
görmek insanı mutlu ediyor. Temennim; daha nice bu tür filmlerle Türk sinema
tarihi doldurulsun ve insanlarımız çıtır çerez, orta karar filmlerin yanı sıra
bu tür filmlere de itibar göstersin, genç nesil yönetmen, (benim gibi) yazar ve
oyunculara da bu tarz filmler örnek olsun.
Bütün oyuncu ve prodüksiyon ekibine tebrikler, Yılmaz
Erdoğan’a da böyle bir ekibi bir araya getirdiği için tebrik ve teşekkürler. Ancak kendisine naçizane bir tavsiyem: Yazdığı ve yönettiği filmlerde çok da kamera önünde yer almaya hevesli olmasın bu vakitten sonra; iyi bir yazar ve iyi bir yönetmen olarak anılsın ve kamera önünde olma sevdasından vazgeçsin. Kötü bir oyuncu olduğundan değil, ancak kendisinin her yapımında bir de kendisini başrolde görmek rahatsız ediyor bir yerden sonra.
“Aşk bahane, yeter ki şairin şiir yazmasına ilham versin...”
Aşk şiirin de, hayatın da bahanesi değil midir zaten? Hepimiz bir şeyleri
severek, bir şeylere âşık olarak ve bundan keyif alarak yaşamıyor muyuz? Gerisi
teferruat... :)
bence müzikler iyi değil daha iyi olmalıydı
YanıtlaSil