23 Şubat 2013 Cumartesi

Aşk en güzel bahanesidir şiirin...



Bir ermiş bir gün rüyasında bir kelebek olduğunu görmüş... O kadar etkilenmiş ki, uyanınca kafası karışmış ve sorgulamış: “Rüyasında kelebek olduğunu gören ben miyim, yoksa kelebek mi rüyasında beni görüyor?” diye. İşte “KelebeğinRüyası”, bu cevabı bilinmeyen soru üzerine iki şairin aşkları üzerinden anlatılan ve aşkın, şiire bir bahane olduğunu söyleyen uzun bir hikâye...

Not: Yazının devamı, filmin seyir zevkini kaçıracak bilgi içerebilir.




1940’lı yılların başında Zonguldak’ta yaşayan iki genç şair, Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun hikâyesini anlatıyor film. Mükellefiyet yasası kapsamında köylülerin madenlerde çalışmaya mecbur oldukları bir dönem. İki şair memuriyet hayatı sürmektedirler; Rüştü madende görevli olarak çalışmaktadır, Muzaffer de elektrik direkleriyle ilgili bir işle uğraşmaktadır. İkisinin en büyük tutkusu şiirdir ve ikisine aileleri kadar yakın hocaları Behçet Necatigil’den şiirle ilgili öğreti ve nasihat almaktadırlar. İkilinin en büyük amacı, o dönemin popüler şiir dergisi Varlık’ta kendi şiirlerinin yayınlanmasıdır.

Zonguldak’ta belediye başkanlığı yapmakta olan Zikri Özsoy’un kızı Suzan Özsoy çok güzel ve alımlı bir kızdır, dansla, tenisle, sporla ilgilenmektedir. İki şair Rüştü ve Muzaffer, Suzan’a âşık olurlar ve onu etkilemek için en iyi şiiri yazmak üzere kendi aralarında bir iddiaya girerler; Suzan hangisinin şiirini beğenirse o kızı kapmış olacaktır. Rüştü aynı zamanda bir tiyatro oyunu yazmaktadır ve oyunda Muzaffer’i, Suzan’ı ve birkaç arkadaşlarını daha oynatmak istemektedir. Ancak Rüştü ve Muzaffer çok zor koşullarda, neredeyse parasızlık içinde bu şiir arzularını gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar.



Filmin kilit noktası ise; bu iki şair veremdir. Verem o zamanlarda, hatta daha öncesinde bile sanatçının ve melankolinin hastalığı olarak bilinmektedir. Zikri Özsoy da iki şairin veremli olduklarını bildiğinden Suzan’ın onlarla görüşmesini yasaklar.

Film boyunca bu yasak üzerinden ikilinin aşklarının ve heyecanlarının peşinden koşturmasını; Rüştü’nün ve Muzaffer’in tedavi için gönderildikleri Heybeliada Sanatoryumu’ndaki tedavilerini, Rüştü’nün orada Mediha adlı hasta olan bir genç kıza âşık oluşunu ve ikilinin aşkları uğruna İstanbul’a dönüşlerini seyrederiz.


İnsana şiir yazdıracak bu güzellik...



Bütün dünya savaşırken
bu kadar güzel olmak doğru mu?


“Aşk en güzel bahanesidir şiirin” gibi güzel bir cümle üzerinden ilerleyen film, aynı zamanda hikâyesi boyunca da içten içe bir şiir anlatmaktadır bizlere. Ancak biraz uzun bir hikâye, daha kısa olabilirmiş elbette.



Sinematografisi, görüntüler son derece güzel. Hikâyesi de aslında güzel, fakat naif bir aşk hikâyesi için çok kalabalık bir film. Yılmaz Erdoğan belli ki ortaya güzel, kaliteli bir iş çıkması için çok çabalamış, ancak özellikle ikinci yarının sonlarına doğru çok fazla görüntüyü eleyememiş ve hepsini koymak istemiş.



Görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’ye bir kere büyük bir alkış tutmak lazım; filmin daha fragmanı yayınlandığı vakitten bu yana bu kadar konuşulmasındaki, Yılmaz Erdoğan’dan sonraki en büyük etken Gökhan Tiryaki ve onun yarattığı görselliktir elbette. Tam Amerikan dönem filmleri tadında bir görüntü yakalanmış ki bu oldukça başarılı. Bora Gökçingil de filmdeki kurgusuyla ve Rahman Altın filmin her sahnesinde ayrı bir duygu yaşatan müzikleriyle filmin çıtasını bayağı bir yukarı taşıyor. Türk sinemasının işte bu film ve bunun gibilere daha fazla ev sahipliği yapması lazım bence; “Recep İvedik”lerden, ortalamanın altında kalan yalapşap aşk ve romantizm filmlerinden (bilimkurgu ve korkuya hiç girmiyorum!) çok bu tür hem mizahı, hem aşkı bir arada ustaca yansıtan filmler.



Film hakkındaki, görsellikten sonra en çok konuşulan konu da hepinizin bildiği üzere Kıvanç Tatlıtuğ. Kendisinin yer aldığı televizyon yapımlarını çok fazla seyretmiş olmamama rağmen, seyretmiş olduğum kısımlarına bakarak oyunculuğunu çok güzel noktalara taşımakta olduğunu ve oyunculuğu ciddi olarak düşündüğünü görmüştüm. Bunun için usta bir film eleştirmeni veya oyuncu koçu vb. olmaya gerek yok bence. Kaldı ki pek çok film eleştirmeni de Tatlıtuğ’un oyunculuğunu geliştirdiği konusunda hemfikir. Bu filmde çok abartılı, şaha kalkan bir oyunculuğu var diyemem, ancak çok başarılı, filmdeki diğer pek çok BKM oyuncusu ve usta tiyatrocuların yanında hiç sırıtmadan rolünü başarıyla oynuyor, işinin üstesinden geliyor. Özellikle filmde canlandırdığı Muzaffer adlı şairin devamlı saçını düzeltme, tırnaklarını kemirme ya da üst dudağını bıyığını sıvazlar gibi silmesi gibi hareketleri oldukça güzel gerçekleştirmiş, vücuduna sıska ve omzu düşük biçimi de başarıyla vermiş. Hareketlerinin kimi zaman biraz abartıya kaçtığını düşünsem de, tam olarak rolünün içine girmiş biçimde performans sergilediğini söyleyebilirim.







Keza filmin diğer başrol oyuncusu Mert Fırat ve yan rolde karşımıza çıkan Farah Zeynep Abdullah da oldukça başarılı bir iş çıkarmışlar ve film biraz fazla Kıvanç Tatlıtuğ üzerinden reklamını yapıyor olsa da, bu iki oyuncunun da hakkını vermek gerekir. Ancak Belçim Bilgin hakkında aynı şeyleri söyleyemeyeceğim, keza kendisinin oyunculuğunu çok iyi bulmadığım gibi, rolüne de otur(a)mamış, sırıtmış geldi bana. Suzan karakteri için daha naif, daha çocuksu, daha genç bir kadın oyuncu bulunabilirmiş; onun yerine güzel olmasına güzel fakat suratı kalıplı, olduğundan daha olgun gösteren Belçim Bilgin rolü canlandırmış. Bunda da insan ister istemez yönetmen Yılmaz Erdoğan’ın bir kıyağı olduğunu düşünmeden edemiyor- ne de olsa Belçim Bilgin, Yılmaz Erdoğan’ın eşi ve uzun bir süre adı “Yılmaz Erdoğan’ın eşi” olarak anılacak gibi duruyor.

Uzun süresine karşın, çok da sıkmayan, rollerin sırıtmadığı, kâh duygulandıran, kâh keyiflendiren sahnelere ev sahipliği yapan güzel bir film “Kelebeğin Rüyası”. Erdoğan’ın bundan önceki filmi “Neşeli Hayat” gibi çıtır çerez, biraz da cacık (kötü anlamda değil bu) bir filmden sonra böyle oturaklı, Amerika ve Avrupa standartlarında bir film görmek; edebiyatın, şiirin yedirildiği ve bunun garipsenmediği bir Türk filminin gerçekleştirildiğini görmek insanı mutlu ediyor. Temennim; daha nice bu tür filmlerle Türk sinema tarihi doldurulsun ve insanlarımız çıtır çerez, orta karar filmlerin yanı sıra bu tür filmlere de itibar göstersin, genç nesil yönetmen, (benim gibi) yazar ve oyunculara da bu tarz filmler örnek olsun.



Bütün oyuncu ve prodüksiyon ekibine tebrikler, Yılmaz Erdoğan’a da böyle bir ekibi bir araya getirdiği için tebrik ve teşekkürler. Ancak kendisine naçizane bir tavsiyem: Yazdığı ve yönettiği filmlerde çok da kamera önünde yer almaya hevesli olmasın bu vakitten sonra; iyi bir yazar ve iyi bir yönetmen olarak anılsın ve kamera önünde olma sevdasından vazgeçsin. Kötü bir oyuncu olduğundan değil, ancak kendisinin her yapımında bir de kendisini başrolde görmek rahatsız ediyor bir yerden sonra.

“Aşk bahane, yeter ki şairin şiir yazmasına ilham versin...” Aşk şiirin de, hayatın da bahanesi değil midir zaten? Hepimiz bir şeyleri severek, bir şeylere âşık olarak ve bundan keyif alarak yaşamıyor muyuz? Gerisi teferruat... :)

Filmin fragmanı:


1 yorum: