Paul Auster’ın, ilk kez 1987 yılında yayımlanan “Son Şeyler
Ülkesinde” adlı romanı; harabeye dönmüş bir ülke, harabeye dönmüş insanlar ve
hayatlar üzerinden bir gelecek distopyası anlatıyor.
Paul Auster’ın, ilk kez 1987’de yayımlanan, Can Yayınları
tarafından Armağan İlkin çevirmenliğinde 1995 yılında Türkçeleştirilen “Son
Şeyler Ülkesinde” adlı romanında, insanlığın, medeniyetin son dönemleri bir
distopya çerçevesinde anlatılıyor. Baş karakter olan 19 yaşındaki Anna Blume,
ağabeyi William’ı ararken kimseye, ama aslında herkese bir mektup yazıyor ve
bütün roman Anna’nın yazdığı bir mektup şeklinde.
Ağabeyi William’ı kaybeden Anna, yaşadığı ‘son şeyler
ülkesi’nde bir distopyanın içinde var olmaya, hayatta kalmaya, aynı zamanda
ağabeyinin de izini bulmaya çalışıyor. Bu süreç içerisinde insanlığın nasıl
yozlaştığı, ilkelleştiği, yaşam şartlarının ne gibi değiştiği -ya da
değişebildiği-, güçlüyle güçsüzün kim veya kimler olabildiği, böyle bir dünyada
nasıl yaşandığı/yaşanması gerektiği ince detaylarla anlatılıyor.
Yokluğun içinde bir şekilde var olmaya çalışan Anna,
ilkelleşen toplumda fiziksel ve zihinsel olarak kendini koruyarak William’ı
bulmaya çalışıyor. İnsanların umutları yavaş yavaş kaybolmaya başladığı için,
ölüm bir çare iken bir zorunluluk hâline geliyor; insanlar kendileri için
farklı ölüm biçimleri tasarlarken, kendi kendini öldürecek cesareti bulamayan
insanlar, bunu kendileri için halledebilecek gruplardan yardım alıyor -- yani
ölüm artık bir endüstri hâline gelmiş durumda. İnsanların yaşamak için etraftan
çer çöp, gerekli gereksiz eşyalar veya işe yarayabilecek herhangi bir şey
toplamaları gerekiyor ve bunun için bütün bireylere alışveriş arabası
gerekiyor. Evet, bugün herhangi bir süpermarkete gittiğimizde rahatlıkla
edinebileceğimiz alışveriş arabası, romanda bir lüks gibi gösteriliyor. İnsanların alışveriş arabalarını
kaybetmemeleri veya çaldırmamaları çok önemli, çünkü hayatları buna bağlı;
alışveriş arabasını kaybeden kişi en baştan, sıfırdan başlamak zorunda ve bu da
kişinin yaşama umudunu söndürüp ölmek isteyebileceği bir ruh hâline kadar
gidebiliyor. Yani yaşanılan dünya acımasız ve hayata tutunmak zor, çok zor.
Anna Blume bir şekilde bu zorluğun üstesinden gelmeye
çalışıyor. Hayatını kurtardığı yaşlı bir kadın olan Isabel’le tanışıp onunla
yaşamaya başlıyor; fakat Isabel’in sevimsiz eşiyle yaşadığı uyumsuzluk Anna’nın
yaşamını biraz daha zorlaştırıyor.
Isabel’le belli bir süre yaşadıktan sonra kendini yine
sokaklarda bulan Anna, sanatçı ve aydınların yaşadıkları bir kütüphaneye
sığınıyor ve burada, uzun zamandır yaşamadığı -belki de yaşamayı hiç
düşünmediği- bir duygu olan aşkı
yaşıyor. Ancak her şey istendiği ve plânlandığı gibi gitmiyor ve roman boyunca
umut ile çaresizlik duyguları devamlı yer değiştirerek romanın yolunu çiziyor.
Açıkçası Paul Auster’ın okuduğum diğer romanlarına kıyasla
biraz sönük bir roman. Bunda, romanın anlattığı dünyanın bir distopya olmasının
da bir etkisi olabilir, fakat sayfalarca sadece çaresizlik anlatıyor ve
dinamizm yer yer, kimi zaman çok geç geliyor. Ancak şunu söyleyebilirim ki
roman, George Orwell’ın “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı romanını biraz daha hafifletilmiş, özet hâli gibi görülebilir. Yine çaresiz insanlar, hayatta kalma
çabası, güçlüyle güçsüzün dengesizliği ve benzeri öğeler bu romanda da dikkati
çekiyor. Yine de, romanın biraz hızlı ve çabuk geliştiğini söyleyebilirim --
ama bu, bahsettiğim dinamizm eksikliğine etki etmiyor. Dediğim gibi, Orwell’ın
daha ağır olan romanına kıyasla biraz daha kısa ve öz bir roman. Sayfa sayısı
184. Başlangıçta pek iç açmıyor ve kendine sarmıyor gibi gelebilir; ancak
ilerleyen sayfalarda (belki bayağı ilerledikten sonra) roman içine çekmeyi bir
şekilde başarıyor ve devamı çorap söküğü gibi geliyor.
Romanın benim için şöyle bir değeri var tabii; kitabı Gezi Parkı eylemleri vesilesiyle Ankara Kuğulupark'ta kurulan halk kütüphanesinden edinmiştim. Bu yüzden kitabın anlattığı distopik yaşam ironik de bir anlam kazanıyor benim için.
Romanın benim için şöyle bir değeri var tabii; kitabı Gezi Parkı eylemleri vesilesiyle Ankara Kuğulupark'ta kurulan halk kütüphanesinden edinmiştim. Bu yüzden kitabın anlattığı distopik yaşam ironik de bir anlam kazanıyor benim için.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder