Bazen daha fazladır her şey, bir eşikten atlar insan... Hayatta herkesin atladığı bir eşik, önemli bir nokta, bir milat vardır; benim için bu milat, annemin vefatı olan 1 Aralık 2006’dan itibaren başlıyor... Aslında bununla ilgili, o gün neler yaşadım, neler oldu neler bitti gibi bir yazı yazmayı düşünüyordum; bunu uzunca bir süre kafamda tarttım, fikirler gelip gitti ve en sonunda, kendi iç sesimle diyaloğumu anlatan, bu okuyacağınız monolog çıkıverdi...
Ne zaman kaybettin anneni?
1 Aralık 2006.
Öncesini, sonrasını,
spesifik bir şeyi veya birtakım şeyleri hatırlıyor musun?
Hatırlamaz mıyım? Hemen hemen her şeyi hatırlıyorum. Vefatın
ertesi gününü çok net hatırlamıyorum belki, ancak vefattan önceki geceyi çok
iyi hatırlıyorum- hatta o geceyi unutmamak için hep düşündüğüm de oluyor.
Ne yapmıştın o gece?
Ne olmuştu?
Annem yine o rahatsızlık döneminde olduğu gibi erkenden
uyumuştu, benim odamda. Ben de bilgisayarda açmış “Friends” dizisini
izliyordum. O aralar neden izliyordum bilmiyorum, ama izliyordum işte. Bir ara
dizideki bir espriye güldüğümü ve çıkardığım sesten ötürü annemin uyanıp
uyanmadığını kontrol ettiğimi hatırlıyorum... Melekler gibi uyuyordu.
En son gördüğün zaman
o muydu?
Evet.
Sonra?
Sonrası yok. En son gördüğüm sahne, onunla ilgili en son ve
en net anım oydu.
O geceyle ilgili ne
düşünüyorsun? Veya bir şey düşünüyor musun?
İnsan elindekinin kıymetini kaybetmeden bilemez, benimki de
öyle bir hissiyat; keşke o gece onun yanına uzanıp ona sarılarak uyusaydım diye
düşünüyorum.
Yapmadığın için pişman
mısın?
Çok... Ama nereden bilebilirdim ki...
Aradan 6 sene geçti, 6
koca sene. Bunu kendi kendine sormak biraz tuhaf, garip olabilir, fakat canın
acıyor mu?
Acımaz olur mu? Düşündükçe hâlâ deli gibi acıyor.
Ne hissediyorsun?
Bir insan, yakın veya uzak, çok sevdiği birini kaybettiğinde
ne hissederse onu: özlem. Özlemek.
Bunun üstesinden nasıl
geliyorsun peki?
Ablamla bu konuyu, annemin vefatını, bu vakte kadar çok
konuştuk; o günü, o haftayı, o ayı, o zaman aralığını, annemin o sürecini
defalarca konuştuk. Bir vakit sonra üzerine espriler yapmaya başladık. Espriler
yerini, “Böyle bir durumda annem olsa nasıl tepki verirdi?” gibi, kimi zaman
komik, kimi zaman trajikomik düşüncelere bırakmaya başladı.
Ne gibi düşünceler
mesela?
Mesela annem deli gibi yemek yapardı, öyle böyle değil. Bir
akşamda 4-5 çeşit yemek yapardı. Ben de ablam ne zaman yemek yapsa, “Bakalım
annemi geçebildin mi?” diye soruyorum; o da, “Annemi geçmek mi? Hahaha!” diye
gülüp dalgaya vuruyor. Ben de bazen, “Bir annem gibi olamadın, 5 kap yemek
yapamadın,” diyorum; o da, “Eee, yersen canım!” diyor.
Başka?
Dediğim gibi işte, ya annem o sahnede olsa ne düşünürdü gibi
mizansenler, ya da onun taklidi.
Rüyalarında da
görüyorsundur onu muhakkak?
Görmem mi... Zaten vefattan sonraki günler, haftalar, aylar-
hatta direkt o bir sene hep rüyalarda onu görmekle geçiyordu. Hâlâ da görürüm.
Nasıl görüyordun peki?
Şöyle bir şey var içimde, neden ben de bilmiyorum; 1 Aralık
2006 sabahı annemi kurtarabilirdim, dibindeydim,
ama kurtaramadım. Bu düşünce bilinçaltıma nasıl yerleşmişse (artık bilincin
üzerine de çıkabildiği için rahatça dile getirebiliyorum) rüyalarımda annemi
hep yaşarken görüyorum. Onu kurtarmışım, bana bakıp, “E sen beni tuttun ya,
ölmedim işte,” diyor.
Nerede oluyor bu rüya?
Nasıl bir sahne yani?
Klasik annem sahnesi işte: Ya sokakta yürürken, ya
alışverişte.
Peki onu
kurtarabilecek olduğun ihtimali üzerinde hâlâ düşünüyor musun?
Yok, o düşünceyi belli bir zaman önce koyverdim gitti. Gerçi
hâlâ zaman zaman aklıma geliyor ama doğru olmadığını kabullenmiş durumdayım.
Nasıl kabullendin?
Annemin rahatsızlığı ile ilgili yine ablamdan ve
psikolog/psikiyatr (bu kelimelerin hangisi neyi ifade eder hep karıştırırım)
yakınlarımızdan, arkadaşlardan edindiğim bilgiye göre, annem böyle bir şeye
kalkışmaya sonucu böyle olacak biçimde niyetlenmişse, zaman yaparmış; o gün
değil ama başka bir zaman, belki iki gün sonrası, belki 9 Aralık 2006...
bilmiyorum...
Sahi, o kadar
konuştuk. Annen neden öldü?
İntihar.
Bunu rahatlıkla
söyleyebiliyorsun. Kabullenmiş olduğundan mı?
İntihar benim için cıs veya yasaklı bir kelime değil. Bir
gerçek. Hayatın bir gerçeği - ama olumsuz olan bir gerçek. Böyle söylediğime
bakma, yine ara ara “intihar” kelimesini duysam bir garip olurum.
Korkuyor musun bu
kelimeden?
Benden çok sevdiğim insanı alan bir eylemi tanımlayan bir
kelime olursa elbet korkarım.
Hep mi korkuyordun,
yoksa annen de intihar sebebiyle hayatından ayrıldığı için mi korkmaya
başladın?
Daha önce oturduğumuz blokta alt katlardan birindeki bir
dairede de bir intihar vakası olmuştu, ilginçliğe bak ki annem de o zaman o eve
aileyi teselli etmeye gitmişti, hatta o akşam annemle ablam arasında intiharla
ilgili konuşma da gerçekleşmişti. Ondan daha öncesinde de net olarak
hatırlamasam bile intihar kelimesiyle karşılaştığım olmuştur mutlaka.
İntihar hakkındaki
düşüncelerin hâlâ aynı mı? 1 Aralık 2006’daki düşüncelerinle?
Şöyle bir şey var, bu konuda açık olacağım - zaten kendime
karşı açık olamıyorsam kime olacağım?! Annemin ilk vefat zamanlarında nasıl
öldüğünü bilmiyordum, birkaç kere birilerine sormuştum ama uydurma bazı
cümleler duymuştum ve annem zaten ölmüş olduğu için ve gerçeğin kendisi bu
olduğu için, ayrıntılarla ilgilenmemiştim.
Sonra?
Sonra annemin vefatı beni o kadar üzmüştü ve o dönem o kadar
da üzüyordu ki, zaman zaman onu bırakmama ve onun peşinden gitme isteğim,
düşüncelerim olmuştu.
Sen de mi düşünmüştün?
Annemden ayrı kalamamayı düşünmüştüm, evet. Ama intihar gibi
bir fikri düşünmemiştim. Bunun ayrımını yapmam gerek.
Peki nasıl başa çıktın
bu düşünceyle? İntiharla demiyorum, onun arkasından gitme, onun peşinden gitme
düşüncesiyle?
Aslında başa çıkılacak -veya başa çıkılması gereken- bir
düşünce değil bence bu. Ya da bu vakte kadar geldiğim için bana öyle geliyor
olabilir. Neticede insan, çok sevdiği ve hep yanında olmasını istediği biri
hayatından giderse, bu ölüm olabilir, kişinin başka bir yere gitmesi olabilir,
her şey olabilir, onun arkasından gitmeyi hayli hayli isteyebilir.
Tamam. Nasıl başa
çıktığın noktasına gelelim...
Bununla baş etmenin türlü yolları var, insan herhangi birini
seçip onu uyguluyor. Ben “Ölenle ölünmüyor” noktasına gelene kadar pek çok
badire atlattım.
Ne gibi?
Kendimi tuvalete kapatıp klozet kapağına oturarak ellerimi
sıkı sıkı yumruk yapıp dizlerime bastırdığımı ve içimden “Lütfen!” diye
yalvardığımı hatırlıyorum.
Ne için lütfen?
Bir kez daha annemin ellerini tutabileyim diye lütfen... Ona
bir kez daha dokunabilmek için lütfen...
Haaa... Son gece onun
yanına yatma isteğin gibi bir his.
Evet, benzeri.
Peki ne olacak o
karşında olursa, elini tutarsa? Her şey hallolacak mı?
Belki hallolmayacak, ama 6 senelik özlemim bir nebze olsun
giderilmiş olacak.
Sadece elini tutmayla
ilgili bir özlemin mi var?
Daha neler yok ki... Yüzünü de görmek istiyorum, kanlı
canlı. Gerçi istediğimde hep gözlerimin önünde, ama bir insanın simasını
gözlerinin önüne getirmek başka, ona bakabiliyor, onu görebiliyor olmanın, onun
yüzüne dokunabilecek olmanın verdiği rahatlık ve huzur başka.
Huzursuz musun yani?
6 senedir “anne” kelimesi benim için yasak gibi;
kullanabileceğim kimse yok. “Anne?”... Bana annem sıfatıyla cevap verecek kimse
yok.
Ablan? Teyzen?
Çevrendeki insanlar?
Teselli etme açısından sorudaki bahsi geçen bütün insanlara
minnettar olurum; ancak anne başka, bambaşka bir şey...
Annenin vefatının
senin üzerinde iyi etkileri mi yoksa kötü etkileri mi fazla oldu? Geçen bunca
yıla bakınca?
Aslında bunu kıyaslayamıyorum, çünkü bir taraf hep daha
baskın gelebiliyor. Büyüdüğümü biliyorum, bunu hissedebiliyorum. Bir kere, “Kim
Milyoner Olmak İster?” yarışmasını izlerken Kenan Işık’ın söylediği bir şey
vardı onu hatırlıyorum: “İnsanın annesini kaybetmesi bambaşka bir şeydir...
İnsan hayatında herkesi kaybeder, kaybedebilir, ama anne bambaşka bir şeydir...
İnsan annesini kaybedince büyür... Bunlar tabii çok derin şeyler...”
Yani senin şu anki
esas sen olmana vesile mi olmuş oldu bu vefat?
Belki esas ben olmama değil, ama hayatı daha farklı
algılamama vesile oldu.
Ne gibi?
Bunu ablamla da hep konuşurum, hep laf arasında bahsi geçer,
aynısı bende de oluyordu galiba: Annemin hep ölmeyeceğini düşünürdüm veya ölümü,
öleceği düşüncesi beni korkuturdu... Şimdi ise biraz daha şöyle düşünüyorum;
annem öldü, eee? Dünyanın sonu mu geldi? Hayır. Hayat devam ediyor, insanlar
yaşamaya devam ediyor. O bahsettiğim “Ölenle ölünmüyor” noktasına gelmem belki
biraz zor oldu, ama o noktaya geldim.
Biraz daha rahatladın
yani...
Öyle de denebilir. Ama işte... Yine de zaman zaman
yoklamıyor değil.
Ne gibi yoklama
mesela?
Mesela askere gittiğimdeki yoklama gibi.
Ne oldu askere
gittiğinde?
Ben annemin vefat günü, ablamın psikolog bir arkadaşı var o
gözlemlemiş bunu, şalteri indirmişim, devreler kapanmış yani; duygusuzlaşmışım.
İnsan annesi öldüğünde bir dövünür, yerleri, duvarları yumruklar, isyan eder,
haykırır, bağırır çağırır değil mi?
Öyle mi?
Yöntemlerden biri böyle - ve bence olması gereken de bu.
Askerdeki yoklaması da bu yüzden oldu zaten. Annemin vefatıyla, onun yokluğuyla
bu zamana kadar hiç olmadığı biçimde askerde yüzleştim ve benim için pek de iyi
olduğunu söyleyemem.
Çok mu kötü oldu?
Biraz öyle oldu, benim için. Ama şimdi düşününce, iyi ki de
olmuş diyorum. İyi ki de o noktayı, o patlamayı bir şekilde yaşamışım. Tabii
bence doğrusu, bu vefat olayı olduğu zaman yaşamaktı, ama ben geç de olsa
yaşamış oldum. İyi ki de daha sonrasına kalmamış.
Askerden sonra ne oldu
peki?
Biraz daha rahatladım, biraz daha sakinleştim diyebilirim.
Yani her şey
askerlikle mi alâkalıymış?
Öyle de değil... Neticede insanoğlu en ıssız yere uzun bir
süreliğine yalnız bırakırsan düşünür. İyiyi de düşünür, kötüyü de düşünür, ama
düşünür. Bir insanın seneler önce içine attığı bir derdi varsa böyle bir
dönemde en çok da bunu düşünür.
Peki bu askerde
yaşadığın yoklama, veya asker dışında sivil hayatta vefattan sonra yaşadığın
acıların sebebi neydi? Bunu biliyor musun?
Acıyı zaten hep yaşadım, yaşıyorum da. Ama belli dönemlerde
daha fazla acı çekmemin ya da bu acıyı daha gerçekçi yaşamamın sebebi, içimden
geldiği anlarda, içimden geldiği gibi üzülememem.
Ne gibi?
Annemin anısı aklıma birden ok gibi saplandığında
tutuluyorum, tıkanıp kalıyorum, ancak acımı, kederimi herkese açık bir ortamda
ve herkesle paylaşmamayı istiyorum, paylaşmayı sevmiyorum.
Neden?
Çünkü herkes beni teselli edecekmiş gibi geliyor ve bu benim
daha da üzülmeme sebep oluyor.
Teselli olmayı
sevmiyor musun? İnsanlar sen üzülmeyesin, acını dindiresin diye tatlı şeyler
söylüyor. Bu hoş, güzel bir şey değil mi?
Bunu nasıl anlatabilirim bilmiyorum, ancak utanıyorum. Annemin vefatından, veya bu
vefatın gerekçesinin intihar olmasından utanmıyorum. Bilmiyorum, bu zamana
kadar hep kayıp yaşamış kişileri görmüş ve izlemişimdir ve insan hep o üçüncü
kişi oluyor başkalarının hayatında, hep uzaktan gözlüyor, başkasının acısı ona
koymuyor. Ve böyle düşüne düşüne belki de benim böyle bir acı yaşayacağımı,
yaşayabileceğimi aklıma getirmemiştim bu zamana kadar.
Bu teselli durumunda
bir değişiklik var mı, yoksa hâlâ annenin adı geçtiğinde kötü olup bunu belli
etmemeye, içine atmaya çalışıyor musun?
Askerde yaşadıklarımdan sonra, içime atmamaya özen
gösteriyorum. Bu biraz da hapşırık gibi bir şey - gerçi sevinç veya üzüntüyü
vücudun bilinçsiz ve istek dışı yaptığı bir eylemle bağdaştırmak ne kadar
doğrudur bilemiyorum, ancak herkesin doğrusu başkası için de doğru olacak değil
- neyse! Aynı hapşırık gibi; geldiğinde koyverip akmasına izin vereceksin, ben
bunu öğrendim.
Yeri geldiğinde bu
acıyı yaşayıp rahatlama yani... Artık rahatlayabileceğini, rahatlaman
gerektiğini biliyorsun.
Yazının başlığını da Sezen Aksu’nun “Gidemem” şarkısındaki
bir dizeden koydum, o dizenin bulunduğu dörtlük ve devamındaki diğer dörtlüklerde
şöyle diyor:
“Bazen daha fazladır her şey,
Bir eşikten atlar insan.
Yüzüne bakmak istemez yaşamın,
O kadar azalmıştır anlam.
O zaman hemen git radyoyu aç,
Bir şarkı tut.
Ya da bir kitap oku mutlaka,
İyi geliyor.
Ya da balkona çık
Bağır bağırabildiğin kadar.
Zehir dışarı akmadan
Yürek yıkanmıyor.”
Tam olarak düşündüğün
bu mu?
Evet, şu vakitte, şu yaşımda, hayatımın şu ânında düşündüğüm
tamamen bu.
Annenle ilgili
fotoğraflara, eşyalara bakabiliyor musun peki?
Tabii. Fotoğraflarına bakıyorum, hatta uzun uzun bakıyorum
kimi zaman. Fotoğraf çekmeyi ve çektirmeyi çok seven biriydi. Bazı
fotoğrafların birbirini takip eden bir olay dizisi olduğunu görünce de
şaşırıyorum.
Neden?
Sanki böyle gelecekte bir zaman -mesela bugün- bakılıp da o
fotoğraflar üzerinden hareketini izlemem için çektirmiş gibi. Mutfakta bir
fotoğrafı var, sıra sıra çekmişim; lavabonun kenarında çiçekleri vazoya
koyuyor, sonra vazoyu alıp yemek masasına taşıyor, masaya oturuyor, önünde
yemek varken bana (kameraya) bakıp gülümsüyor, bir de arkadan çekmişim, Rakı
kadehini kaldırmış “Şerefe!” der gibi poz vermiş.
Bu sana garip mi
geliyor?
Evet, şaşırtıcı biçimde garip. Yani o zaman çekerken hiç
fark etmemişim, ama şimdi o karelere bakınca annemin o sahnesi, o hareketleri
gözümde bir daha, bir daha canlanıyor.
Son zamanlarının
fotoğrafları var mı peki?
Var. Babannem o sıralar (yine) bir rahatsızlığından ötürü
hastanede, onu ziyarete gitmişiz. Ekim 2006 civarı olması lazım. Annem, ablam,
ben, babaannemin etrafını sarmışız, babam da fotoğraf çekiyor.
Nasıl gözüküyor o
fotoğrafta?
Bunu annem için nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum, ama
objektif olmam gerekirse, ruhsuz.
Ruhsuz derken?
Yüzünden düşen bin parça. Kati suretle gülümsemiyor - zaten
o vakitler, 14 Kasım 2006 dışında, hiç gülümsememişti.
Peki başka
değişiklikler var mı?
Var. Önceki çekilmiş olduğu fotoğraflara göre çok sönük.
Annem normalde bakımlı olmayı seven, belki abartı olacak ama biraz şaşaalı
giyinmeyi, gözükmeyi isteyen biriydi. Ama o son fotoğrafta (ya da
fotoğraflarda) o eski halinden eser yok.
O fotoğraflara
baktığında üzülüyor musun? Alışmış mısın, yoksa hâlâ o zamanlara gidip geliyor
musun?
Hangi kafayla, hangi duyguda olduğuma göre değişebiliyor.
Bazen aklıma geliyor, “Acaba nasıldı?” diye düşünüp fotoğrafı açıp bakıyorum.
Bazen de hiç aklımda olmadan şak diye karşıma çıkıyor, işte o zaman da, önceki
satırlarda bahsettiğim gibi, zihnime bir ok gibi saplanıyor ve acısı çok büyük
oluyor.
Peki hiç mi
gülümsemiyor? 14 Kasım’da güldüğünü söylemiştin.
Evet, doğum günü. Ablama dediğine göre o gün en mutlu
günüymüş, hatta o günü rüya gibi diye
nitelendirmiş. Öyle bir durumda olan insan için olabilecek en iyi şeyi yapıp
tanıdığı, sevdiği herkesi çağırmıştık. Onu mutlu edebilecek en yakın
arkadaşlarını çağırmıştık, aile, akrabalar, pek çoğumuz oradaydık.
Bir tek o zaman mı
gülmüştü?
Evet. Kameraya bakıp ellerini birbirine kavuşturarak
önündeki pastayla gülümseyerek poz verdiği bir karesi var. Aynı bir çocuğun
mutluluğu gibi; saf, narin, içten.
O fotoğraflara bakınca
aklından ne geçiyor?
Doğum gününü akşamından önce bir de yuvada kutlamıştık. Çiğ
köfte almıştık. Annem tatlıdan çok tuzluyu, hatta acıyı çok severdi. Hep derdi
zaten, “Bana pasta almayın, çiğ köfte alın”, diye; biz de o gün çiğ köfte
almıştık. Oradaki fotoğraflardan birinde annemle sarıldığım bir kare var. O
karenin içine girebilmek, o ânı uzunca bir süre tekrar yaşamak isterdim. Ona
sarılıp yüzümü onun boynuna gömerek uzunca koklamak. Sıkıca sarılmak,
gidebileceğini bilerek hiç bırakmamacasına sarılmak.
Peki objeler?
Obje olarak annemin o dönemine ait kullandığı ilaçlar var,
bir iki sigara kutusuna benzer ancak daha küçük boyda kutu. O kutuları açıp
onlara bakıyorum, bir insan nasıl o hale gelmişti diye...
Başka bir şey var mı
objelerle ilgili?
Kitapları var. Yaşarken bir sürü kitap alırdı, hatta dergi
alırdı. Dünya üzerindeki en büyük dergi ve mecmua arşivine sahip olabiliriz
galiba bu konuda.
Çok mu dergi okurdu?
Çok! Dekorasyon dergileri, ev içi tasarım dergileri.
Bayılırdı okumaya.
Başka?
Bir de işte kitapları var. Aldığında neredeyse hepsinin
içine, ilk sayfadan sonraki sayfaya aldığı yeri ve zamanı yazmış. Aynı
alışkanlık ablamda da var, babamda da -kısmen- vardır, bende yok. En son
“Latife Hanım” kitabını okumuştu hatta, 2006 yazında, havuza gittiğimizde
okumuştu uzun uzun. Çok okuduğu için de yanmıştı güneşin altında kalmaktan.
Bir de mesela ilginç bir kitap var, adı “Zarif”. Kapağında
da bir kadın silueti var ve bir de Rakı kadehi.
Kitabı kendine
benzettiği için mi almış?
Çok net hatırlamıyorum, hatta atıyor da olabilirim, ancak
“Aa ben!” diyerek almıştı galiba. Okuduğundan şüpheliyim. Ama ben okumayı
düşünüyorum.
Niye?
Evrenin bir sistemi, bir zinciri olduğunu düşünüyorum ve
belki de, bir ihtimal, bu kitap da bu zincire bir şekilde eklidir. Değilse de
canı sağ olsun. Ama kapağı anneme o kadar benzeyen bir kitabın içinden de belki
benzer bir şeyler çıkabilir.
Kitaba değer veriyordu
yani annen...
Benim verdiğimden fazlasını verdiğine eminim. Kitapçıda bir
kitabı istedim diye hemen aldığını bilirim. Giysi mağazasına gittiğimizde bu
kadar kesin davranmaz, “Evde giyecek bir sürü şeyin var,” der, ancak kitapçıda
bir kitabı elime alıp uzun uzun bakmam, onun kitabı bana almasına yeter. Hatta
okumayı seviyorum diye 2006 yazında bana dünya klasiklerinden bir iki kitap
almıştı. İçlerinden biri de Charles Dickens’ın “İki Şehrin Hikâyesi” adlı
kitabıydı. Onun dışında annemin de elinden kitap eksik olmazdı. Havuza
gittiğimizde, veya rahatlığın olabileceği herhangi bir yere gittiğimizde kitap
okumayı severdi.
Başka sevdiği şeyler
var mıydı?
Yemek yapmak. Deli gibi yemek yapardı. Bir insan bir günün
akşamına beş çeşit yemek nasıl yapar ve bundan nasıl acayip bir zevk alır?
Annem alıyordu. Hatta bana hep şöyle derdi; “Sen iştahla yiyip doyduğunda ben
öyle huzurlu oluyorum ki, sanki ben yemiş gibi oluyorum.” Belki de sırf bu
yüzden, o hep az yerdi.
Bir de müziği severdi. Mesela annemi Ankara’daki Arjantin
Caddesi’nde klasik bir restorana götür, atıyorum Cafemiz (orayı çok ama çok
severdi) veya başka bir yer; piyano falan çalıyorsa mekânda, önünde de bir
kadeh şarabı ve sohbet edeceği bir arkadaşı varsa, dünyalar annemindi. Oradan
çıkınca da muhakkak gidip bir bayiden dergi alırdı. Eğer Türk olarak doğmamış
olsaydı muhtemelen Fransız bir kadın olurdu. Fransız bir matmazel. Ma cherie.
Saçları da kıvır kıvırdı zaten.
Yemeği ve sunuşu
seviyordu yani.
Aaa, delisin! Annemin bir yılbaşı sofrası vardır mesela,
resmini çizsen sanat eseri diye satılır. Şimdiye kadar kimse de o kadar
ihtişamlı, görkemli sofra hazırlayamamıştır gözümde. Ablamın İstanbul’da
kaldığı zamanlar arada böyle bayram zamanlarında Ankara’ya gelirdi, Pazar günü
de illa ki kahvaltı günü olurdu; annem öyle bir Pazar kahvaltısı hazırlardı ki
masada bir tek kuş sütü eksik olurdu. Hatta kadın sırf o yüzden ablamın
gelişini bile kıskandırırdı bana; normal zamanda evde bir normal peynir bir
kaşar peyniri varken ablam geliyor diye hoop 3-5 çeşit peynir, labne peynir
falan.
Sen mi yemek konusunda
annenden bir şeyler kapmışsındır, yoksa ablan mı?
Eh, kadın olduğu ve annemin kızı olduğu için haliyle ablam.
Ben de yemek yapmayı severim, ancak öyle alengirli, farklı, değişik bir şeyler
düşünmem. Ablamı yemek yapmaya acayip heveslendirirsem öyle bir yemek yapar ki,
yukarı bakıp, “Zarif gör bunu bak kızın neler yapıyor,” derim. Ablam da güler.
Sıkıcı konuya gelelim;
annenin ilaçları aldığı zamanı hatırlıyor musun?
Bir kere salona gelmişti, o hasta olduğu hafta boyunca
birkaç gün çok sakindi. “Anne,” demiştim, “Bir şeyin mi var? Çok sakinsin.”
Aslında bir insanın sakin olması normal bir şey de olabilir, ancak annem fazla sakindi.
“Sana söylemedim ama sakinleştirici alıyorum,” demişti.
Zaten demese bile aldığı her halinden anlaşılıyordu.
Peki o kadar kötü
olduğunu, ilaç alacak kadar kötü olduğunu sana anlatmış mıydı? Bahsetmiş miydi
yani?
Eylül 2006’da bir gün çok iyi hatırlıyorum, eve gelmişti ve,
“Seninle çıkıp bahçede biraz yürüyelim mi?” diye sormuştu. Daha önce o duygu
halinde benimle bahçede yürümeyi hiç istememişti, bir kere bile. Bir şeylerin
ters gittiğini anlamıştım, ama tabii ne olduğunu bilmiyordum.
Sonra?
Sonra bahçeye çıktık, sitenin etrafında boş bir arazi var,
orada yürümeye başladık. Benim elimi tutuyordu sıkı sıkı. Bir süre birbirimize
hiçbir şey söylemedik. Annemle aramızda kimi zaman uyduğumuz yazılı olmayan bir
anlaşma vardı: Ben “Ne oldu?” diye sormam, o bana olup biteni kendi istediğinde
anlatırdı, genelde de anlatırdı zaten, anlatmazlık etmezdi. O gün yürürken de
bir yerden sonra şunu söylemişti: “Bıçak kemiğe dayandı.”
“Ne oldu?” diye sormuştum.
“Babanla konuşacağım, işler peki iyi değil,” demişti. “Ama
sen üzülme tamam mı?” demişti. Sonra yürüyüp eve gitmiştik.
Ondan sonra bir şey
oldu mu?
Sonra pek çok şey oldu ama kronolojik olarak hatırlamıyorum.
Tek ve en net olarak hatırladığım şey, bir sabah yuvaya gitmek üzere
hazırlanmıştı, makyajını falan yapıp çıkmıştı yani evden. Ben de bilgisayarda
bir şeylere bakıyordum. Sonra kapı çaldı, bir açtım, karşımda annem, hasta
olmuş gibi bitap bir halde, yüzünden düşen bin parça, yanında koluna girmiş bir
arkadaşı, arkalarında da babam.
Kötü bir şey mi olmuş?
Annem bir nevi sinir krizi geçirmiş. Salonda kanepeye
yatırdık, böyle hayli yorgun bir şekilde uzandı, bir yandan da üzüntüyle nefes
alıyordu. Sonra birden ağlamaya başladı, ama öyle mahmur bir şekilde değil,
bağıra bağıra. Hani hapşırman gelir (bu örnek de hep kafamda, her an her şey
için uyarlayabilirim), gözlerin dolar, hapşırmak üzere nefesini çekersin, gelir
gelir de burnunun ucunda kalır, sonra birden hapşırırsın, gözlerin yaşla dolar.
Aynen öyle. Durup durup hapşırık nöbeti gibi ağlıyor.
Ne yaptınız o durumda?
Tanıdığı, bildiği arkadaşlarını çağırdık. Teyzemi çağırdık,
o sıralar araları biraz limoniydi, ama çok mühim bir şey değildi, abla kardeş
arasında olabilecek türden bir şeydi. Çağırdım teyzemi geldi, ne olduğunu
anlamamıştı. Salona geldi annemi öyle gördü, yanına oturdu. “Kötüyüm,” demişti
annem galiba. Teyzem de ona sarıldı, annemin birden, “Özür dilerim,” diye
haykırarak ağladığını hatırlıyorum, teyzeme sıkı sıkı sarılmıştı.
Ne hissetmiştin?
İçimde bir şeyler kırılmıştı, kopup gitmişti. Kötü olmuştum
ben de. Aralarındaki dargınlıkla ilgili birbirlerinden özür diliyorlardı,
annemin yüzünde ise devamlı o “Keşke yapmasaydım, keşke öyle olmasaydı” ifadesi
vardı.
Sonrası hep öyle
galiba...
Evet, sonraki birkaç gün, hafta hep böyle geçti. Ya
akşamları, ya sabahın bir körü annem ağlayarak uyanıyor ve devamlı huzur istiyordu. İşte o zaman huzurun ne
demek olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlamıştım.
Neymiş huzur?
İnsanın zihninin ve içinin rahat olması, derdinin tasasının
olmaması, göğsüne saplanan bir acı veya ağrı olmaması, rahatlıkla nefes alıp
verebilmesi. Yüreğin ve zihnin aynı anda rahat olması.
Annenin huzurlu
olduğunu düşünüyor musun şimdi?
Yaşarken huzuru istediği için huzurlu olmamış olduğunu
düşünüyorum, ama şimdi huzurlu olduğundan eminim.
Nasıl eminsin?
Çünkü hayata veda eden insanlar yukarıda bir yerlerde daima
huzurlu olurlar. Bildiğim şey, Allah katında hiç kimsenin huzursuz olmadığı,
olmayabileceği.
O zaman vefat etmesi
iyi bir şey miydi? Bugün böyle yorumlayabilir misin?
Bir bakıma öyle. Çünkü o sıralar o kadar kötü, o kadar
rahatsız, o kadar huzursuz
hissediyordu ki huzursuz hissetmemesi için en doğrusunu kendi biliyor
olmalıydı. Eğer tedavi görseydi ve bir şeyler yolunda gitseydi bile o eski
annem olamayabileceğini biliyordum.
Eski annem derken?
Eski, ışıltılı, şen şakrak annem.
Belki de olurdu...
Kim bilir... Olmamış bir şeyle ilgili ancak speküle edebilirim,
ancak ona da gerek yok. Şu anda bildiğim tek şey huzurlu olduğu ve onun huzurlu
olduğunu bildiğimden ötürü benim de huzurlu olduğum.
Yine de yeri geliyor
üzülüyorsun.
E tabii haliyle. Geçen gün eniştemin babasını kaybettik, 89
yaşına gelmiş, hayatı -benim bildiğim kadarıyla- dolu dolu yaşamış, o
bahsettiğimiz huzuru yaşamış ve o
şekilde hayatını kaybetmiş çok tatlı bir insandı. Annemle de araları çok
iyiydi, birbirlerini çok severlerdi, sohbetleri keyifli olurdu. Beni de
severdi. Defnetmek için Karşıyaka Mezarlığı’na gittik. Orada tabii ben de biraz
kötü oldum, üzüldüm. Gitmişken, zaten 2012’nin başından beri annemi ziyarete
gitmek istiyordum, fırsat bu fırsat onun da mezarına ziyarete gittik. Önce
teyzem olan biteni anneme anlattı orada, ben de mezar taşını sevdim, bir şey
konuşmadım çünkü diyeceklerimi zaten zihnimden geçiriyordum ve annem de bunları
biliyordu - bildiğinden eminim. Sonra ağlamak geldi içimden, hiç tutmadım - o
zamana kadar askerdeyken yaşadıklarım, tutmaya çalışmam geldi gözlerimin önüne
ve bıraktım gitti... Oh! Ağlamak ya! Bu ya! Ağla rahatla, dahası var mı?
Aklına geldiği için,
yine ok gibi saplandığı için ağladın galiba.
Ok gibi saplanmayı geçtim, bu sefer kendimi bir sürü okun
arasına bırakmıştım. İyi ki de yapmışım. Ama hâlâ kabullenemediğim bir şey var,
o da bir şeyi kaybetme, elinden yitip
gitmesi durumu.
Ne gibi? Vefat mı
yoksa başka bir şey mi?
Bir çocuğun duygusu kadar saf ve üzücü aslında. Hani çocuğun
elinde çok sevdiği, artık duygusal bir bağ kurduğu oyuncağı vardır, onu çocuğun
elinden aniden alırsın ve bir daha hiç vermezsin. O çocuk artık o oyuncağı
kaybetmiştir, elinden yitip gitmiştir. İşte bu duyguya sinir oluyorum ve
kabullenemiyorum. Aynı şeyi insan için de uyarlayabiliriz; bunca zaman
görüştüğün, konuştuğun, orada olan, varlığını bildiğin bir insanın bir gün
aniden gitmesi, bir daha onu göremeyecek, duyamayacak, dokunamayacak olman. Bu
çok sinir edici, aynı zamanda üzücü bir şey.
Ama doğanın kanunu bu;
herkes gelir, yaşar ve ölüp gider.
Gitmesin işte. Ya da onun başka bir adı, başka kanunu,
kuralları olsun. Böylesi bana ters. Annem için mesela; bununla ilgili Allah’a
yakardığım çok olmuştu, yakınını kaybeden pek çok insan gibi. Neden benden onu
aldı? Nasıl alabildi? Nasıl alabilir? Benim sevdiğim insanı benim isteğim
olmadan nasıl benden alabilir?
Ama alabiliyormuş...
Evet, mutlak bir güç var inkâr edemediğimiz, ama kimi zaman
yeri gelip isyan ettiğimiz.
Netice itibariyle
annen vefat etti, üzerinden koca bir altı sene geçti ve gitti. Düşündüklerin de
azıyla çoğuyla böyle.
Evet, azıyla çoğuyla bu şekilde. O yüzden her insan için
geçerlidir aslında o cümle: Bazen daha fazladır her şey. Çünkü hiçbir şey
aslında göründüğü gibi değildir. Her insanın bir görünüşü, bir de o görüşünün
arkasında pek çok şey vardır ve biz yalnızca görünüşe odaklanırız, ama bazen
her şey hep biraz daha fazladır.
Senin için her şeyin
biraz daha fazla olması üzücü mü?
Üzerinde düşünülünce üzücü, ancak genelden bakacak olursam
olması gereken de bu. Kimse geçmişini, yaşanmışlıkları bir kenara bırakamaz,
istese de bırakamaz. Biraz isyan edebilir, reddedebilir, ancak geçmiş,
gerçekler hep oradadır. Onlarla yüzleşip kabullenmesi gerekir. Her şeyin biraz
daha fazla olduğunu kabul etmemek, başın olmadan vücudun kendi kendine yaşamaya
devam etmesini beklemek demektir - böyle bir şey yok.
Bu yazıyı yazman, bu
soru cevap yöntemini kullanman senin için kolay oldu mu?
Çok zor oldu. Bir insanın kendi kendine sorular sorabilmesi
ve o sorulara cevap verebilmesi en zoruymuş bunu öğrendim. Çünkü insana en
doğru ve kesin soruyu yine insanın kendisi sorabilir. Bazı soruları sorarken,
bazılarına cevap ararken üzüldüm, gözlerim doldu, ağladım. Ama insan kendini
ağlatamazsa hayata karşı gülmeyi de bilemez bence.
Yazı seni etkiledi mi?
Yer yer etkiledi. Yazarken bir gece yine annemi gördüm.
Anıları bilincin yüzeyine taşımak, onlarla sırf ayıkken değil, bilincim kapalı
olduğunda da yüzleşmeme vesile oluyor. Ama dediğim gibi, iyi de oluyor. Hatta
herkese öneririm.
Yazıyı tekrar gözden
geçirecek misin? Belki yazılı olmasını istemediğin, veya aklına sonradan gelen
şeyler olacaktır.
O cesareti toplayabilirsem neler anlatmışım ona bir kez daha
bakmak istiyorum. Asla tek seferde yazılıp yollanacak kadar değersiz değildir
hiçbir yazı, özen gerekir. Ama endişem şu, ki bununla yüzleşmekten de artık
korkmuyorum, baştan sona okurken yine bazı satırların bana koyacağı.
Son olarak; senin için
her şeyin daha fazla olduğu şey nerede başlıyor?
1 Aralık 2006 gününden başlıyor. Belki daha öncesi, belki de
daha sonrası. Gözümün önünde bir insanın hayat çizgisi ilerliyor, koyu yeşil
ekrandaki yeşil, zikzak çizerek ilerleyen o çizgi. İvmeler, çizginin bir yukarı
bir aşağı oynaması hep vardı, 2006 yılından önce de, 2006 yılında da, 2006’nın
sonbaharında da, sonrasında da, belki biraz daha keskin yükseliş ve düşüşlerle.
Ama kesin olarak bildiğim bir şey var; 1 Aralık 2006’da o kapı bir kere açıldı,
babam evden çıktı. İkinci kez açıldı... O kapı ikinci kez açıldı (ve belki
kapandı da) ve o yeşil çizgi bir defa en yukarı ve en aşağı vurdu... O zamandan
beri, her şey benim için bazen daha, çok daha fazla...
okudum hepsini sen annen vefat etmeden önce öldürmüşsün anneni bu yazdıkların senin son pişmanlıkların mış anladığım kadar
YanıtlaSilBirtakım pişmanlıklarım oldu elbette, ancak vefatında herhangi bir etkim olmadı.
Sil