2013’ün en çok beklediğim ve genel olarak beklenenlerden
olduğunu düşündüğüm, Alfonso Cuarón yönetmenliğindeki bilimkurgu - macera filmi "Gravity (Yerçekimi)" nihayet gösterime girdi. Koltuğunuza oturun, hatta kemerlerinizi bile bağlayın,
çünkü 91 dakikalık bu macera boyunca uzayda kendinizi yerçekimsiz
hissedeceksiniz.
Not: Yazının devamı
film hakkında bilgi içermektedir.
Alfonso Cuarón ismiyle tanışıklığım sadece “Harry Potter ve Azkaban Tutsağı” filminden ibaretti. Eleştirmenlerin ve Harry Potter okur kitlesinin
ortak kararı olarak, Cuarón 3. Harry Potter filminin yönetmenliğinde, seriyi
bambaşka bir temaya oturtmuş, filmin üzerindeki o çocuksu tarafı bir kenara atarak seriyi biraz daha oturaklı bir hâle getirmişti. Bu konuda
diğer insanlarla aynı fikirdeydim. Harry Potter filmi dışında, Cuarón’u bir tek
“Y tu mamá también (Ananı da!)” filminin yönetmeni olarak duymuştum, ancak o
filmi de henüz izlemediğimi söyleyebilirim (fırsatım olursa seyretmek istiyorum
tabii).
Gelgelelim, bundan 5-6 ay önce “Gravity” filminin ilk teaser
fragmanı çıktığında, deyim yerindeyse beni can evimden vurmuştu -- ama kötü
anlamda değil elbette. O ilk fragman da şuydu:
Uzaya, uzay bilimine, bilimkurguya zaten küçüklüğümden beri
hayran olan, senelerdir yok göktaşıydı yok şuydu buydu bir sürü gök olayıyla
profesyonelce olmasa da ilgilenen benim, fragmanı izledikten sonra dibim
düşmüştü, bu filmi mutlaka görmeliydim! Bir süre sonra filmin resmi fragmanı da
yayınlandıktan sonra filmin gösterime giriş tarihini iple çeker oldum.
Ve film nihayet gösterime girdi! 3 boyut teknolojisinde hâlâ
IMAX 3D’nin yeri bende ayrı olduğu için, gidip o versiyonunu seyrettim.
Açıkçası film, fragmanlarında ne vaat ediyorsa kendi görüşüme göre hepsini
veriyor diyebilirim.
Genelde uzay filmi olsun ya da bilim kurgu, macera vb. bir
film olsun, illa bol müzik, bolca abartılı efekt falan olur; Hollywood
filmlerine hepimiz aşinayız. Ancak bu filmde uzay, boşluk, sessizlik hissiyatı
mümkün olduğunca en üst düzeyde yansıtılmaya çalışılmış ve başarılı da olmuş.
Öncelikle filmin açılış sahnesinden bahsetmek istiyorum: 17 dakikalık bir kesintisiz, tek çekimlik sahne var. (Kaynak)
Öyle güzel, öyle kaliteli, öyle basit ama büyüleyici bir 17 dakikalık sahne ki, daha o ilk (ve tek çekimlik) sahneyle kendinizi adeta filmin içinde gibi hissedebiliyorsunuz.
Öyle güzel, öyle kaliteli, öyle basit ama büyüleyici bir 17 dakikalık sahne ki, daha o ilk (ve tek çekimlik) sahneyle kendinizi adeta filmin içinde gibi hissedebiliyorsunuz.
Filmin açılış sahnesi, Hubble Uzay Teleskobu’nda sefer
uzmanı olan biomedikal mühendis Dr. Ryan Stone’un bir arıza giderme çalışması
ve ona eşlik eden, son keşif görevinde yer alan kıdemli astronot Matt Kowalski
arasında geçiyor. O 17 dakikalık tek çekimli uzun açılış sahnesi boyunca uzayda
nasıl bir konumdalar, nasıl bir ortamdalar bunu öğreniyoruz. Tamir sırasında,
Houston’daki Görev Kontrol’den, ölü bir uyduya gerçekleştirilen Rus füze
saldırısı neticesinde büyükçe bir enkazın meydana geliyor ve bu enkaz, bir dizi
yıkıma sebep olarak hızla onların bulunduğu noktaya doğru geliyor. Uydu
parçacıkları uzay teleskobuna bir mermi
hızında çarpıyor ve hem teleskoba, hem de ekibe büyükçe bir hasar veriyor.
Dr. Ryan Stone’un azalmakta olan oksijeni bitmeden ekibin başındaki Kowalski’yi
bulması ve ikisinin birlikte Dünya’ya geri dönüş yolunu bulmaları gerekiyor.
Filmin ana konusu, yani hikâye çok aman aman, aşırı
büyüleyici veya çığır açan bir hikâye değil o kısmını kabul etmekte fayda var.
Ancak son derece basit olan hikâye ve senaryo, başarılı bir yönetmenin elinde
yine basit ama etkili bir şahesere dönüşüyor. Filmde özellikle çok fazla müzik
kullanılmaması, kullanıldığı yerlerde de izleyici hakikaten gerecek raddeye
varması; onun dışında tamamen sessizliğin hâkim olması son derece başarılı bir
tercih olmuş diyebilirim. Ryan Stone uzayda bir süre boyunca kaybolup %10
oksijenle kurtulmaya çalışırken, Dünya’nın gece olan tarafında boşlukta
süzüldüğü sırada hiç ses olmaması ve tamamen karaktere dayalı, kimi zaman
karakterin gözünden çekimler filmi son derece gerçekçi kılıyor. Mesela Ryan
Stone bağlı olduğu teleskop parçasından kemeri çözerek kurtulduğunda takla ata
ata uzaklaşması, uzay boşluğunda bir başına kalması, hem genel hem karakter
gözünden çekimlerle çok başarılı bir hissiyat yaratıyor. Öyle ki, karakter
dönerken görüntü de dönüyor ve aynı karakterin kendisine olduğu gibi
izleyicinin de başı dönebiliyor, karakter sabitlendiğinde görüntü de
sabitleniyor. Yani tek bir olay üzerinden farklı çekim yöntemlerini Alfonso Cuarón
başarıyla gerçekleştirmiş diyebilirim.
Bu sahneyi seyrederken çok gerildiğimi itiraf edebilirim.
Görsel efekt konusunda çok abartılı bir çaba yok, ki bu da
filmin o sade, basit yapısını bozmamış. Abartılı patlama ve çatlamalar,
gereksiz efektler yok; karakter-uzay-dünya üzerine kurulu bir çatı var ve film
devamlı bu çatı etrafında dönüyor. IMAX perdesinde, kocaman ekranda Dünya’yı
farklı açılardan görmek de ayrı bir keyif bunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
Filmin ilk yarısında Ryan Stone’un oksijensiz kalması
üzerine uzunca bir macera yer alıyor ve Stone uzay teleskobuna varıp kendini
kapsülün içine soktuktan sonra oksijene kavuştuğunda yemin ediyorum ben de
sinemadaki koltuğumda yerime mıhlanıp kendim derin nefes alıyormuş gibi
hissettim. Sandra Bullock’un Ryan Stone olarak performansı hem bu açıdan, hem
de filmin diğer pek çok noktasında son derece başarılı. Stone kapsülün içinde
astronot kıyafetlerini çıkarıp atlet tayt kalarak nefes alıp kendine geldiği
sahnelerde kapsülün camından güneş ışığı da vurunca yönetmen öyle güzel bir
rahimdeki bebek betimlemesi yapmış ki, Stone’un yeniden doğmuş gibi hissettiğini izleyici de aynı şekilde
hissedebiliyor.
Dediğim gibi filmde aşırı abartılı müzik kullanımı yok,
hatta filmin büyük çoğunluğu müziksiz gerçekleşiyor ve bu süreç boyunca,
özellikle gerilimli sahnelerde kalbinizin atışını, kendi soluklanışınızı
duyabiliyorsunuz. Filmi izlediğim salonda bu sessiz sahnelerde hiç çıt
çıkmadığını belirtmeden geçemeyeceğim.
Filmde Matt Kowalski rolüne hayat veren George Clooney’nin
pek bir numarası olduğunu söyleyemeyeceğim, kaldı ki zaten filmin büyük
çoğunluğu Ryan Stone, uzay ve dünya üçgeni arasında geçtiği için Clooney’nin
rolünün az olması da şaşırtıcı değil.
Ryan Stone’un Dünya’ya dönmek üzere kapsüle binişi, ancak
aksilikler sebebiyle dönemeyeceğini düşünüp telsizden irtibata geçmeye
çalışırken Dünya’dan (dilini anlamadığı) biriyle irtibata geçerek sohbet edişi,
bu noktadaki umut ve çaresizlik arasında gidip gelişi, kapsüldeki basıncı
azaltarak intihar girişimi ve bu sırada bilincini yitirerek Kowalski’yle ilgili
halüsinasyon görmesi, bu sahnelerdeki dine göndermeler, “Hepimiz ölümle yüz
yüze gelince ruhsal bir çözüm ararız, inançsal olarak kendimizi hazır
hissetmemiz gerekir,” gibi bir düşünce yaratabiliyor. Ancak bu fikre çok da
karşı olduğumu söyleyemeyeceğim, çünkü dinsel olsun veya olmasın, hepimiz
hayatın (ölüme yakın hissettiğimiz) o evresinde ruhsal olarak bir doygunluk,
bir hazırlık, bir farkındalık hissederiz ister istemez.
Netice itibariyle önceki paragraflarda dediğim gibi, son
derece basit ve sıradan bir hikâyeyi yine basit bir senaryoyla, ancak ustaca
ele alan bir yapım “Gravity”. İzlerken kendinizi muhakkak uzayın
derinliklerinde ve kaybolmuş hissedebilirsiniz, filmin 3 boyutlu veya normal
versiyonuna gitmiş olun fark etmez. Sandra Bullock’un (hemen hemen) tek kişilik
performansı görülmeye değer. Ayrıca ilerleyen yaşına rağmen (kendisi 49
yaşında) hâlâ formda olması bu şekilde başarılı bir performans sergilemesi
kendi hanesine bir artıyı hak ediyor bence. Çok abartmış olmayayım, ancak 2014
Oscar Ödülleri’nde kendisini En İyi Kadın Oyuncu kategorisinde aday görebiliriz
belki.
Filmi gidip izlemenizden önce son bir şey daha diyeyim: bu
film ne derin bir hikâyesi olan, ne de belgesel niteliğinde bir film; ikisinin
arası diyebiliriz. Ama her ne olursa olsun, film anlatmak istediğini ve yaşatmaya
çalıştığı duyguyu (“Yaşamanın en iyisi, insanın ayağının yere değdiğidir”
belki? [sıktım evet]) fazlasıyla yaşatıyor. Ne yalan söyleyeyim, sırf o uzayda
kaybolmuşluk hissini, oksijensiz kalma hissini, o panik ve heyecan duygularını,
ayrıca o Dünya manzarasını bir kez daha görüp yaşamak için filme tekrar
gidebilirim.
"Gravity" 10 üzerinden 10’u hak ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder