Türk toplumunun -ve belki de dünya genelinin- artık ne kadar eleştiriye kapalı, ancak
(hunharca) eleştiri yapmaya açık olduğunun bilincindesinizdir.
Değilseniz zaten çok geçmiş olsun… Peki nedir bu tahammülsüzlük? Neye tahammül
edemiyoruz? Niye ‘bu kadar’ tahammül edemiyoruz?
Bunun basit ve tek kelimelik bir açıklaması var aslında:
egoistiz. Peki egoist ne demektir? Benlikçilik, yani benmerkezciliktir; her
konuda hep kendini ileri sürme, hep kendinden söz etme durumu (Vikipedi) Bunu sadece
kendinden olarak değil, kendi ‘düşüncenden’ olarak belirtmekte de fayda var.
Yani günlük hayatta, kendi toplumumuz adına konuşacak olursak, biriyle
yaptığımız bir sohbette veya sıradan bir diyalogda dahi kendi cümlelerimiz,
kendi savlarımız, kendi fikirlerimiz bizim için daha değerli bir konumda olmuş
olur; genelde karşı taraf bizim düşüncemizin zıttı bir düşünceyi ortaya atıp
bunu savunmaya kalkarsa, kişiliğimize, düşüncelerimize ‘saldırıldığını’
düşünmeye başlarız… Hâlbuki yok öyle bir şey.
Bu eleştirel tavır, bu egoist yaklaşım bizleri birer
eleştiri makinesine de dönüştürmüyor değil. Karşınıza gerçekten sorunları olan,
hayatında gerçek anlamda çözmesi gereken bir takım problemler olan biriyle,
bunların hiçbiriyle uğraşmak zorunda olmayan birini aldığınızda ikisini de biraz
zorlasanız size hemen hemen her şeyden şikâyet etmeye başlarlar. Haksızsam
haksızsın deyin – haksız değilim! (Bak burada egom kendi kişisel benliğimin
üstüne çıkarak beni savunmaya çalışıyor)
Bir de şöyle bir şey var; toplum, çevremizdeki insanlar ve
çoğunlukla medya insanın üzerinde “Fikirlerin önemli, fikirlerini belirtmekten
çekinme. Eleştirilerini yansıt” şeklinde içsel bir baskı oluşturuyor ister
istemez. Bu da bizim bilinçaltımıza girip, hatta kimi zaman (pek çok zaman!)
bilincimizin yüzeyinde yaşayarak sürekli eleştirel bir yaklaşım içinde olmamızı
zorunlu kılabiliyor.
Üzerimize dayatılmış
toplum yargıları var, kaçın!
Bu noktada, nefsini müdafaa edebilen insanlara gıptayla
bakıyorum. Yani kendine aykırı olan, kendiyle tamamen zıt bir fikir, bir görüş
veya herhangi bir konuyla ilgili sabırla ve kibarca karşı tarafı anlayıp,
algılayıp kendi düşünce sisteminde yoğurarak en doğru ve basit eleştiriyi
sunabilen insanlara. Çünkü toplumda değer yargıları ve ‘norm’lar denen herkes
tarafından kabul edilmiş ancak yazılı olmayan bazı kurallar var. Öncelikle
‘fog’ the system, okey? (Soktuğumun sistemi!) Sırf bu değer yargıları (kimi
zaman ‘önyargılar’) ve normlar sebebiyle insanlar birbirlerinin en ufak bir
ayrıntısını veya kusurunu (her zaman kusur olmasa bile) o kadar rahat
eleştirebiliyorlar ki, o kusurun esasında kendi kafalarında yarattıkları bir
kusur olduğundan ve karşı taraf için aslında bir kusur yaratmıyor
olabileceğinden bihaberler. Böyle olunca ne oluyor? Sen, genel tarafından kabul
edilmiş bazı değerlere sözde ‘ters’ düştüğün için eleştirilmiş ve ayıplanmış
oluyorsun. Ancak aslında ayıplayanlar bilmiyorlar ki, yaptıkları ayıplama
eylemi onların karşılarındakini olduğu gibi kabul etmediklerini
(edemediklerini) örtbas etmek için kullandıkları bir yöntem.
Bu biraz da daha önce yazmış olduğum “Hayat bir oyun sahnesi ve bizler oyuncularız” yazısındaki fikre benzerlik gösteriyor; kişinin toplum
içinde “ben” olduğu için toplum tarafından yargılanma veya eleştirilme
endişesi. Çünkü etrafımızdaki herkes bizi izliyor. Ancak bu noktada, bu yazıda
değinmekte olduğum üzere insanın hayatın içindeki rolü kadar, kendini nasıl
tanımladığı ve başkalarının görüş ve beğenisine nasıl sunduğu, başkalarının
bunu nasıl kabul veya reddettiği gibi sebepler. Ki aslında buna ‘sebep’ demem
bunun kötü bir şey olduğu gibi bir yanılgıyı ortaya çıkarıyor – aslında bu kötü
bir şey değil, olmaması gerek, eğer ki eleştiri yapanlar kantarın topuzunu
kaçırmaz ise.
Yazının başlığında yazdığım üzere, "Gözünün üstünde
kaşın var,” hayattaki en bilindik, en basit eleştiridir; ancak bunu espri
olarak karşınızdaki birine dediğiniz takdirde en iyi niyetli biçimde alacağınız
yanıt şu olacaktır:
- Eee senin de var, ne olmuş yani?
E zaten kötü bir şey demedim, gözünün üstünde kaşın var
dedim, ne bu asabiyet? O baştaki “Eee” ve sondaki “ne olmuş yani?” kısımları,
esasında masum sayılabilecek “Senin de var” cümlesinin etrafını muhafız gibi
sararak onu kötü gibi göstermeye çalışıyorlar.
Egonla savaş, ondan
üstün gel, onu sev, okşa
“Gözünün üstünde kaşın var,” gibi son derece basit bir
eleştiriye bile kapalı olan insanların, esasında kendi egolarıyla yüzleşmekten
kaçındıkları gibi bir varsayımdan da bahsedebiliriz; başkalarını hunharca
eleştiren veya en basit bir eleştiriye dahi “Sende de var bir kere tamam mı?”
şeklinde karşılık veren insanların kendi egolarıyla ters düştükleri, onu
eleştiremedikleri, veya en basit tabiriyle ona “dokunamadıkları” için onu el
üstünde tutarak insanlara servis ettikleri gibi bir varsayım. Hatta buna
varsayım demek bile yanlış bence, bu varsayımdan da öte, bir gerçek.
Kendimizdeki bir eksiklik veya bir fazlalık bile,
karşımızdakine bakıp ondan ne kadar eksik veya fazla olduğumuz konusunda kafa
yormamıza vesile olarak eleştirmemize neden oluyor. Burada “neden oluyor” yerine
“sağlıyor” diyemeyeceğim kusuruma bakmayın, çünkü dediğim gibi işte; Türk
toplumu. Bir kadın, kadınlarla dolu bir ortama girdiği vakit, üzerinde ne
giydiği, saçlarının şeklinin nasıl olduğu, ayakkabıları, yürüyüş tarzı, bakışı,
şusu busu anında ortamdaki diğer kadınların eleştiri malzemesi haline gelmiş
oluyor. Keza erkekler için de durum aynı; bir erkek, erkeklerle dolu bir ortama
girdiğinde ne giydiği, nasıl baktığı, nasıl yürüdüğü bunların hepsi, kadındaki
eleştiri malzemelerinin maskülen versiyonu olmuş oluyor.
“Ayıp ayıp!”; kime göre, neye göre?
Bir de mesela eleştirilerin bazıları direkt olarak toplum
tarafından dayatılmış düşünce ve yargılara göre işliyor ve tek eleştiri,
arkasından savunma getirmenin olanaksız hale geldiği “Ayıp ayıp!” noktasında
bitiyor. Bu tamamıyla toplum değerleri ve ahlâkına göre yapılan bir eleştiri;
“Niye eleştiriyorsunuz?” ya da “Niye öyle söylüyorsunuz?” diye sorabilme
imkânınız yok, çünkü karşı tarafın bu “Ayıp ayıp!” eleştirisinin ötesinde
sunabileceği bir şey yok. Bu biraz da, toplumun modernite ve kabullenişle
ilgili sorunlarını ortaya çıkaran bir nokta. Mesela gözünün üstündeki kaşını
fondötenle kapatıp gözünün altına bir kaş çizsen ya ayıplanırsın, ya
garipsenirsin. Veya bir kadın veya bir erkek olarak saçının rengini absürt,
değişik bir şey yaptığında aynısı başına gelir. Neden? Çünkü insanlar
başkalarını eleştirmeye, fikir belirtmeye ‘aç’. Zaten bu yüzden değil midir,
kadına, “Mini etek giymeyin, tahrik oluyoruz!” diyen bir zihniyetin var olması?
Veya “Burası seks otobüsü değil!” diye otobüste öpüşen bir çifti otobüsten atan
belediye şoförünün var olması?
Sokakta yürürken yanımızdan geçen insanlara baktığımızda, on
kişide bir anormallik yok iken, geçen on birinci kişinin öteki on kişiye benzer
olmaması, olağandışı görünümü bizim ona ikinci kez, hatta üçüncü kez bakmamıza,
hatta yolda giderken ona uzun uzun
bakmamıza vesile olabiliyor; o sırada içimizden muhtemelen “Anaaa, adama/kadına
bak ne biçim giyinmiş!...” Bu noktada, zihnimiz, düşünce yapımız on birinci
kişinin normal olmadığını, daha önce böyle birini görmemiş olduğumuzu
ve bakmamız gerekeceğini düşünüp
duruyor ve eyleme döküyoruz. Fakat burada unuttuğumuz esas bir şey var; o
kişinin kendi içinde mutlu olup
olmadığı ve hayata dair ne kattığı… Eleştirdiğimiz, “Böyle mi giyinilir?”,
“Sokakta böyle mi gezilir?” diye hakkında yargıya vardığımız insanlarla ilgili
yarın öbür gün önemli bir şey yapmamız gerekebilir, mesela tedavi, mesela
ameliyat. Veya o kişi yarın öbür gün bizim hayatımızı kurtaracak, hayatımızı
kolaylaştıracak bir şey yapabilir. Bu durumda eğer kişi hakkındaki yargımızı
hemen verip eleştirdiysek bir şeyler yanlış gidiyor demektir. Burada elbette
“Eleştirmek kötü bir şeydir” demiyorum. Eleştiri iki türlüdür; olumlu ve
olumsuz eleştiri. Ancak Türk toplumunda da görüleceği üzere, eleştiri kelimesi
olumsuz eleştiri kelimesinin yerini almış durumda, olumlu eleştiri yaptığınızda
bunun adı beğeni veya takdir olmuş oluyor. Ki aslında beğeni veya takdirin
kendisi zaten olumlu bir eleştiridir.
Tahammülsüzlüğün
bittiği yerde özgürlük başlar
Kısacası eleştiriye kapalı, ancak eleştiri yapmaya sonsuz
biçimde açık olmamız, her şeyi kendimizin iyi bildiği ve başkalarına karşı
tahammülsüz olduğumuz gibi bir olasılıktan yola çıkmaktadır. Olanı olduğu gibi
kabul edip bundan kendimize bir pay çıkartamadığımız sürece,
eleştiri-metremizde ibre hep eksiyi gösterecek. Eleştirinin hakkını vermek; bir
kişinin niye bize göre olağan veya bize göre doğru olan fikre karşı bir tutum
içerisinde olduğunu anlayıp, buna göre karşıdakinin bu yönünü düzeltmeye
yardımcı olacak şekilde eleştirince gerçekleşir. Bir eleştiri üzerine “Sana
ne?!” cevabı alınıyorsa, ya eleştiren kişide, ya da eleştirilen kişide bir
problem var demektir – iki ucu boklu
değnek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder