Hayatımda “deprem” denen terimin var olmasına ve bunun bende
korku yaratmasına sebeptir 17 Ağustos 1999 Gölcük depremi. O günün sabahı saat
03:02’yi vurduğunda ben ve pek çok kişi deprem konusunda bilinçlenmiş olduğu gibi, tüm Türkiye’nin de kaderi değişti...
17 Ağustos 1999’dan önce biri bana “deprem” dese herhalde, “O
ne?” diye aval aval bakardım. “Deprem” kelimesiyle ilgili bildiğim tek şey ise,
haber bültenlerinde gösterilen Japonya depremlerinde sıraların altına saklanan
çocuklar ve depremin ardından şehrin genel bir görüntüsüydü muhtemelen. Hata
yapmış olmayayım, ancak hayatımda depremi ilk kez yaşadığım gündür 17
Ağustos...
Sabaha karşı annem tarafından uyandırılıyorum, uyku sersemi
olduğum için ne oluyor, ne bitiyor farkında değilim. Henüz 11 yaşındayım. Evin
içinde, karanlıkta bir koşuşturmaca var. Annem beni yanına alarak babamla
ikisinin büyük yatak odasına götürüyor, kapının önündeyiz. Üçümüz birbirimize
sarılmışız, yatak odasının açık penceresine bakıyoruz. O sahneyi, pencerenin
sallayıp sallanmadığını pek hatırlamıyorum, ama birbirimize kenetlendiğimizi,
babamın tedirgin bir sesle, “Zelzele oluyor...” dediğini, annemin suratına
baktığımı ve ilk defa onun yüzünde korkuyu gördüğümü hatırlıyorum; kaşları
çatık, bana korkuyla bakıyor, üçümüz birbirimize sıkı sıkı sarılıyoruz.
Zelzele ne? Hiçbir fikrim yok... Herhalde şiddetli bir rüzgâr diye düşünüyorum. Evin içinde koşturup
el feneri, erzak, önemli birkaç araç gereç falan ne varsa alıyoruz. Hâlâ
ayılamamış olduğumdan galiba, deprem olup olmadığını kestiremiyorum. Zihnimde
şöyle bir şey dönüyor ama: çok kötü bir
şey oluyor ve evi acilen terk etmemiz lazım!
Sokak kapısından çıkıyoruz, apartmanın içinde etrafa
bakınıyoruz. Birkaç kişi daha bizim gibi evlerinin kapılarını açmış, kimi
dışarı çıkıyor. Ellerimizde el feneri, karanlığın içinde spiral şeklindeki
basamakları kullanarak 12 katı yaya biçimde iniyoruz. Herhalde ondan sonraki
birkaç gün uzmanların dedikleri o an aklımızda olsa, deprem sırasında o
karanlıkta basamakları kullanmanın yanlış olduğunu bilirdik. O sırada
bilemedik...
Bloktan dışarı çıkıyoruz, bizim gibi pek çok insan da
dışarıda. İlerleyen saatlerde zaten sokaktaki insan sayısı da artıyor. Hâlâ ne
oluyor, ne bitiyor bundan emin değilim. Bildiğim tek şey var; o süre boyunca
evimiz kötü, gidemeyiz oraya!
Ben galiba arabanın içinde uyuyorum, o süreci pek
hatırlamıyorum, ama insanların sabaha kadar uyanık kaldıklarından eminim.
Neticede deprem bölgesinde yakınları, tanıdıkları olanlar var ve oraya
ulaşmaları lazım... kimse ulaşamıyor.
Babamın o senelerde Fiat Ducato model bir arabası var, onun
içini yastık, yorgan, battaniye ve birtakım eşyalarla ev hâline getirdiğimizi
hatırlıyorum. Bir süre eve çıkamayacağımız için orada dinlenmemiz gerekecek.
Arabanın içinde yatıyoruz, annemler öteki insanlarla konuşuyor. Bir derdimizin
olduğunu ise sonradan öğreniyorum: halamlar Yalova’da, babaannem Yalova’da ve
onlardan haber alamıyoruz. Yalova Gölcük’e çok yakın olduğu için endişemiz çok
fazla.
Sabah olup da Gölcük ve Adapazarı tarafından haberler
gelmeye başladığında, hiçbirinin iyi haber olmadığını görüyoruz. Oralarda pek
çok bina yıkılmış, bir sürü enkaz var, enkazların altında ise belki onlarca,
belki yüzlerce insan, hâlâ hayatta ve kurtarılmayı bekliyor.
İşte o sene, hem benim, hem de muhtemelen halkımızın en
aşina olduğu sesleniş şuydu: “Sesimizi
duyan var mı?”, “Orada kimse var mı?”...
Bu sorulara alınan en ufak bir cevap ve akabinde enkazdan çıkartılan bir can,
yeni bir umut demek.
Gün boyunca halamlara ve babaanneme hâlâ ulaşamıyoruz. Durum
kritik olduğu için babam arabaya atlayıp oraya da gidemiyor. Halamlar iyi mi, babaannem
iyi mi? Öldüler mi kaldılar mı? Haber yok... Bizim durumumuzda yüzlerce, hatta
binlerce insan düşünün: yakınlarından haber alamayan, Gölcük’e gitme imkânı
olmayan. Deprem felaketinden sonra
telefonla ulaşamadığınız birinin hayatta olup olmadığını nasıl bilirsiniz?
Şu an için koyu renkle yazdığım bir soru, ama o gün öyle acıtıyor ki...
Herkesin sinirleri gergin, herkes endişeli, haber bültenlerinde,
gazetelerde iyi hiçbir şey yok. Ölü ve yaralı sayısı gittikçe artıyor ve
insanların umutlanması için tek çare, enkazdan çıkartılacak yeni bir can. İşte
o sene, Türk halkı deprem konusunda ne kadar bilinçsiz, ne kadar cahil
olduğunu anlıyor. Kanımızda var bu galiba; bir şey başımıza gelmeden o konu
hakkında ne yapacağımızı bilemiyoruz. Kaldı ki deprem denen şey de 1999’da
ortaya çıkan bir doğal felaket değil... neyse!
O sene, 2013 Ocak ayında kaybettiğimiz, Kandilli Rasathanesi
Müdürü Ahmet Mete Işıkara bayağı
ünlü olmuştu. Hatta o zamandan sonra adı hep Deprem Dede olarak anılmaya başlanmıştı. Deprem ve deprem bilinci
konusunda en ufak bir fikri olmayan insanımız, günlerce hatta haftalarca,
aylarca Deprem Dede Işıkara’yı dikkatle dinlemişti. Bütün haber programlarında
Ahmet Mete Işıkara vardı. Ama algımız ne yönde idiyse artık, Ahmet Mete Işıkara
o sene “Ülkenin en seksi erkeği”
seçildi! (Kaynak)
Sonraki iki üç gün boyunca annemler, teyzemler ve birkaç
kişiyle annemin yuvasında olduğumuzu hatırlıyorum. Küçük kuzenle ayrı bir odada
onun oyuncaklarıyla oynuyoruz, annemler de aşağıda büyükler olarak toplanmış
konuşuyorlar. Babam başka bir odada istirahat ediyor; bütün gece uyumamış.
Çocukluk aklı, küçük kuzenle, “Deprem olsa yanına ne alırsın?” geyiği
sürdürüyoruz. Benim derdim o an için kuzeni gıcık etmek, ama bir yandan da
öğretmek. Küçük kuzen, “Şu şu oyuncaklarımı alırım yanıma,” diye anlatıyor; ben
de, “Saçmalama! Deprem sırasında yanına ne alacaksın?” diyorum. Sonra küçük
kuzen aşağıda büyüklerin yanına gidip tavır yapıyor, onlar da bana bir uyarı
gönderiyorlar. İki üç kere oluyor bu, en sonunda beni aşağı çağırıyorlar, annem
ayarı bir güzel kayıyor: “Böyle zamanda deprem konuşup kardeşini üzmek zorunda
mısın?! Çabuk odanıza!” O delici bakışı dün gibi hatırlıyorum, ikimiz üst kata
yollanıyoruz hemen...
Haberlerde enkazdan kurtarma çalışmaları sürüyor. Halamlar
Ankara’ya gelmişler, tam hatırlamıyorum ama muhtemelen babaannemi de yanlarında
getirmişler. Öteki akrabalara ulaşabildiğimiz için içimiz rahat. Depremin büyük
tehlikesi hemen hemen geçtiği için halamlarla birlikte bizim evde kalıyoruz.
İlerleyen günlerde artçı depremler oluyor; biri bir sallanma
hissettiğinde hemen sabit duran objelere, eşyalara bakıyor, avizeye bakıyor ve
bir sallanma, bir hareketlenme görürse, “Deprem oluyor!” diye uyarıyor herkesi.
Belki benim deprem bilincim kadar, ailemizdeki diğer fertlerin de deprem ânı
bilinci o kadar yeni ki, kimse o an deprem mi oluyor, başka bir şey mi kolay
kolay anlayamıyor. Hala tarafından küçük kuzenle odamda oturuyoruz, sohbet
ediyoruz. Ablam oturma odasında bilgisayar kullanıyor. Büyükler salonda yanlış
hatırlamıyorsam. Kuzenle yatağıma oturmuş sohbet ederken, kuzen başucu tarafına
dönük olduğu için başucumdaki rafın ucuna asılmış madalyona takılıyor gözü,
büyüyor ve, “Deprem oluyor!” diyor. Hemen fırlayıp kapısız mutfak kapısı
aralığına ilişiyoruz. Uzmanlar diyor ki, kapı aralıkları, masaların altı ve bu
gibi yerler depremden korunma konusunda emniyetli. Ondan sonraki uzunca bir
süre, seneler boyunca hatta, mutfak kapısındaki açıklık bizim korunma yerimiz
oluyor.
Salonumuzdaki yemek masasının tepesinde asılı avize benim
için oldum olası deprem habercisi görevi görmektedir. O avize sallanıyor,
şıngırdıyorsa biliyorum ki deprem oluyor. Çünkü o 1999 depremi ve onu izleyen
diğer depremlerde hep salonda, mutfak kapısı önünde toplanıyoruz ve ben hep o
avizeye bakıyorum.
Kaç gün sonrası hatırlamıyorum, ama yine o günü izleyen
günlerden birinde sabah kahvaltı ederken mutfaktaki masa birden sallanmaya
başlıyor, gözümün önündeki bardakta içecek çalkalanıyor. Deprem oluyor! Hemen
yine mutfak kapısı boşluğu önünde toplanıyoruz.
Günler geçiyor, televizyon ekranlarında arama kurtarma
çalışmaları, enkazların etrafında toplaşan kalabalıklar, AKUT ekipleri...
Haberlerde hangi görüntü dönerse dönsün, fonda hep aynı soru:
“Orada kimse var mı?”
“Sesimizi duyan var
mı?”
Bir gün bir insan çıkıp da, o zaman ve ondan sonra bu iki
sorunun hayati önem taşıyacağını söylese belki de kimse inanmazdı. Ama işte,
hayat öyle bir kumar ki bazen, neyin önemli neyin önemsiz olacağı hiç belli
olmuyor.
Bir süre sonra depremle ilgili esas bilgiler ortaya çıkıyor:
deprem Kocaeli/Gölcük merkezli meydana gelmiş, 7.5 büyüklüğünde. Tüm Marmara Bölgesi, Ankara ve İzmir’de
hissedilmiş. Resmi raporlara göre 17.480
ölü, 23.781 yaralı var. 285.211
konut ve 42.902 işyeri hasar görmüş. Bunlar resmi olan raporlar. Resmi
olmayan raporlara göre ise yaklaşık 50.000
ölü, 100.000’e yakın yaralı var (kimi hafif kimi ağır). 133.683 çöken bina var ve yaklaşık 600.000 kişi evsiz kalmış durumda.
Bunların dışında, genel olarak 16 milyon
insan depremden farklı şekillerde etkilenmiş durumda. 16 milyon kişi maddi,
manevi veya fiziksel olarak yaralanmış, ama (o günün nüfusu kaçtı
hatırlamıyorum) 70 milyon yürek parçalanmış durumda... (Kaynak)
Gencinden yaşlısına o kadar çok ölü var ki, insan inanamıyor, inanmak istemiyor. İçimizden diyoruz ki,
her “Orada kimse var mı?” sorusuna yanıt gelsin ve her enkazdan, her göçükten
insanlar kurtulsun... bu o zaman için gerçekleşmesi öyle zor bir istek ki...
17 Ağustos 1999 sabahı 03:02’de o kadar feryat figan oldu,
öyle çok şey değişti ki... Resmen bir ülke depremin ne olduğunu öğrendi. Gerçi
hâlâ öğrenip öğrenmediğimiz konusunda şüphelerim yok değil; sağlam olmayan
binalar, özellikle İstanbul’da, mevcut. Her deprem olduğunda bir klişe olarak “Acaba
büyük İstanbul depremini tetikler mi?” sorusu tekrarlanıyor. Ama bu her ne
kadar klişe de olsa, böyle bir gerçek var: bir gün (ne zaman olacağını
hiçbirimiz bilemeyiz) büyük bir İstanbul depremi olacak. Olsun istediğim için değil, bütün bilimsel çalışmalar ve
veriler bunu gösteriyor. Ve uzmanlar bugün bile televizyonlarda çıkıp yüksek
sesle diyor ki, “İstanbul’da bugün büyük bir deprem olsa yüzbinlerce kayıp
meydana gelecek.” Çünkü binalar çürük, hasarlı, depreme dayanıklı değil. Ama
pek değerli hükümetimizin bunu salladığını sanmıyorum -- onların salladığı
sadece rant bence! Yarın konuyla
ilgili uzmanları alıp İstanbul’daki, hatta pek çok şehirdeki binaları gezelim,
onlarca, hatta yüzlerce depreme dayanıklı olmayan, çürük binanın tespit
edileceğinden adım gibi eminim. İnsanımız bir de Japonya’ya bakıp orada 8
büyüklüğünde bile deprem olunca yaşanan az can ve mal kaybına şaşırıp “Adamlar
yapmış abi!” diyorlar. Kimsenin bir şey yapmasıyla ilgili değil, bilinç ve bilinçli olmakla ilgili bir durum bu.
Einstein’ın meşhur bir lafı vardır; “Aptallığın en büyük
kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır.” diye.
Buyurun bu cümleyi, Türkiye’nin deprem bilincine göre nasıl yormak istiyorsanız
öyle yorun...
17 Ağustos 1999’da, saat sabah 03:02’de hayatımda ilk kez “zelzele”
lafını duydum, ilk kez karanlık içinde bir apartmandan çıkma mücadelesi
yaşadım, ilk defa yıllardır yaşamakta olduğum ev birkaç günlüğüne bana
korkutucu gözüktü, ilk defa başkalarının yaşayıp yaşamadığını öğrenememenin ne kadar kötü bir şey
olduğunu anladım. Belki de anladım demem yanlış olur; anlıyorum demem gerekir.
O zamanlar yaşım 11’di, pek fazla şey anladığımı söylemem yalan olur. Ama anlıyor olmak da bazen önemlidir.
Gölcük depreminde hayatını kaybedenlere rahmet, geride kalan
yakınlarına başsağlığı diliyorum... Hepimiz büyük bir doğal afeti atlattık;
belki az belki çok hatayla. Ama hatalarımızdan ders çıkarıp onları aza
indirgediğimiz gün, yaşamımızın değerini daha iyi anladığımızın işareti olmuş
olacak.
Not: Her şeyin sadece 45 saniyede değiştiğini belirtmekte fayda var. 1 dakikadan bile kısa bir sürede...
Not: Her şeyin sadece 45 saniyede değiştiğini belirtmekte fayda var. 1 dakikadan bile kısa bir sürede...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder