21 Haziran 2013 Cuma

Direniş...




31 Mayıs 2013 tarihinden itibaren Gezi Parkı adına, onun öteskinde demokrasi, insan hakları, özgürlük, eylemler hakkında o kadar çok, ama o kadar çok şey oldu ki yazmayı gerektiren, o kadar çok şey olup bitti ve hâlâ oluyor ki...

Güncelleme: Muhiddin Abdal şiiri olan ve Fazıl Say'ın müziğiyle yeniden düzenlediği "İnsan İnsan" videosu eklenmiştir.

Her şey 27 Mayıs - 2 Haziran 2013 haftasında cereyan etti. Bu haftanın öncesine de dayanan pek çok şey vardı aslında; Taksim’deki Gezi Parkı’nın yıkılıp yerine bir şeyler yapılması fikri uzundur ortalarda dolanıyordu... Bahsettiğim hafta direnişçi bir grup insan Gezi Parkı’nda ağaçların bir kepçeyle yerlerinden sökül(e)memesi için direnişe geçmişlerdi. Ufak bir direnişti belki (belki değildi), ancak ağaçların Gezi Parkı’nda, doğal yerlerinde kalması için gerekliydi. Sırrı Süreyya Önder gitti direnişçi grubun yanına, kepçenin önüne geçti, “Bu ağaçları buradan sökemezsiniz! Böyle şey olur mu?!” diyerek tepki gösterdi. Bunu izleyen günlerde Gezi Parkı’nda direnişçi grup çoğaldı, gençler ve yetişkinler gidip orada kamp yapmaya başladılar. Amaçları belliydi: ağaçlar sökülmeyecek! Bunu gerçekleştirmek için gerekirse ülkenin başbakanı gelsin, bu olmayacak!

Derken 30 Mayıs 2013 sabahı saat 5’te, Gezi Parkı’ndaki direnişçilerin kaldığı çadırlara bir polis baskını gerçekleşti.






Sanırsınız polis Doğu’da teröristlerle çatışıyor! Hâlbuki yok öyle bir şey. Bir grup direnişçi, hak arayan insan orada ağaçların sökülmemesi, yok olmaması, doğanın olduğu gibi kalması için direniş yapıyordu sadece. Ancak polisin orantısız gücü çok, çok kötüydü... Zaten ülke genelindeki toplumsal bilincin birden canlanmasını sağlayan o kıvılcım da 30 Mayıs 2013 sabahı saat 5’te Gezi Parkı’nda çakmış oldu.

31 Mayıs 2013 günü olayla ilgili Gezi Parkı’nda eylemler gerçekleştirildi, polis yine orantısız güç kullandı; panzerler, tazyikli sular, biber gazları... Polis teröriste, katile göstermediği orantısız gücü, doğa için direniş gösteren insanlara karşı gösteriyordu. Şu görüntü normal mi sizce?




Sadece bu değil, polis bütün Taksim’de, hatta İstanbul’un pek çok yerinde adeta terör estiriyordu. Bizi korumakla mükellef olan kamu görevlisi bizim karşımızdaydı.

Ancak bu seferki, benim küçüklüğümden beri televizyonlarda görmeye alışık olduğum öğrenci protestoları gibi değildi. Ben protesto, tazyikli su görüntülerini hep televizyondan, üniversite öğrencileri hakları için yürüyüş ve protesto gerçekleştirdiklerinde görmüştüm. Şimdiki ise farklıydı, çok daha farklı.

*

Protestolar Ankara’ya da sıçradı; 31 Mayıs 2013 günü akşam saat 7’de Kuğulu Park’ta buluştu insanlar ve hep bir ağızdan hükümeti, Tayyip Erdoğan’ı ve sistemi eleştiren sloganlar atmaya başladılar, ellerinde de çeşitli pankartlar vardı.










Pankartlar sadece sert değil, aynı zamanda komikti de. Ama tabii nerede büyük bir kalabalığın protestosu varsa ve protesto hükümetle ilgiliyse, orada illa ki polis vardır ve olacaktır. Bu gelenek, Kuğulu Park’taki protestoda da bozulmadı; insanlar Kuğulu’dan ayrılıp Tunalı Hilmi Caddesi boyunca yürüyüp Tunus Caddesi üzerinden Kızılay’a gidecekken polis müdahalesi başladı. Kennedy Caddesi’nin öteki ucundan polis biber gazı atıyor, Bestekâr Sokak’tan Kennedy Caddesi’ne çıkmaya çalışan kalabalık genç grubu dağıtmaya çalışıyordu. Gazlar bir atıldı, iki atıldı ancak etki etmedi ve insanlar yürümeye devam ettiler. Bir arkadaşla gruptan ayrılarak eve gitmek üzere Kennedy Caddesi’nden çıkıp Atatürk Bulvarı boyunca yürümeye başladık. Kafalarımız da biraz kıyak olduğu için yol ortasında, “Hay böyle hükümetin...! Hay böyle polisin...!” diye söylenip duruyorduk. Derken yanımızdan çevik kuvvet geçip gitti ve biz yine söylenmeye başladık.

Polis Akay Kavşağı’nın Atatürk Bulvarı’na kesiştiği noktada toplanmıştı, Tunus Caddesi tarafında da direnişçi kalabalık bir grup vardı, biz de dışarıdan izleyenler gibi polisin öteki tarafından olan biteni izliyorduk. Polis olay çıkacağı için dağılmamız emrini verdi, biz inat edip orada durarak olan biteni izlemeye koyulduk. Direnişçi grup mu polise, yoksa polis mi direnişçi gruba ilk saldırdı bilmiyorum, ancak bir muharebe koptu! Polis gruba tazyikli su sıkmaya başladı. O sırada kenarda beklemekte olan polis ordusundan biri, “Lan çekilsenize buradan!” deyip üzerimize biber gazı attı ve bizi kovalamaya başladı. Biz bir yandan, “Yuuuh!” deyip polise küfür ederken bir yandan da kaçıyorduk, polis de aramızdan küfür edenleri durdurmaya çalışıyordu. Çok geçmeden polisle aramız açıldı, ama vatandaş hâlâ polise küfür ediyordu, çünkü polisin görevi vatandaşa saldırmak değildi, olamazdı da! Polis kimdi ki vatandaşa saldıracak? Bizim verdiğimiz vergilerle parası ödenen bir kamu görevlisi bize nasıl cephe alabilirdi?!

Arkadaşla metro istasyonunun oraya varıp Karanfil Sokak tarafında olup bitenleri izledik, sonra evlere dağıldık. Akşam Twitter’da, Facebook’ta ve çeşitli diğer mecralarla haber sitelerinde olayların durmaksızın devam ettiği yazıyordu. Olaylar daha yeni başlamıştı ve bitmiyordu, bitmeyecekti...

*

Ertesi gün Güvenpark’ta protesto vardı, bu vesileyle ablam arkadaşlarıyla Kızılay’a inmişti, ben de onlara eşlik edecektim. Ancak Güvenpark’a vardıktan sonra karşıya, Meşrutiyet Caddesi tarafına geçmek ne mümkün? İmkânı yok! Polis her bir taraftan biber gazı atıyor ve sadece direnişçiler değil, halk da etkileniyordu biber gazlarından. Yani polis sadece direnişçilere değil, sokaktan geçmekte olan sıradan vatandaşa bile gücünü göstermeye çalışıyordu! Güvenpark’taki çiçekçiler pasajının oradan tüp geçide girip Meşrutiyet’e gireyim dedim, orası gaz altında, gidemedim. Bakanlık tarafından öteki insanlarla birlikte yürümeye koyuldum, etrafımdan da habire, “Toma geliyor! Hızlı yürüyün!” talimatları geliyordu. Hâle bak, iki günde toma nedir öğrenmiş oldum --  tabii direniş süresi boyunca tek öğrendiğim şey ne yazık ki sadece toma değildi.

Yürüyüp tüp geçitten sonraki, Olgunlar Sokak’a yakın öteki geçitten gideyim dedim, geçide bir girdim, insanlar koşarak benim tarafıma doğru geliyordu. Ben de haydi deyip içimden tüneli geçtim, tam sola dönüp inecektim ki -- polis o tarafa biber gazı attı! Hemen sağa dönüp basamaklardan inmeye başladım, insanları da uyarıyordum “O taraftan gitmeyin!” diye. Hayatımda ilk defa sokak ortasında, açık biçimde polise karşı “Yazıklar olsun!”, “Yuuh!” diyebiliyordum. Protestocu grup da Olgunlar tarafından Meşrutiyet’e giderken polis müdahalesine maruz kalmışlardı ve bana doğru geliyorlardı koşarak. Ben de koşmaya başladım. Arada bazı insanlar, “Arkadaşlar koşmayın! Sakin olun!” diyordu. Ben “Yuuuh!” demeye başladım ve çevremdeki herkesin “Yuuuh!” demekte olduğunu fark ettim. Olgunlar Sokak’a girdiğimizde biraz rahatladım, Olgunlar’ın içinden geçip üstten dolanarak Meşrutiyet tarafına giderim diye düşündüm, sonuçta ablamlar orada beni bekliyor. Ancak ben tam yürürken polis Tomayla ve biber gazlarıyla benim arkamdaki gruba müdahale etmeyi sürdürüyordu. Yine “Yuuuh!” çekerek kaçmaya başladım. Normalde hiçbir sorun olmadan geçip gideceğim yollardan geçmeye korkuyordum ve alternatif yolları seçiyordum, hâle bak!

Bizimle buluşmaya bir arkadaşım daha gelecekti, onunla telefonda konuşuyor, bir yandan da Kızılırmak Caddesi’nde ilerliyordum. Konuşmam öksürükle kesiliyordu çünkü biber gazının etkisinde kalmıştım. Daha önceki biber gazı maceram, 29 Ekim 2012 tarihinde Ulus’ta yapılan eylemde gerçekleşmişti. Ama yine de biber gazını o kadar süreden sonra deneyimliyor olmak kötü bir histi. Metropol Sineması’nın olduğu Selanik 2 Caddesi’ne girdim, oradan Meşrutiyet’e kadar geldim. Ablamla da konuşuyorum, onlara ulaşmaya, onların yanına varmaya çalışıyorum ama ne mümkün! Ablam Meşrutiyet tarafında polis olmadığını söyleyince bir şekilde karşıya geçip Meşrutiyet’in başında Starbucks’ın önünde onlarla buluştum. Hemen gaz maskesi, deniz gözlüğü takviyesi yapıldı bana. Yoldan geçerek Meşrutiyet’e çıkan tüp geçitten geçip çiçekçiler pasajının oradaki köprü ayağına vardık. Polis Toma ve biber gazıyla Kızılay meydanı tarafında göstericilere müdahale etmeyi sürdürüyordu. Bir şekilde Güvenpark’ın içinden geçip Milli Müdafaa Caddesi’ne vardık, CHP Ankara İl Başkanlığı binasının oraya gittik ve orada protestomuzu, sloganlarımızı sürdürdük. Polis de otobüs duraklarının orada ve Milli Müdafaa Caddesi’ndeki Güvenpark girişinde bekliyordu. Biz sloganlarımızı atmaya devam ederken, Kızılay AVM tarafından direnişçiler hareketlenince polis yine müdahaleye girişti ve biber gazı atıldı. Biz can havliyle büyükşehir belediyesi binasına girip arka tarafından çıkarak Şehit Adem Yavuz Sokak’a geldik. Orada polis bizi artık iyice ablukaya almıştı; sokağın bir ucunda direnişçiler polisle çatışıyor, öteki ucu da aynı şekilde.






Bir süre beklemeye başladık, derken polis bizim olduğumuz sokağa da saldırmaya başladı. Önünde bulunduğumuz apartmandan bir kadın çıkıp apartmandaki daireye sığınabileceğimizi söyledi, biz de sığındık ve biraz rahatladık. Orada gerekli ilkyardım müdahalesini gerçekleştirip biraz toparlandık, biraz da sohbet ettikten sonra tekrar sokağa çıktık. Amacımız sokaktan ayrılmak -- ama ne mümkün?! Polis bu sefer apartmanımızın önüne biber gazı attı ve can havliyle apartmanın içine girdik. Ancak biber gazı dışarıyı etkisi altına aldığı gibi, apartmanın içine de etkisi altına almıştı ve yüzümüz yanıyordu! Hepimizin yüzü yanıyordu, kimi nefes alamıyordu ve biber gazı her taraftan geliyordu. Yüzümün yanması geçmedi, nefes alamıyordum. Bulunduğumuz dairenin (ki dil kursuymuş burası da) kapısı açıldıkça içeri biber gazı daha fazla giriyordu, herkes birbirini “Kapıları pencereleri açmayın!” diye uyarmaya başlamıştı. O an, o birkaç dakika boyunca dedim ki içimden; galiba öleceğim... Nefes alamıyorum, yüzüm yanıyor, tükürüyorum ve bunun sonu polisler bizi burada basacak veya biber gazıyla saldırmaya devam edecek, öleceğim...

En sonunda sokaktaki biber gazının etkisinin geçtiği haberi gelince herkes sokağa çıkartıldı. Sokağa çıktığımda öyle bir rahatlama hissettim ki, hemen havayı derin derin solumaya başladım. Dil kursunda bizimle birlikte olanlardan birinin çocuğu biber gazından ötürü ağlıyor ve annesine, “Anne gidelim buradan ne olur!” diye bağırıyordu. Ayrıca bizimle birlikte saklanan gruptan biri nefessizlikten ötürü kriz geçiriyordu. Polis hâlâ sokağın her iki ucundan saldırılarını gerçekleştiriyordu. Bir arkadaşımla dedik ki biz eve gideceğiz, ben dayanamıyorum, arkadaşım dayanamıyor...

Kumrular Sokak’a girdik, hazır polis toplanmıyorken Milli Müdafaa Caddesi’ne gittik, arkadaşım dolmuşa bindi, ben cadde boyunca Güvenpark’a ve Kızılay AVM tarafına biraz daha bakmak istedim -- ancak bu isteğim 5 dakika sürebildi, çünkü polis yine saldırıya geçmişti. Hemen bir dolmuşa bindim ve olan biteni aracın içinden diğer yolcularla birlikte izlemeye koyuldum; polis biber gazlarıyla vatandaşa saldırıyor, önüne geleni coplayıp dövüyordu! Dolmuş Kumrular Sokak’a girdi, ancak kalabalık ve trafikten ötürü hareket edemiyordu. İşte tam o sırada polisin vatandaşı nasıl dövdüğünü seyretmek zorunda kaldım: 40-45 yaşlarında bir teyzeyi, 60 yaşlarındaki bir amcayı dövüyordu polis gözlerimin önünde! Benimse arabanın camından polise diğer yolcularla birlikte bağırmak dışında elimden hiçbir şey gelmiyordu ne yazık ki! Polis önüne gelen herkese saldırıyor, herkesi dövüyor, darp ediyor, yaralıyordu. Hatta polislerden biri bir ara dolmuşa da vurup yavaş olması konusunda ikaz etti. Yol sırasında iki kadın daha araca zar zor bindi ve canını kurtardığına şükretti. Yol boyunca, bizi koruması gereken polisin bize nasıl saldırabildiğini hararetli biçimde tartışıp durduk...

Akşam ablam Kızılay’daydı bir süre daha ve anlattığına göre, sokakta caddede direnişçi grupların arasına sızmış olan o meşhur aşırı gruplar her yeri yakıp yıkıyor, deviriyor, kırıyor, parçalıyordu... Duraklar, araçlar, banklar, her şey...

*

Ertesi gün, yani 2 Haziran 2013 günü Güvenpark’ta güya kitap okunacaktı... Ancak direnişçi gruplar çok erken saatlerde Kızılay’da toplanmıştı yine ve biz ablamla Kızılay Güvenpark’a vardığımızda polis Güvenpark girişinde bekliyordu, direnişçi çok büyük ve çok kalabalık (Kızılay’ın neredeyse tamamına yayılan kalabalık) bir grup da sloganlar atıyor, pankartlar açıyor, hükümet aleyhine sloganlar atıyordu. Biber gazı ve tazyikli su müdahalesi yine vardı elbette, her yer gaz kokuyordu ve insanların yüzleri, gözleri yanıyordu.

Kızılay AVM’de Burger King’in içine girip yemek yiyip bir yandan da Kızılay meydandaki kalabalığın fotoğrafını çektik, sonra dışarı çıkıp kalabalığın Gazi Mustafa Kemal Bulvarı’na yakın tarafında bekledik... bekledik... ama olan biten her şey Meşrutiyet Caddesi’nin oradaki tüp geçidin altında polisle direnişçi grup arasında oluyordu. O tarafa doğru gidip olan biteni fotoğraflamaya, videoya almaya başladık. Atılan biber gazlarının bazıları insanları yaralıyordu ve onlar hemen tıbbi müdahale için götürülüyordu; onun dışında yüzü maskeli, ellerinde eldiven olan birkaç kişi gelen biber gazı kapsüllerini Atatürk Bulvarı üzerindeki süs havuzlarında söndürüyordu. Polis kimi zaman sadece göz yaşartıp öksürten, kimi zaman da yüz yakan gazlardan atıyordu...

4 saat, 5 saat boyunca direniş sürdü, ne polis, ne de direnişçiler vazgeçtiler; direnişçiler tarafından sloganlar yükselmeye devam ediyordu... Derken siyah bir Laguna model araba Atatürk Bulvarı üzerinden Kızılay meydana gelip Ziya Gökalp Caddesi’ne dönerek gitmeye çalıştı, ancak kalabalık bu arabanın içinde sivil polis olduğunu düşünerek arabanın üzerine üşüştü. İçimden dedim ki birkaç saniyeye kalmaz arabayı ve içindekini linç edecekler! Araba birden üzerine çullanan kalabalığı püskürtmek için geri geri hızla sürdü ve 3-5 direnişçiye çarptığı gibi bir vatandaşı altına alarak ezdi! Hayatımda ilk defa böyle bir sahneye tanıklık ettiğim için şoke oldum, çok gerildim! İnsanlar “Adam eziyor! Adam eziyor!” diye bağırırken araba sürmeye devam etti. Geri geri iyice sürdükten sonra dönüp Atatürk Bulvarı’ndan geri gitti ve ardında, asfaltta yatan bir genci bıraktı. Gencin suratı kan içindeydi, vücudu yamuk biçimde duruyordu ve morluklar vardı. Bir anda herkes gencin etrafına üşüştü; kimi çığlık atıyor, kimi ambulans çağırıyordu. Sonra herkes birden, tek bir ağızdan başbakanı istifaya çağıran slogan atmaya başladı.




Çok korktum! Öyle böyle değil, çok korktum! O an, o sahne ömrümdeki en korkunç sahnelerden biriydi kesinlikle.

Ablam yanında arkadaşıyla, dedi ki Gazi Mustafa Kemal Bulvarı’ndan gidip dün oturdukları bir simit kafeye oturalım ve telefonları şarj edelim. Tamam dedik ve yola koyulduk. Simit kafeye vardık, telefonları şarj etmeye başladık. Ben hâlâ tanık olduğum sahne sebebiyle gergindim, hem de çok! Yarım saate yakın bir süre o kafede beklerken ve birkaç insan daha kafeye gelmişken, kafe görevlisi ve birkaç vatandaş hemen gelip, “Arkadaşlar polis geliyor! Herkes içeri!” dedi.

Kafenin içine girdik, kafe görevlileri ışıkları söndürdü. O sırada dışarıdan koşarak gelen insanlar da kafeye sığındı, bir kısmı hemen alt kata indirildi. Bütün ışıklar söndürüldü, herkes yere eğildi ve kafe görevlisi kapıyı kilitledi. O andan sonra iki ihtimal vardı: ya başarıyla saklanacağız ve polisten kurtulacağız, ya da polis kafeye gelip kapıyı kırarak içeri girecek ve hepimizi coplayarak işkence edip ardından gözaltına alacak. Gerçekten iki gündür olan buydu çünkü. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu, kendimi kaybetmek üzereydim. Bir polis saldırısına kesinlikle hazır değildim ve yüreğim ağzımdaydı.

Birkaç kez polis geldi saklanın, gitti sakin olabilirsiniz, geldi saklanın, gitti sakin olabilirsiniz diye diye 1,5 saat boyunca kafede mahsur kaldık. O karanlık ortamı, o kritik bekleyişi, kalbimin çarpma sesini zihnimde hissedişimi bir ben bir Allah bilir...

En sonunda polisler sokaktan ayrıldı haberini alınca kendimize geldik. Yine birkaç dakika daha bekledik ve kafenin kapatılmasına yakın bir süre içinde kafeden ayrıldık. Bir yandan da telefondan, Twitter’dan haberleri takip ediyorduk ve Kızılay’da,  AVM’de, Karanfil Sokak’ta, Konur Sokak’ta durum felaketti! İnsanlar coplanıyor, dövülüyor, işkence görüyor, polis yakaladığını gözaltına alıyordu!

Kumrular Sokak’a girip Necatibey Caddesi’ne doğru yürüyene kadar yine çok gerildik, çünkü her an bir yerden polis çıkabilir ve gözaltına alabilirdi. Dolmuşlar Necatibey Caddesi’nde bekliyordu. Oraya vardık, bir dolmuşa bindik ve eve giderken, her şeyden nasıl ucu ucuna kurtulmuş olduğumuzu düşünmeye başladım; coplanma, kafelere, AVM’ye sıkıştırılma, biber gazıyla müdahale, gözaltı vb... Hiçbir şey olmamıştı, hep son anda, anlık kararlarımız neticesinde tabiri caizse "kurtulmuştuk”... Dolmuşa genç bir kız bindi (yaşı 20-25 civarı) ve yanındaki arkadaşına bir şeylerle ilgili veryansın etmeye başladı. Sinirden titrediği görülebiliyordu, ne oldu diye sorduk ve anlatmaya başladı, ablam da o sırada telefonunun kamerasını açarak kızın anlattığı her şeyi kayıt altına aldı.  Bu kız, Konur Sokak’ta bir apartmanın birinci katında galiba bir muayenehanede çalışıyormuş (ne muayenehanesi şu an hatırlamıyorum) ve sırf binanın zemin katında TKP’ye bağlı bir kafe var diye polis binaya saldırmış, içeri girmiş, biber gazı atıp kapıları üzerlerine kapatmış, yani bildiğin öldürmeye teşebbüs! Kapıları açamadıkları için camları kırıp çıkmaya çalışmışlar, bu sefer de polis coplamaya başlamış, amaçları insanları içeride tutmak. Dışarı çıkabilenleri coplayıp, “Bu ülkeyi siz mi kurtaracaksınız?! Devlete karşı gelmek ha?! Devlet düşmanı mısınız siz?!” diye bağırmış. Kızın birkaç arkadaşı gözaltına alınmış olduğu için kız bunları anlatırken sesi titriyordu. Sadece, “İyi olacaklar, kötü bir şey olmayacak,” diyerek teselli etmeye çalıştık. Dolmuşla Milli Kütüphane civarına doğru gelirken, sanki hâlâ devam etmekte olan büyük bir meydan muharebesinden kurtarılmış bir avuç insanmışız ve felaketten kıl payı kurtarılıyormuşuz gibi hissettim. Karşı yönde bir sürü ambulans gidip geliyordu ve kendi kendime dedim ki, acaba daha ne kadar yaralı var... hatta ölü var?!...

O gece gözüme uyku girmedi. Yatağımda ateşler içinde kıvranarak uyumaya çalıştım, ancak gözümün önünden Kızılay Meydanı’ndaki müdahale, arabanın vatandaşı ezmesi, kafedeki korku dolu saatler gitmiyordu. Üstüne üstlük ucundan döndüğümüz onca felaket vardı ve bunları düşünmesi bile korkunçtu...

O gün biz Kızılay AVM’ye girmemiştik, ama oraya giren vatandaşların hâli buydu:




*

Sonraki iki gün boyunca müdahaleler gündüz ve gece devam etti. Bildiğin korkudan, endişeden Kızılay meydanına inemiyordum! Çünkü polisin meydandaki müdahalesi ve bu müdahaleden sıradan vatandaşın bile etkilenmesi devam ediyordu. Ara ara, müdahalenin çalıştığım işyerine doğru yaklaşmakta olduğu haberleri de geliyordu ve yine geriliyordum. Twitter, Facebook habire bu haberlerle çalkalanıp duruyordu. Dezenformasyon da had safhadaydı.

Bu sırada, ülkede büyük bir eylem, bir protesto gerçekleşirken, ülkenin başbakanı Tayyip Erdoğan ne yaptı dersiniz?... Daha önceden plânlanan yurtdışı gezisine çıktı, çıkarken de kendisine yöneltilen eylemlerle ilgili sorulara bakın nasıl yanıt verdi:




Halkı ikiye bölen, eylemcileri mutlaka CHP’li olarak (“Kedidir kedi” yerine artık “Cehape’dir Cehape!” diyebiliriz galiba), belli bir ideolojiyi savunan insanlar olarak gören, sürekli okul, yol ve benzeri icraatlar gerçekleştirdiği için istediği her şeyi yapabileceğini düşünen bir başbakanla karşı karşıyaydık (hoş, başbakanda hâlâ değişen hiçbir şey yok!). Eylemcileri belli bir ideolojinin savunucusu, kendilerinden olmayan bir kitle olarak gördüğü gibi; kendilerine oy veren kitleyi de “Evlerinde zor tuttuğumuz %50’lik bir kitle var” şeklinde tanımlayan bir başbakan. Kendilerine oy veren insanları evlerinde zor tuttuğunu söylemek ne demektir? “Biz bu insanları gerekirse öteki %50’nin üzerine salarız!” demek değil midir? Valla ben öyle anlıyorum, benim gibi pek çok insanın olduğunu da biliyorum. Ki bu kitlenin böyle bir saldırı ihtimalinin olduğuna da ilerki satırlarda (“Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim!”) değineceğim.

Neyse efendim... Bütün bunlar olurken, Çarşamba günü (5 Haziran 2013), Kuğulu Park’ta aynı Taksim Gezi Parkı’nda olduğu gibi bir kütüphane inşa edildiği haberini aldık ve ablamla birlikte okunmuş okunmamış el altındaki birkaç kitabı torbaya koyarak Kuğulu Park’ın yolunu tuttuk. Görünürde hiçbir problem, kargaşa, gerilim yoktu. Kuğulu Park’a vardığımızda gördüğümüz manzara, dünyanın belki de en güzel, en tatlı manzarasıydı; henüz ufak olan bir kütüphane kurulmuştu, fakat insanların getirdikleri kitaplarla yavaş yavaş büyüyordu; bir tarafta simit, poğaça, gofret ve benzeri yiyecek, yanında da içecek dağıtımı yapılıyordu; pek çok pankart etraftaydı; etraf kirlenmesin, eyleme laf gelmesin diye birçok genç arkadaş temizlikçi olmuştu ve ellerindeki poşetlerle etraftaki çöpleri topluyorlardı. Çok güzel bir kitap okuma ortamı, dahası çok güzel bir eylem ortamı yaratılmıştı ve kimsenin sokaktaki diğer vatandaşa bir zararı yoktu.

Kitaplıktan kendime iki adet beğendiğim kitabı aldım (kitaplar ücretsizdi), kendi getirdiğim kitapları da bıraktım. Bir süre kitap okuyup sonra Kuğulu Park’ın içinde gezerek fotoğraf çektim; insanların parkın içinde nasıl dost canlısı, insancıl bir ortam oluşturmuş olduklarına tanık oldum. Gerçekten görülmeye değer yerdi Kuğulu Park o gün. Kitap okumak için oturduğumuz yerde iki tane köpek bile vardı ve köpeklerden biri sokak köpeği olup bize kendini sevdirerek şekilden şekle giriyordu. İnsanlar çocuklarını kapmış gelmişlerdi. Manzarayı gözünüzde canlandırabilmeniz için yeteri kadar betimleyebilmişimdir umarım.

Kitap okunan yerde üstümüz başımız ağrımaya, telefonlarımızın da şarjı azalmaya başlayınca ablam, arkadaşları, benim arkadaşlarım, hep beraber Kuğulu Cafe’ye geçtik, dışarıdaki masalardan birinde oturduk. Sohbet ettik, yemeğimizi yedik, bir yandan eylemin günler içindeki ilerleyişini tartıştık vb... Bir yandan da Twitter’dan Kızılay’ın durumunu kontrol ediyorduk ve ben her müdahale haberinde geriliyordum.

Saat akşam 7’ye geldiğinde, Kızılay’da sert bir müdahale olduğu haberi geldi, yine gerildim. Kızılay tarafından gelen kimse, “Kızılay çok karışık, polis müdahale ediyor,” deyip duruyordu. Eve gitmek için yine Kızılay dışında bir istikamet kullanmak gerekecekti anlaşılan.

Saat 10’a doğru gelirken, o gün bayağı yağmur yağmış olduğu ve hava da soğuduğu için üşüdüğümden, arkadaşımın da eve gitmesi gerektiğinden biz kalktık, ablam arkadaşlarıyla masada oturuyordu ve onları orada bırakarak kitaplığın oradan geçip İran Caddesi üzerinde Karum’un biraz ilerisinde bankaya doğru gittik; para çekecektim. Parayı çektim, Kuğulu Park’ta insanlar hâlâ keyifle eylemlerini sürdürüyorlardı ve kimseye bir zararları yoktu. Parayı çektikten sonra arkadaşımla karşıya geçtik ve...

BAM! BAM! BAM! BAM!

Arkamızı dönüp bir baktık, TOMA Kuğulu Park’a tazyikli su sıkıyor! Ama nasıl olur? Daha beş dakika önce oradaydık ve hiçbir sorun yoktu! Polis neden parka müdahale ediyordu?! Sırf tazyikli su değil, biber gazı da atılıyordu --

BAM! BAM! BAM!

İran Caddesi üzerinde yukarıya, Seğmenler Parkı istikametine giderken arkadaşımla, “Nasıl böyle bir müdahale yapılabilir? Oha ya!” diye söylenmeye başladık. Orada yaşlılar, çocuklar, köpekler vardı! Kime bir zararları dokunmuştu ya o insanların?! Bu nasıl vahşi, nasıl faşist bir müdahaleydi böyle?!

Biz Kuğulu Park dışındayken, oradaki müdahale işte böyleydi:




O tarafa gidemeyeceğimiz için mecburen yukarı doğru yürürken taksiye bindik, çünkü müdahalenin ne zaman yukarı doğru geleceği bilinmiyordu. Taksiyle giderken şoförün dediğine göre ‘Kızılay’da gereksiz fazlalıkta polis gücü vardı ve aşırı bir müdahale gerçekleşiyordu’. Peki ama neden? İnsanlar demokratik hakları olan protesto hakkını neden kullanamıyorlardı? Neden bir müdahale gerçekleşiyordu? Bu ülke bu kadar anti demokratik bir hâl mi almıştı?...

Biz Kuğulu Park’ta oturup kitaplarımızı okur ve eylemi en sakin, en insancıl biçimde sürdürürken, bizimkinden hiçbir farkı olmayan bir sükûnette ve insancıllıkta Kızılay’da sürdürülen eylemlere o bahsettiğim saat akşam 7 civarında polis işte böyle müdahale etmiş:




Muhabirin söyledikleri ise aslında her şeyi özetliyor; “Burada, Kızılay meydanında yoğun bir kalabalık olmasına rağmen en ufak bir tatsızlık yaşanmadı. Bunda polisin geri çekilmesinin de payı olduğunu söyleyebiliriz... Şarkılarla türkülerle şenlik havasında bir eylem gerçekleştirildi... Polisle karşılaşma söz konusu değil, herhangi bir gerginlik de söz konusu değil... Polis az önce anons yaptı aranızda polise saldırmak üzere hazırlık yapan gruplar var diye... Şu anda TOMA araçlarından tazyikli su sıkılmaya başlandı... Sükûnetin hâkim olduğu Başkent Ankara’da müdahale başladı...”

Buradaki polisin yaptığı “Aranızda polise saldıracak gruplar var, meydanı boşaltın!” uyarısı nedir biliyor musunuz? “Amirlerimizden saldırmak üzere emir aldık, ama nedenini söylemediler, biz de böyle bir bahane uydurduk, şimdi uzaklaşın buradan!” alt metnini içeren bir uyarıdır.

*

Sonraki birkaç gün yine gündüz, daha çok da gece müdahale haberleri geliyordu. Kızılay’a inmek o sıralar hakikaten akıl kârı değildi, eğer çok mühim bir işiniz yoktuysa! Yani Kuğulu Park’a kitap okumak için gitme fikrini bile insan iki kere düşünmek zorunda kalıyordu, çünkü TOMA’lar ve polis Kızılay’ın her tarafını abluka altına almıştı.

Bütün bu olan bitenden sonra, sanırım Pazar günü, yani 9 Haziran’da yine Kuğulu Park’a indik. Kütüphane orada duruyordu, bir şey olmamıştı (Allah’tan! Ya da olmuştu ama icabına bakmışlardı). Yine arkadaşımla buluştum, bize onun arkadaşları eşlik etti ve hep birlikte pankartlar hazırlayıp parkın içinde çeşitli yerlere yerleştirdikten sonra parktaki kuğu gölünün etrafındaki yeşillik alana oturduk. Kalabalık artıyordu, resmen bir insan seli vardı, saatler geçtikçe her yer doluyordu. Yine klasik biçimde bir sevgi, huzur, barış ve insanlık tablosu vardı karşımızda. Bir yandan da tabii Kızılay’da olup bitenleri Twitter’dan takip ediyorduk.

Yine belli bir saate kadar orada oturup sohbet edip eylem havasının tadını çıkardıktan sonra, saat 9’a yakın kalktık ve Kızılay’a doğru yürümeye koyulduk. Ben Akay Kavşağı’nın Bulvar’la kesiştiği yerden dönüp Meclis’in önünden geçerek İnönü Bulvarı’ndaki göbeğe vardım, oradan da Milli Müdafaa Caddesi’ne girerek bir dolmuşa binip evin yolunu tuttum.

Eve vardığımda, Tayyip Erdoğan’ın İstanbul’daki havaalanında gerçekleştirdiği miting vardı, onu seyrettim. Ve gözlerime, kulaklarıma inanamadım! Ülkenin başbakanı çıkmış, kendi seçmeni olan kitleye provokasyon yapıyordu, onları halkın öteki kesimine karşı kışkırtıyordu! Dilinden dökülen cümleler yalanın, dolanın daniskasıydı!

“Bunlar Dolmabahçe Camii’ne ayakkabılarıyla girip içki içtiler!”

Yok öyle bir şey! Alın bu da kanıtı:




“Bunlar benim türbanlı bacıma saldırdılar!”

Külliyen yalan!

“Bunların amacı Gezi Parkı değil, bunların amacı yakıp yıkmak! Sokaklara ve insanlara zarar vermek!”

Hiç öyle bir şey yok!

Ancak tam bu sırada, kalabalığın bağırdığı slogan ürkütücü, tedirgin edici ve içler acısıydı:

“Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim!”

İşte bu faşist, saldırgan, yobaz, bağnaz bir kafa yapısıydı. Üzerine bir de tekbir çekiyorlardı!

“Yallah bismillah Allahu ekber!”

Türkiye, dünya üzerindeki en gerici, çağdışı ve yobaz sistem olan şeriat sistemine geçmişti de benim mi haberim yoktu?! Bu insanlar resmen asmaktan, kesmekten, ezmekten, öldürmekten bahsediyorlardı ve ülkenin başbakanı olacak Tayyip Erdoğan bunlara ses etmiyor, dahası bu seslerin yükselmesine izin veriyordu!

Aklım almıyordu... İçimden diyordum ki iç savaş artık yakındır. Zaten ilerleyen günler boyunca polisin, çevik kuvvetin yanında devamlı olarak eli sopalı, satırlı, bıçaklı gezen bir güruh vardı. Bir kısmının da AKP’li olduğu biliniyordu.

Şimdi burada AKP aleyhine bir propaganda yapacak değilim, çünkü biliyorum ki (bundan %100 eminim!) AKP’ye oy vermiş, AKP’yi desteklemiş pek çok insan artık AKP’den ve Tayyip Erdoğan’dan geçmişti, yılmıştı ve insanlık adına, özgürlük adına yapılan eylemlere katılıyordu.

Peki kimdi bu insanlar?... Pek çoğunun para verilmiş, bedava otobüs ve servislerle oraya getirilmiş olduğu belliydi, hepsi haber sitelerinde yazıldı ve videoları bile internete düştü.

*

Olay öyle bir noktaya gelmişti ki, Tayyip Erdoğan polise emri veriyor, polis halka baskı ve zulüm uyguluyordu ve Tayyip Erdoğan bu baskı, bu zulüm karşısında kılını kıpırdatmıyordu. Dilinde aynı laflar dolanıp duruyordu: “Camiye ayakkabılarıyla girdiler!”, “Başörtülü bacıma sarktılar!”, “Bunların derdi Gezi Parkı değil!”, “Biz oraya Topçu Kışlası yapacağız!” 11 Mayıs 2013’te Reyhanlı’da Suriyeli muhaliflerin hain saldırısı gerçekleşmiş, bir bomba patlamış ve yüzlerce insan ölmüştü, daha fazla sayıda yaralı vardı. Hükümet ise medyaya ambargo koymuştu ve Reyhanlı’yla ilgili haber yapılması yasaklanmıştı. Hiçbir haber kanalında Reyhanlı yoktu. Çünkü şöyle bir gerçek var ki Reyhanlı saldırısı AKP’nin, dolayısıyla direkt olarak Başbakan Erdoğan’ın hatasıydı... Ancak Reyhanlı görmezden geliniyordu. Ve halk Reyhanlı’ya karşı gösterilen vurdumduymaz tavrı eleştirir, bunu protesto ederken, ülkenin yarısı Reyhanlı hâline geldi; Gezi Parkı’yla ilgili eylem yapan, ancak polis şiddetine maruz kalan insanlar görmezden geliniyordu. Bu hangi akla, hangi vicdana sığardı?! Türk basınının, Türk medyasının, başta NTV, CNN Türk ve Habertürk olmak üzere haber kanallarının yapmadığı eylem haberlerini yabancı basın yapıyordu, HALK TV yapıyordu, CEM TV, TV em yapıyordu.

*

11 Haziran 2013 sabahı, polisin müdahale etme zorunluluğuna değinilmesi için, Taksim’de polisle polis arasında küçük bir tiyatro gerçekleştirildi: polisin bir yarısı eylemci kılığına girip polise taş ve molotof kokteyli attı, öteki yarısı da polisçilik oynayarak bu sözde “aykırı gruba” karşı müdahale etti. Ancak eylemlerin ilk başladığı günlerde vatandaşı kesinlikle ıska geçmeyen TOMA, bu sefer tazyikli su sıkarken ıska geçiyordu! Akıl alır gibi değildi! Eylemcilerin arasındaki bir adamda, polise tahsis edilen kalitede gaz maskesi vardı, üstelik belindeki telsiz ve silah ayan beyan görülüyordu! Eylemci kılıklı polislerin eline SDP bayrakları verilmişti. Polis eylemlerle ilgili bir günah keçisi yaratmaya çalışıyordu kendi kendine. İnsanlar da bu olan biten komediyi izledikten sonra İstanbul valisi Hüseyin Avni Mutlu geçti gazetecilerin karşısına ve şöyle muhteşem bir gafa imza attı:

“Polisimiz Atatürk heykeli ve AKM için orada bulunacaktır. Eylemcilerin polisimizle yer yer çalıştıkları -- pardon çatıştıkları görülmüştür. Gezi Parkı’na ise herhangi bir müdahale olmayacaktır, bunun garantisini veriyorum...”

Eylemcilerin yer yer polisle çalıştıkları bilgisi de Vali Mutlu’nun dudaklarından dökülürken, Gezi Parkı’na hiçbir müdahalenin olmayacağı konusunda garantiyi almıştık... O garantiyi aldık, ama hemen akşamında bu sahneler yaşandı:






Başbakan Tayyip Erdoğan’ın deyişiyle; Gezi Parkı’nda birtakım çapulcular, aykırı gruplar vardı ve bunlar polisi kışkırtıyordu. Hâlbuki parkta ne çapulcu, ne aykırı grup, ne marjinal grup -- hiçbir şey yoktu... Parkta eğlenmeye, vakit geçirmeye gelmiş insanlar ve çocuklar vardı. Polis yine de insafsızca, acımadan saldırısını gerçekleştirdi. Gezi Parkı’nın ve Taksim’in görünüşü artık böyleydi:




Bir başka korkutucu tablo ise buydu:




Vali Mutlu, “Gezi Parkı’na hiçbir müdahale olmayacak,” derken; birtakım AKP’liler tekbir getirirken; Tayyip Erdoğan, “Bunlar bir grup çapulcu! Polis elbet müdahale edecek!” derken; olan hep vatandaşa oldu... Birkaç gün boyunca da aynı sahneler, aynı senaryo defalarca işlendi; bıkmadan, usanmadan!

Ancak bu Gezi Parkı direnişiyle ilgili, daha ilk günlerinden itibaren görülen şey, insanların yılmamasıydı, pes etmemesiydi. Polis ne kadar saldırıp tahrip ettiyse de, insanlar yakılıp yıkılanları yeniden yapıyordu. AKP’nin sloganı olan “Durmak yok yola devam” bu sefer vatandaşın, halkın elindeydi! Yıkılan kütüphaneler, çadırlar, stantlar bir daha, bir daha, bir daha yapılıyordu. Yani yıkıcı müdahaleye karşı yapıcı müdahale gerçekleşiyordu. Buradan da hangi tarafın gerici bir zihniyetle saldırdığını, hangi tarafın ise çağdaş, modern biçimde gardını aldığını görmek mümkün.

Çünkü bütün olan bitenin birçok, aynı zamanda da bir tek sebebi vardı. İşte Gezi Parkı eylemlerine başından beri destek veren tiyatrocu Memet Ali Alabora’nın konuyla ilgili yazdığı o kısa mesaj:




Evet, mesele Gezi Parkı değildi -- mesele Gezi Parkı olmaktan çoktan çıkmıştı! Mesele demokrasiydi, mesele unutturulanlardı, mesele unutturulmaya çalışılanlardı. Mesele alkol yasağı, mesele kürtaj, mesele Uludere katliamı, mesele Reyhanlı. Mesele hükümetin devamlı yaptığı hataların sonuçlarını örtbas etmeye çalışması. Mesele iktidarın oylardan gücünü alarak vatandaşa istediğini dikta ettirmesi. Mesele kişisel, bireysel hakların görmezden gelinmesi.

O yüzden bu direniş, bu eylem bu sefer çok daha uzun ve etkili sürüyor, o yüzden insanlar yılmıyor. Çünkü insanlar şimdiye kadar olanlardan artık yılmış ve bu sefer “Orada dur!” demesini biliyor.

*

Tayyip Erdoğan diyor ki, “Gezi Parkı halkın, sokaktaki vatandaşın, eylemci gruplar çıksın oradan!”. Fakat Gezi Parkı’ndaki eylemci grup zaten halk, zaten sokaktaki vatandaş! “Gezi Parkı herkese açılacak, orayı kontrol altında tutamazlar!” deniyor; ancak Gezi Parkı zaten kontrol altında tutulmuyor, zaten herkese açık; isteyen geliyor, isteyen gidiyor. Tayyip Erdoğan’ın istediği kendi fikrini egemen kılmak, oradaki insanları dağıtarak Gezi Parkı’ndaki gücünü göstermek, başka hiçbir şey değil. Çünkü bütün olayların bitmesi için gereken tek şey şu kısacık cümle:

“Gezi Parkı öylece kalacaktır.”

Tayyip Erdoğan bunu demiyor, diyemiyor. İnadı yüzünden polis insanlara saldırıyor ve bu oldukça insanlar yaralanıyor, hatta ölüyor!

Yine bunlar olurken, Tayyip Erdoğan bu sefer, “Gezi Parkı’ndakilere 24 saat müddet veriyorum, oradan çekilecekler, bu eylemler artık bitsin,” diye açıklama yaptı... Ancak Gezi Parkı’ndaki direnen insanların oradan ayrılmaya hiç de niyeti yoktu -- zaten niye olsundu ki?! Gezi Parkı halkın, Gezi Parkı herkesin...

...öyle olmadı. 15 Haziran 2013’te, önceki müdahalelerden çok daha sert, çok daha ölümcül yeni bir müdahale yaşandı...








Divan Oteli önünde müdahale:




Alkışlarla Yaşıyorum sitesindeki şu video da müdahaleyi eylemin içinden gösteriyor: http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/127924/15-haziran-gezi-parki-mudahalesi

Divan Oteli’nin içine kadar atılan gaz bombası ve yaşananlar:




Polis, hiçbir yere kaçamayacağı belli olan kendisinden güçsüz insanlara karşı bile bile neden orantısız güç kullanır ve biber gazı atar? Amaç nedir?... Pardon soruyu eksik sordum -- amaç öldürmek dışında nedir?

Videolardan görebileceğiniz üzere; ortalık savaş alanı gibi, onu geçtim, sanki bir Ortadoğu ülkesindeymişiz gibi sahneler var karşımızda. Hâlbuki Türkiye modern bir Avrupa devleti olarak gösteriliyordu... hadi oradan! Bir üçüncü dünya ülkesi olduğumuz bu videolarla da tasdiklenmiş oldu.

Peki bunların hepsi ne için? Tayyip Erdoğan, “Gezi Parkı’nı yıkıp, oradaki ağaçları söküp yerine Topçu Kışlası yapacağız, burası da ya AVM olur, ya da müze,” dediği ve vatandaş bunu istemediği için. Yani ortada başbakanın bir fikri var, vatandaş bunu onaylamıyor ve başbakan bunu dikta ediyor, başka bir şey değil.

*

Bütün bu olanların üzerine, gerek Tayyip Erdoğan ve AKP cephesinde, gerekse eylemciler ve direnişçiler cephesinde pek çok çarpıtma, kışkırtma oldu. Bu konuda her iki tarafın da suçu olduğunu belirtmekte fayda var. Ancak hangi taraf ötekine daha çok zarar verdi diye bakacak olursak, başbakan tarafının ağır bastığını söyleyebiliriz. Polisi halka karşı kışkırttıkları gibi, polisin insanların canını almasına da göz yumdular. Hatay’da Abdullah Cömert, İstanbul’da Mehmet Ayvalıtaş, Adana’da komiser Mustafa Sarı, Ankara’da Ethem Sarısülük Gezi Parkı eylemleri sırasında çevik kuvvet ve polisin orantısız gücü, hatta silah kullanması vesilesiyle can verdiler, Gezi Parkı eylemleri için şehit oldular. Polisten de ölenler olmadı mı? Oldu. Onlar için de durum üzüntü verici. Ancak eylemciler tarafında ölen polis için bile ağıt yakılırken, başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu saydığım isimleri bir defa dahi anmaması, bu insanları umursamaması vicdansızlıktır. Sen eğer bir başbakansan, ölen vatandaşından haberin olacak ve bunun sorumluluğunu üzerine alacaksın, çünkü o ölen vatandaşına sebep olan orantısız polis gücünü vatandaşın üzerine sen salmışsın. Evet sen, Türkiye Cumhuriyeti başbakanı Tayyip Erdoğan. Bu vakitten sonra da başbakana başbakanlığı ben öğretecek değilim; bunları kendisinin biliyor olması lazım. Ama biliyor olup yine de görmezden gelmek, umursamamak, vicdanı yok saymak başka bir mesele. Halk, vatandaş bunu elbette unutmaz... Eylemciler, direnişçiler kindar değil, asla da olmayacak, her daim pasif direnişlerini gösterecekler; ancak bu elbette ki hükümetin ve polisin vatandaşa ettiği zulmü unutacakları anlamına gelmiyor. Ne yazık ki şöyle bir gerçek var: “Devrimler kansız olmaz.” Şimdiye kadar da kansız olanına pek az rastlanmıştır (kanlılarla kansızlar arasındaki oranı bilmiyorum, ilgilenmiyorum da). Eğer hâl bunu gerektiriyorsa, bu böyle olacaktır, ancak en sonunda halk, yani vatandaş kazanacaktır.

*

Bu yazıyı yazmayı geciktirdiğim için (bu gecikme bir bakıma iyi de oldu, Gezi Parkı eylemlerini uzun uzun gözlemleme ve hepsini toparlama imkânını hemen hemen buldum) arada Gezi Parkı eylemlerinin metodu da değişti; iki gündür duran adam Türkiye’nin gündemine oturmuş durumda. 17 Haziran 2013 günü Taksim meydanında bir adam, yüzü AKM’ye dönük biçimde yaklaşık 6 saat boyunca durdu... sadece durdu... polis geldi onun neden durduğunu öğrenmek için, soru sordu, cevap alamadı, sırtındaki çantasını açtı, ancak bir eylem veya provokasyon için hiçbir alet, hiçbir malzeme bulamadı. Çantada su, yiyecek gibi birtakım ihtiyaç karşılayıcı malzeme dışında hiçbir şey yoktu ve adam sadece, öylece duruyordu. Bu sessiz duruş bir anlamda koşarak, zıplayarak haykıran, çığlıklar atan eylemcinin hâlini en iyi özetleyen durumdu.




Çok kısa bir süre içinde duran adamın eylemini diğer insanlar da benimseyip aynı eylemi gerçekleştirmeye başladılar.




İstanbul’un çeşitli noktalarında, hatta sadece İstanbul değil, ülkenin çeşitli illerindeki çeşitli noktalarda insanlar durmaya başladı. Artık bağırmak, çağırmak, koşmak, kaçmak yok; artık durmak var, durup her şeyi sessizce protesto etmek var. Ankara’da bir kadın da, Ethem Sarısülük’ün vurulduğu yerde durdu saatlerce.

Peki bu duran adam eylemine ne oldu dersiniz? İlk gününde duran birkaç kişi gözaltına alındı! Evet, yanlış duymadınız: insanlar durdukları için gözaltına alındılar! Sırf bu yüzden, duran adam eylemini başlatan dansçı Erdem Gündüz eylemini bırakmak zorunda kaldı, çünkü öteki insanlara polisin müdahalesi vardı. Gündüz, eylemle ilgili yaptığı açıklamada; “Polisin orantısız gücü nedeniyle ölen dört vatandaşa medyanın tepkisiz kalması ve görmezden gelmesi sebebiyle böyle bir eylemi gerçekleştirdim.” dedi. Üstelik bu eylem 1 aylık plânlanan bir eylemdi. 1 ay boyunca arkadaşıyla belli aralıklarla nöbetleşerek bu eylemi sürdüreceklerdi.

Şimdi bir sürü duran adam ve duran kadın var Türkiye’de. Gezi Parkı eylemleri bir bakıma kabuk değiştirdi. İnsanlar baktı ki pasif, kitap okuyarak, parkta oturarak gerçekleştirilen eylem polisin, dolayısıyla da hükümetin canını sıkıyor ve öfkelendiriyor, o zaman şimdi durma zamanıdır diyen insanlar durmaya, durarak tepkilerini göstermeye başladı.

Bütün bu eylemler, protestolar, anti demokratik uygulamalara karşı demokratik uygulamalar ülkenin kendi kahramanlarını yaratmasına da -bilerek veya bilmeyerek- olanak sağlamış oldu.




TOMA’nın önünde korkusuzca duran siyahlı kadın;




Gezi Parkı eylemlerinde halka destek veren ve hükümeti siber olarak çökerten Redhack;




Durarak bir şeyleri değiştirebileceğini gösteren duran adam;




Gezi Parkı eylemlerine yön veren polis müdahalesinde suratına yakın mesafeden gaz yiyen sıradan vatandaş kırmızılı kadın;




Eylemler sırasında insanlara Talcid’le yardım eden Talcid Man;




Eylemlerin başından beri halka en büyük desteklerden birini vermiş olan Çarşı grubu;




Eylemlerin en şiddetli günlerinden birinde hükümeti ve polisi sokakta içi dışı bir biçimde eleştiren çıplak adam;




Bunların hepsi, gerek halkın bilinçli olarak ortaya sunduğu, gerekse hükümet ve polis gücünün geri tepmesi sonucu ortaya çıkan kahramanlar. İşin ilginç yanı da, hepsi halktan insanlar.

Bunlar olurken polis de çıldırmadı mı? Yer yer çıldırdı tabii... Polise herhangi bir sempati veya antipati duymanız için değil, iki taraftan da olayın gerçek yüzünü göstermek için koyuyorum bu videoyu.




*

Son olarak bütün bu Gezi Parkı eylemleriyle ilgili olan biteni başından sonuna kadar özetleyen bir videoyu göstereceğim sizlere. Meselenin AKP’li veya CHP’li veya MHP’li veya X partili vatandaş olmadığını; meselenin hükümet, meselenin iktidar, meselenin dikta rejimi olduğunu anlarsınız belki. Zaten biliyorduysanız ise anılarınız tazelenmiş olur.




Türkiye’de 31 Mayıs 2013 gününden itibaren bir şeyler, hatta pek çok şey değişmeye başladı. İnsanlar daha bilinçli bir hâle geldi. Meselenin, Memet Ali Alabora’nın da dediği gibi, sadece Gezi Parkı olmadığı, demokrasi adına bir eylem olduğu çok geçmeden anlaşıldı.

Hâlâ Cumhuriyeti, demokrasiyi bir amaç olarak değil araç olarak gören bir hükümetle, bir iktidarla karşı karşıyayız. Ancak bilinmelidir ki; egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, hükümetin değil. Atatürk’ün bu güzel cümlesinin üzerine, bir de “V for Vendetta” filminin sloganını söylersek, meselenin iyice anlaşılmasını sağlamış oluruz belki:

Toplumlar devletlerinden korkmamalı; devletler toplumlarından korkmalıdır.” İnsanların, kendi kararlarıyla onları yöneteni seçtiğini bildikleri, bu bilinci muhafaza ettikleri sürece dünyanın en demokratik, en çağdaş, en ileri demokrasisi sağlanmış ve yaşatılmış olur.

Güncelleme: Muhiddin Abdal şiiri olan ve Fazıl Say'ın müziğiyle yeniden düzenlediği "İnsan İnsan" videosu:



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder