Yeni bir yıla giriyoruz; 2014. Bu gece saatler 00:00’ı
vurduğunda, pek sevmediğim 2013 yılının sonundaki 3 düşecek ve yerini 4’e
bırakacak. 2014’e girerken, son birkaç ayımla ilgili birtakım duygular,
düşünceler paylaşmak istedim sizlerle...
2013 benim için çok farklı bir sene oldu, iyi miydi kötü
müydü derseniz ne siyah diyebilirim, ne beyaz - sadece gri.
Artık gündeme getirmekten fazla rahatsızlık duymuyorum, o
yüzden anlatabilirim: 2006’daki anne vefatından beri, ablamın yaşamakta olduğu
İstanbul’dan mecburî dönüşüyle
birlikte yaklaşık 7 senedir Dostlar Sitesi B Blok No: 125’te yaşıyorduk.
Babamın ev içinde aktifliği çok fazla yoktu, o yüzden o evde abla - kardeş
olarak 7 sene boyunca yaşadık; odalarımız değişti, yataklarımız değişti, 2009’da
ablamı kaybedeceğim korkusuyla yüzleştim (ama Allah’ıma çok şükür kendisi bana
bağışlandı!), 2011’de o evde askere gitmeye karar verdim, 2012’de o evde
yaşarken bir senelik bir tecrübe sağlayacak bir işe girdim, 2013’te o evde
sporla ilgili alışkanlığımı artırdım vb...
Ama hep o ev oldu.
Zarif’in evi. Neden diyecek
olursanız; koltuğu, kanepesi, pufu (ayak uzatılan şey), aynası, süs eşyaları ve
sayamadığım daha pek çok şeyiyle o ev esasında
benim değildi, ben sadece yaşamak için kullanıyordum, yani bir nevi misafir
gibiydim. Aslında misafir değildim,
ama sana ait olmayan eşyalarla, sana ait olmayan bir tasarıma sahip bir evde ne
kadar kendininmiş gibi
yaşayabilirsin?
Eşyalarla fazla bir işim olmaz, zaten 125’ten taşınırken o
koskoca evden 3 koli 2 bavulla çıktım ve bu yüzden başkalarının takdirini
umursamadan, ben kendimi takdir
ediyorum. Sizlere de tavsiyem, bu satırları okurken (bu ne yav veda lafı gibi
oldu tövbe!) yaşadığınız hayatta ne kadar az
eşyanız olması gerektiğine dikkat edin.
Neyse... 2013’ün baharında ailecek toplandık (babam, ablam
ve ben) ve geleceğe dair konuşmalarımızı yaptık. Benim için, yapmak istediğim
işle ilgili (senaryo, senaristlik) İstanbul’a gitmem gerekiyordu. Ama İstanbul
gözümde hep büyüyordu - hâlâ da
büyüyor. Ankara bana yetiyor gibi hissediyorum, bu his de bana yeter, o kadar.
O gün ablamdan duyduğum bir şey bende önce bir şok etkisi
yarattı (buna belki soğuk duş etkisi
de diyebiliriz); şaşırdım, tuhaf oldum, ama zamanla alıştım: ablam Bodrum’a
taşınmaya karar vermişti. 7 seneden sonra, taşındıydık, taşınmadıydık,
taşındıydık, taşınmadıydık, taşındıydık, taşınmadıydık... derken gerçek anlamda taşınma fikrini devreye
sokmuştuk.
Ama henüz evin içi yığınla eşya doluydu ve harekete geçmek
için erkendi. Zaten taşınacak olduğumuz için yazın sonunu kendimize final
tarihi olarak belirlemiştik.
Bu süreç içerisinde, çalıştığım işyerinde başlamak üzere bir
komedi filmi senaryosuna giriştim. Aylardır millete tanıtımını yaptığım şekilde
Recep İvedik tarzı bir komedi filmi.
Ama tabii içini kendi çapımda doldurdum. Onu cebime koydum, elimde bulunsun
diye.
2013’ün kışından beri babamla spora gidiyorduk, ama çok da
düzenli değildi. Haziran 2013’te işten ayrılacak olmamın verdiği boş vakitle
birlikte, haziran başında spordan kendime program aldım (bir eğitmene
gidiyorsunuz ve size 1-2 ay sürelik bir program çıkartıyor). O aralar kilom,
masa başı bir işte çalışmış olduğum ve düzenli olarak spor, hatta yürüyüş dahi
yapmadığım, yediklerime dikkat etmediğim için 94-95 civarındaydı.
Sonra bana bir azim geldi (nasıl olduğunu ben de bilmiyorum)
ve spora gidiş geliş güzergâhımı ayarlayarak iki günde bir spora gitmeye
başladım. Kulağımda kulaklık, müzik eşliğinde 2 saatlik bir spor programı
uygulamaya başladım. Deli gibi kardiyo çalıştım, koşu bandında 40-45 dakikaya
varacak kadar yürüyüş ve koşu yaptım.
Temmuzda, “Bir gün arayla gitmek çok geç,” diye düşündüm ve her gün gitmeye başladım spora. Evet,
haftanın sadece bir günü hariç her gün spora gitmeye karar verdim. Gidiş saatim
belli, dönüş saatim belli, vücudumu düzene sokayım istedim. Ağustosa (spesifik
bir tarih olmadığı için a harfi kesmeyle ayrılmıyor gördüğünüz üzere) kadar
sürdürdüm, bu sırada kilom inmeye başlamıştı. Ağustosta ikinci bir program
edindim, biraz daha sıkı bir programdı, beni zorlamaya başlamıştı, ancak 3-5
yapıştan sonra vücut alıştığı için pek problem olmadı.
Bildiğiniz her gün spora atıyordum kendimi. Koşuyordum,
bisiklete biniyordum, alet çalışıyordum, egzersizleri yapıyordum ve kendimi çok daha iyi hissediyordum. Evi eylülde
boşaltacağımız için o zamana kadar serbest bir şekilde ne istediysem onu
yaptım. Dizi seyrettim (Türk dizisi değil tabii!), film seyrettim, sinemaya
gittim. “Dexter” son sezon başladı onu seyrettim (ve çok kötü bitti!), aynı
zamanda “Breaking Bad” gibi müthiş bir diziye başladım.
Yine o aralarda, yazmadan duramadığım için, iki zıt kardeşle
ilgili bir komedi dizisi, bir sitcom yazmaya başladım. “E peki nerde hani
kimseye gösterdin mi?” diye sorabilirsiniz; hayır, göstermedim. Benim olayım da
bu: göstermiyorum. :) Yazıyorum ama kendi
yazdığımdan nedense başkalarına gösterecek kadar emin olamıyorum.
Dizi film izleye izleye, senaryo yaza yaza, kitap okuyarak,
müzik dinleyerek, spor yaparak geçti koca 2013 yazı... Tatile gitmedim, tatile
gitmelik bir sebep göremedim kendim
için. Tatile gidip de ne yapacaktım ki? Ne güzel spora gidiyorum, sporun
havuzunda yüzüyorum, o bana yeter.
Ağustos, eylül, ekim hep sporla geçti. Gittim geldim, gittim
geldim.
Temmuz ayında, hayatımda yeri her daim özel olan ve öyle
kalacak olan bir insanı, anneannemi kaybettim. Durumu zaten 2010 sonbaharından
beri kötüydü, diyalize gidiyordu ve gözümün önünde, ailemizin gözü önünde o
tonton, o tatlı kadın eriyip gitti...
Huzurevinde kalıyordu, arada çok kötü olup acile kaldırılıyordu ve nöbetleşe
bir şekilde onun iyileşmesini bekliyorduk. Ama artık iyileşemeyeceğini hepimiz içten biliyorduk. En son hatırladığım,
nefes almakta zorlanıyormuş gibi ağzını hareket ettirerek boş boş baktığıydı.
Gördüğü insanı tanıyor muydu ondan bile emin değildim. Konuşamıyordu, tek kelime
edemiyordu... ve temmuz ortasında hayata veda etti... yine bize Karşıyaka
ziyareti çıktı mı? Çıktı. 2012 yazında okuldan bir arkadaşı kaybetmiştik; 2012
kışında Zeki Dede’yi (eniştemin babası); 2013 yazında anneanneyi... 2013 senin
için nasıl geçti diye sorsanız - hatta bunu bir yıla sabitlemek saçma olur - hayat nasıl geçiyor diye sorsanız bunu
derim: düğün ve cenaze. Bir insan
altı ay aralıkla hakikaten mezarlığa gider mi? Gidiyormuş.
Anneannemin vefatı vesilesiyle yine gittik, onu toprağın
derinliklerine bıraktık. Âdet olduğu üzere ben yine bir iki kişiyle birlikte
annemi ziyarete gittim. Ve uzun zaman, çok uzun zaman sonra kendimi bırakarak
annemin mezarı başında hıçkıra hıçkıra ağladım (bu satırları yazarken gözler
yine sulu). Daha önce hep etrafımda insanlar var, aman ağlamayayım diye
düşünürdüm. Bu sefer dedim ki: s*ktir!
Kim görürse görsün, umurumda değil. Oturdum ağladım, onu yad ettim. Sonra Zeki
Dede’nin mezarına gittik, orada da yine ağladım. Meğer ölen birinin mezarı
başına gidince insanın aklına ne çok anı geliyormuş...
Eylülde doğum günümde babamın yanına Selçuk’a gittim, ablam
da oradaydı, hep birlikte doğum günümüzü kutladık. Selçuk’a giderken, doğum
günümün ilk saatleri olan gece vakitlerinde otobüs yolculuğundaydım ve
kulağımda müzik eşliğinde yine ağladım. Zarif geldi aklıma (hiç çıkıyor mu
ki?). Yok dedim, yoksun dedim ve ben yine
bir doğum günümü Zarif’siz kutluyorum. Hamdolsun!
Gittik güzelce doğum günlerimizi kutladık. Benim spor
eksikliğim ağır bastı, 3 gün sonra Ankara’ya yine döndüm.
Bu süre zarfında, yazın başlangıcından beri psikoloğa
gitmeye başladım. İçimde anneme, aileme, kendime dair bazı yalnız bıraktığım,
elimi hiç sürmediğim duygu ve düşünceler vardı ve ben bu hâlimle mutlu olduğumu
düşünüyordum... değilmişim. İçimde ne varsa psikolog sayesinde akıtmaya
başladım. Bu arada psikologları veya psikoloğa gitmeyi kötü bir şey olarak
görenlerden misiniz? Görmeyin. Benim babam
bile artık görmüyor. İçimdeki heyecan, utanma, içine kapanıklık, panik,
kötü durum senaryosu yazma ve daha pek çok şeyi psikolog yardımıyla çözmeye
başladım.
Eylül derken ekim geldi, babam Selçuk’tan döndü. Konuştuk.
İşle ilgili konuştuk, geleceğimle ilgili konuştuk. Özel sektörün ne kadar zorlu
olduğundan bahsettik (babam anlattı, ben dinledim). Memuriyetin esasında benim
için daha iyi olabileceğine yönelik
konuştuk, benim içim şişti! Memuriyet kelimesine nedense bir kötü bakıyor(d)um.
Bu sırada artık evin boşaltılması evresine resmen geçmeye
başladık. Ablam işlerini halledip Ankara’ya geldi. Ha bu sırada babamla, evden
taşınırsak nerede yaşayacağımla ilgili konuştuk; babam, babaannemde kalma
fikrini ortaya attı ve ben yine kötü oldum. Bunun sebebi, babaannemde kalacak
olmam mıydı, yoksa 125’ten ayrılacak olmam mıydı, hiç bilmiyorum. Ama çok kötü
oldum, 4-5 gün bunalımlı bir hâlde evde oturdum durdum. Spora gitmeyi kestim
birkaç hafta.
Sonra, ev boşaltmayı öyle tek seferde değil, uzun bir
süreçte yapacağımızı kararlaştırarak bir hedef koyduk kendimize. Kasım ayında
ev boşalmış olacaktı, buna göre evdeki her
şeyi boşaltacaktık. Öyle hemen evden ayrılma, hemen babaannemde kalma gibi
bir durum söz konusu olmadığı için biraz rahatlamıştım ve spora gitmeye devam
ettim. Yine kitaplar okudum, filmler seyrettim, spora gittim...
...ama içimde bir yerde sıkışan bir şeyler vardı, bunu
biliyordum. Ne izlediğim filmden keyif alıyordum, ne kitap okuyabiliyordum
doğru düzgün, ne yazma işini keyifli bir şekilde yapabiliyordum. Keyif aldığım
tek şey spordu.
Ekim sonu - kasım başı itibariyle evi boşaltma işlemi tam
gaz sürdü ve çok yorucuydu... Ne
kadar yorucu olduğunu size anlatamam, daha önce ev taşımış olanlarınız varsa
bile! Çünkü kendi evimden kendi eşyalarımı ayıklamıyordum, annemin evinden o
zamana kadarki her şeyi ayıklıyordum
- dahası ablamla ayıklıyorduk. İşin ayıklama kısmında büyük görev ondaydı,
çünkü bana sorsanız kullanmadığım hiçbir eşyayı almayacaktım ve atmaktan başka
çarem de yoktu.
Kasım boyunca evin içinde kolilerle birlikte yaşamaya
başladık. Bütün günümüz koli hazırlama, koli bandının cırtlayarak açılma sesi,
kopma sesi, eşyaların koliye yerleştirilmesi ve kolilerin kapanması, sonra da
tekerlekli bir arabaya konarak ofise götürülmesiyle geçiyordu. Ablam koli
yapıyor, ben kolileri ofise taşıyordum. Ve bu süreç gerçek anlamda zordu.
Yoruldum, çok yoruldum... Fiziksel olarak yoruldum,
psikolojik olarak yoruldum. Neden mi? Eşyalar bitmiyordu. Eşya, eşya, eşya, eşya, eşya... Allah’ım bir evden ne
kadar çok eşya çıkabilir? Çıktıkça çıkıyordu! Çıktıkça çıkıyordu!
Babamın ofisi yetmediği için arka depoyu açtık düzenledik (o
da bizi yedi bitirdi), habire eşya taşıdık. Site sakini bizi koli taşıyan
çocuklar olarak tanıdı bildi o son bir ayda. Artık öyle bir raddeye gelmiştik
ki, yeter bitsin, babaannemde kalmaya bile razıyım, yeter ki şu iş bitsin,
noktasına gelmiştim.
Sonra bir akşam, ablam hâlâ deliler gibi eşya toplarken ben
kötü oldum. Eşya topladığımız hâlde evin arkalarından hâlâ eşya çıkıyordu.
Gözümün önüne annem geldi, annemin bu eşyalarla ne yapacağı geldi. Tutuldum
kaldım, olduğum yere çökerek derin nefesler aldım. Sonra ablamla salonda
oturduk. Ben boşluğa bakarak ağlamaya başladım; hüngür hüngür, son damlasına
kadar. O an aklımdaki düşünce şuydu: annemi şimdi çok iyi anlıyordum. Gidişini, her şeyi bırakıp gidişini. O kadar
eşyayla ben bile bu kadar kötü olmuşsam, annem kim bilir neler neler düşünmüştü
o son zamanlarında...
Ablamla sarılarak ağlaştık ettik, birbirimize tesellimiz her şeyin daha iyi olacağı idi. Ama bana
kalırsa hiçbir şey daha iyi olmayacak gibiydi. Babam bir yandan memuriyet için
KPSS sınavı ve kursları konusunda öğüt veriyordu, bir yandan benim kendi
kendime ne yapacağımı düşünmem vardı... O ara çok kötü oldum, hepsini, her şeyi
bırakma, rahatlama, huzurlu olma
hissi ağır bastı. Üçümüz (babam, ablam, ben) arasında öfke patlamaları oldu,
hüzün patlamaları oldu.
Ve ne oldu biliyor musunuz? Acısıyla tatlısıyla, gülerek
oynayarak, ağlayarak zırlayarak o koskoca evi, 125’i boşalttık. Başlarda 125
boşalırken hüzünleniyordum; sonra rahatlamaya başladım. Dedim ki oh bitiyor,
rahatlayacağız. Ablam Bodrum’a gidecek, ben babaannemin evinde yaşayarak yine
yapmak istediklerimi yapacağım.
14 Kasım’da, yani annemin doğum gününde, yine biraz kötü
oldum ve o akşam annemi yad ederek müzik dinledim, ağladım, içki içtim ve o
kadar iyi geldi ki...
Taşınma süreci boyunca spora yine azimle devam ettim. Evet,
bu süreci anlatmak istesem azim kelimesi en ağır basanı olur belki de. Azimle
her şeyi koliledik, ofise indirdik.
2 Aralık tarihinde nakliyeciler geldi ve evdeki her şey gitti... her şey... bomboş bir eve bakıyorduk artık... Ben babaannemde
yaşamaya başladım ve kimse ölmedi, yaralananlar oldu elbet (ben ve ablam başta
olmak üzere), ama bir şekilde hallettik.
Ablam bir ara Bodrum’a gidip ev bakınmıştı ve güzel bir ev
de bulmuştu. 9 Aralık, onun Bodrum’a gidiş tarihiydi. Yani 7 seneden sonra, o
koskoca 7 seneden sonra, beraber yaşama anlamında o tarihte ablamla kesin biçimde ayrılıyorduk. Demek
istediğimi anladınız herhalde; hayatta birbirimizden kopmuyorduk, beraber
yaşama anlamında kopuyorduk.
Ablam teyzemgillere veda etti, babaanneme veda etti, babamla
birlikte onu havaalanına götürdük. Eşyalarını taşıdım, yardımcı oldum.
Bavulları teslim ettikten sonra birkaç dakikalık bir aramız vardı, havaalanının
balkonuna çıkıp oturduk...
Önceki gece rüyamda annemi görmüştüm; “Sizi çok seviyorum,
her şey için özür dilerim, sizi çok özlüyorum...” demişti. Ablama bunu aynen
aktardım. Ve o an düşündüm ki, ben bu dünya
tatlısı, bu şirin, hayatımın bir şekilde
anlamı olan bu kızdan beraber yaşamak konusunda ayrılacaktım. Gözlerim doldu,
beraber sarıldık ve ağlaştık. “Beni sakın unutma!” dedim; “Deli misin,
unutmayacağım tabii!” dedi. Sımsıkı sarıldım ona, hiç bırakmamacasına. Çünkü onu o kadar çok seviyorum ki...
En sonunda ayrılık vakti geldi, onu havaalanı içindeki
ikinci kapılardan da ağlayarak ve gülerek yolcu ettim.
O vakitten sonra, KPSS kursuna başladım. Babaannemin
evindeki yaşantıya alıştırmaya başladım kendimi ve çok da alışılmayacak gibi
değil. Kendi düzenimi kurdum. Spora gitmeye yine son sürat devam ediyorum. Boş
kaldıkça spora gidiyorum, ayıptır söylemesi iyi de bir vücut yaptım gibi ha!
Yine ayıptır söylemesi, 75 kiloya kadar indim! Bence müthiş bir şey bu. Yeme
içmem de oturdu, artık daha az porsiyonla doyuyorum ve bundan mutluyum.
Babaannemin evinde kalmaya başladığım için ona göre kendime güzergâh
belirledim, gidiş gelişimi ayarlamaya başladım. Bahçelievler’de kaldığım için
her yerde istediğim her şey var, süpermarketinden tutun restoranına,
simitçisine, balık evine kadar... her şey!
Şimdi biraz daha mutluyum, biraz daha rahatladım. Kitap
okuyorum, müzik dinliyorum, film izliyorum, spora gidiyorum. 2013’ü pek sevmediğimi
kabul edebilirim, pek çok insanı aldı götürdü, pek çok şey oldu (Gezi olayları
da dâhil olmak üzere). 2013’ün bu son gününde, “Tamam artık her şey oldu bitti,
2013 bitebilir -bitsin mümkünse!- ve
2014 gelsin,” diyorum...
2014 hepimize başta sağlık, sonra mutluluk, sonra huzur,
sonra aile, sonra da bol bol iş ve para getirsin diyorum. Ve 2014’ün gelişine
bakarken kendimi şöyle hissediyorum;
Sanki uzun zamandır sevdiğim için elimde bir gül
tutuyormuşum, o kadar çok seviyormuşum ki gülü, bırakmaya elim varmıyormuş. Ama
gülün sapındaki o dikenler de parmaklarıma, avucumun içine batarak
kanatıyormuş. Kırmızı kırmızı kanlar akıyormuş ben görmeden (veya belki de
görerek). Sonuçta gülü, içi su dolu bir vazoya koyarak yaşamasına müsaade etmek
gerekir; aynı hayatı akışına bırakmak gibi. Çok sevdiğimiz, sıkı sıkıya
tutunduğumuz şeyleri bile, yaşattıkları acılardan ve üzüntülerden ötürü
bırakmamız ve yeni güzel şeylere
kapımızı açmamız gerekiyor. 125 benim için bir güldü ve elime batan
dikenlerinden ötürü artık bırakmam
gerekiyordu. O evde yaşamayalı neredeyse bir ay oldu, yine gözümün önüne
gelmiyor mu? Geliyor. Ama şu anki koşullarıma baktığımda çok daha kötü bir
pozisyonda olmadığımı görüyorum - hatta belki daha iyi bir pozisyonda da olduğumu söyleyebilirim. Neyse, hiçbir
şey için büyük konuşmamak gerek, her şeyi zamana bırakmak en iyisi... ama
insanın içinin huzurlu, mutlu ve ferah olması her şeyden önemli. Ben uzun bir
zamandan sonra huzurlu hissediyorum.
Neticede, ne kadar tutabilirsin gül uğruna dikeni?
Hepinize mutlu bir 2014 diliyorum... :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder