Dan Brown’un 2013 Mayıs ayında, dünya ile aynı anda Türkiye’de
yayımlanan (hatta Türkiye’de Türkçe hâliyle biraz daha erken) son romanı “Cehennem
(Inferno)”, Brown’un klasikleşen simgebilim profesörü Robert Langdon’ın
başından geçen bir macera. Ancak kitap ne yazık ki Brown’un önceki Langdon
romanları kadar etkileyici ve başarılı değil.
Not: Yazının devamı, romanın hikâyesiyle ilgili okuma zevkini kaçırabilecek bilgiler içermektedir.
Sıralamamı isteseniz, Dan Brown romanları arasında en
sevdiğim “Melekler ve Şeytanlar”dır. Dan Brown’un, içinde Robert Langdon
karakterini ilk barındıran bu romanında Brown, dinle bilimi birbiriyle
çatıştırmış, karşı madde fikriyle birlikte Tanrı’yı arayış, evrenin varoluşu
gibi sorulara dinin bakış açısıyla yaklaşmış ve ortaya keyifli, okuması
heyecanlı bir roman çıkmıştı. Sonrasında, “Melekler ve Şeytanlar”dan sonra yazılmış olmasına rağmen, okur
çevrelerinde bu romandan önce
yazılmış olarak düşünülen “Da Vinci Şifresi” vardır. Ki bunun sebebi de, Brown’un
“Da Vinci Şifresi” romanıyla büyük bir ün kazanmasıdır. Hatta “Melekler ve
Şeytanlar” ve “Da Vinci Şifresi” arasında “Dijital Kale” romanını da görürüm.
Dan Brown’un ilk romanı olan “Dijital Kale” de, Amerikan Ulusal Güvenlik
Dairesi’yle (NSA) ilgili bir macera romanıydı ve bu romanla, “Melekler ve
Şeytanlar”ın son 100 sayfası resmen kapışır nitelikte bir heyecana ve
adrenaline sahiptir.
Dan Brown, “Da Vinci Şifresi”nden sonra 6 sene bekleyerek,
belki de kitapları için geçirdiği araştırma süresini bayağı uzatarak, bu sefer
2009’da “Kayıp Sembol” adlı romanla geri dönmüştü. O da Robert Langdon
karakterini içeriyordu ve Washington’da geçen roman, Masonları, Amerika’nın
kuruluşunu ve insanlığın Altın Çağı’nı inceleyen bir hikâyeye sahipti. Ancak
Brown’un bu son romanı ne yazık ki diğer Langdon romanları kadar çok
tutmamıştı. Bunun belki birçok, belki de birkaç sebebi vardır; bence sebebi,
Brown’un hep aynı kurguyu kullanarak aynı şablon üzerinden hikâyesini
anlatması. Haa, romanlar etkileyici değil mi? Okurken etkileyici. Hep bir
sonraki sayfada ne olacak, bir sonraki bölümde ne olacak, sır ne? diye sayfalar
arasında koşturuyorsunuz... ama bu kadar, koşturuyorsunuz sadece!
“Kayıp Sembol” romanından 4 sene sonra da, Brown Nisan 2013’te
Facebook sayfasında bir etkinlik gerçekleştirerek, bir sonraki Robert Langdon
kitabının ismini açıklamıştı: Cehennem. Orijinal adıyla, Inferno. Inferno; İtalyan ozan ve politikacı Dante Alighieri’nin ahirete yapılan yolculuğu anlattığı İlahi Komedya (La Divina Commedia/The
Divine Comedy) adlı üç ciltlik eserinin ciltlerinden biridir. Diğer ciltler de
Cennet ve Araf’tır. Dan Brown, Dante’nin bu önemli eserinin Cehennem’le ilgili
olan kısmını resmeden Sandro Botticelli’nin
Cehennem’in Haritası (Map of Hell)
adlı eserini görüp büyük bir hayranlık duyarak, bu eser üzerine bir Robert
Langdon romanı yazmaya başlar ve ortaya “Cehennem” çıkar.
“Cehennem”de; ilk bölümde yine gizemli bir olay meydana
gelir ve kitabın ortalarına ya da sonuna kadar merak edeceğimiz bu olayla
ilgili hikâye ilerledikçe merak içinde bekleriz.
Robert Langdon kendini birden, gecenin karanlığında Floransa’da
bir hastane odasında yatakta yatarken bulur. Zihnindeki en son anı, Harvard
Üniversitesi kampüsünde yürüdüğüdür, onun dışında hiçbir şey hatırlamamaktadır.
Floransa’ya nasıl gelmiştir ve burada ne işi vardır? Ayrıca başında bir yara
izi ve dikiş vardır, bu yüzden Langdon başından vurularak hastaneye geldiğini
düşünür. Ama kendisini kim getirmiştir? Başından kim vurmuştur? Ve neden?
Hastanede doktor Sienna Brooks’un gözetimindedir, ancak
Robert Langdon’ın peşinde, onu öldürmek isteyen birileri vardır ve Vayentha
adında bir kadın kiralık katili göndermişlerdir. Vayentha hastaneye gelerek
silahıyla etrafa saldırmaya başlar ve bir doktoru öldürür. Langdon, Sienna’nın
yardımıyla hastaneden kaçmayı başarır ve Sienna’nın apartman dairesine
giderler. Bu arada Langdon’ın hastane yatağında uyurken gördüğü korkunç bir
rüya vardır ve rüyada beyaz saçlı, yaşlı bir kadın Langdon’a “Ara, bulacaksın” demektedir.
Langdon Sienna’yla onun apartman dairesine varır ve hem
peşlerinde kimlerin olduğunu çözmeye çalışırken, hem de neden peşlerinde
olduğunu öğrenmek ister. Langdon’ın ceketinin astarının içindeki bir bölmeden
bir tüp çıkar. Tüpün içinden de ileri teknoloji bir el projektörü çıkar.
Projektörü salladıkça içindeki ışık yanar ve duvara yansıttıklarında,
Botticelli’nin Cehennemin Haritası
adlı eserin günümüze uyarlanmış bir versiyonunu görürler. Resmin en altında “Gerçek
ancak ölümün gözlerinden görülebilir” diye bir not vardır.
Bu notla birlikte hareket eden Langdon ve Sienna, Floransa’da
müzeleri, sarayları ve tarihî eserleri gezerek ipuçlarını takip edip
kendilerini bekleyen gerçeği aramaya başlarlar.
“Cehennem”de, pek çok internet sitesinde ve forumda okuduğum
eleştirilere katıldığım şekilde, çok fazla yapı ve mekân tasviri var. O kadar
ki, kendinizi romana tam anlamıyla veremiyorsunuz. Floransa’yı gezmiş ve
oradaki tarihî yapıları ve eserleri görmüş biri için pek problem olmayabilir,
ancak Langdon’ın macerası sadece yapıları gezip bir yerden kaçarak öteki yere
gitmek üzerine. Romandaki ipuçlarını ve şifreleri de pek kaliteli bulamadığımı
belirtmeden geçemeyeceğim. Nerede “Melekler ve Şeytanlar”, nerede “Da Vinci
Şifresi”, nerede “Cehennem”... Dan Brown bu romanında resmen karakterlere
ağırlık vermiş. Romandaki çatışma yaratan konu da transhümanizm; “insanın fiziksel ve bilişsel yeteneklerinin
arttırılması ve yaşlanma ve hastalanma gibi arzu edilmeyen veya gereksiz
görülen yönlerinin ortadan kaldırılması amacıyla teknoloji ve bilimden
faydalanılması gerektiğini öne süren uluslararası bir entelektüel ve kültürel
hareket.” (Vikipedi)
Ya transhümanizm konusu, ya da Dante’nin Cehennem tasviri,
ya da bunların hiçbiri değil ama Brown’un konuyu ele alışı çok basit olmuş
diyebilirim. Brown elindeki bu malzemeyle çok daha iyi bir eser ortaya
koyabilirmiş, iki karakterin habire bir yerlerden bir yerlere kaçtığı ve bir
maskenin peşinde koştuğu cılız bir olay örgüsü yerine. Romanda bir de
Konsorsiyum adında, zengin müşterilerinin isteklerini yerine getirmekle yükümlü
özel bir oluşum var. Birine bir mesaj iletip sonra ortadan kaybolmak
istediğinizde çok paranız olup da başvurabileceğiniz bir oluşum. Bir de Dünya
Sağlık Örgütü direktörü Elizabeth Sinskey adlı bir karakter var, ki kendisi
Langdon’ın rüyalarında gördüğü ak saçlı yaşlı kadın.
Bu kadar mekân tasviri, bu kadar uzun ve abartılı tasvir olmasa roman belki daha hızlı ilerleyecek,
ama işte ah o tasvirler ve kimi sayfalarda gereksiz yere uzatılan diyaloglar
konunun okuyucuyu sarmasını -benim açımdan- zorlaştırıyor. Brown’un
romanlarında zaten artık alışık olduğumuz üzere, Hollywood film klişeleri tarzı
diyaloglar oluyor.
- Bu aslında gördüğünüz şey değil.
- Bunun benim gördüğüm şey olmayabileceğini mi iddia ediyorsun?
- Aslında hiçbir şey görmediğinizi
iddia ediyorum.
Langdon şaşırdı. Bu
çok tuhaf.
Bunun gibi diyalogları zaten hızlı okurken direkt
geçebiliyorsunuz, çünkü hikâyeye kattıkları hiçbir şey de yok. Sürekli şaşıran,
sürekli sürprizlerle afallayan, neyin ne olduğunu bilmeyen karakterler, ya da
neyin ne olduğunu bilmeyen bir Robert Langdon... Şahsen Dan Brown’un önceki
daha başarılı romanlarında, karakterlerin hissettiklerini ve düşündüklerini
belirten italik yazılar (yukarıdaki “Bu
çok tuhaf” gibi) daha bir eğlenceli, kimi zaman esprili ve hikâyenin içini
dolduran kısımlardı. Artık onların da sıradan bir hâl aldığını görmek üzücü.
Romanın son 100 sayfalık (yani 50 yaprağa yakın) bir kısmı İstanbul'da geçiyor. Brown'un "Kayıp Sembol" romanının tanıtımı için Altın Kitaplar'ın davetiyle İstanbul'a gelmesinden, bir sonraki romanında İstanbul'u da işleyebileceği belliydi zaten. Romanda Yerebatan Sarnıcı'nı ve orada gelişen olayları okumak güzeldi. Ama tabii Altın Kitaplar, kitabın tanıtımı için "Sonları da İstanbul'da geçiyor!" diye hikâyenin kurgusunu bozduğu için ayrıca bir teşekkürü(!) hak ediyor. Romanın son 100 sayfasına varmadan önce, hikâyenin İstanbul'da noktalanacağını Altın Kitaplar sayesinde önceden biliyorsunuz. Neden bir yayınevi, yabancı yazarının romanda sırf Türkiye'yi yazdığı için o kısmı tanıtımlarda kullanır anlamış değilim...
"Cehennem", "Kayıp Sembol" romanından biraz daha iyi bir lansmanla ve daha plânlı şekilde satışa çıktığı ve -hâliyle- daha çok konuşulup sattığı için, Dan Brown'un bir sonraki filme uyarlanacak romanı da "Cehennem" olmuş olacak. Bu sayede, Robert Langdon rolünde Tom Hanks'i İstanbul caddelerinde ve Yerebatan Sarnıcı'nda kovalamaca oynarken görebileceğiz. Sanki bu tür sahneler ülkemize çok iyi bir imaj kazandıracakmış gibi! Ama olsun, Kapalıçarşı'yı da görmüş olacağız. Film, önceki filmlerde olduğu gibi, başrolünde Tom Hanks ve yönetmen koltuğunda Ron Howard olarak 18 Aralık 2015'te gösterime girecek. Sony Pictures romanın film haklarını (tabii ki!) roman yayımlandığı anda satın aldı.
Brown bir sonraki romanında (muhtemelen 2016 veya 2017’de
yayımlanır, ya da daha geç) (belki de "Cehennem" filmine denk getirerek 2015 kışında), Facebook sohbetindeki bir soruya verdiği cevap
üzerine, Shakespeare’i ve ona karşılık olarak bir konuyu ele alacağını açıkladı.
“Melekler ve Şeytanlar” Vatikan - karşı madde, “Da Vinci Şifresi” Da Vinci -
kutsal kâse gibi konular olduğuna göre, bakalım Shakespeare’le ilgili nasıl bir
konu bulacak Brown... belki de olmak ya
da olmamaktır, kim bilir! Ama Brown her ne bulacaksa, evet yazma tarzı bu
olabilir fakat, şablonunu değiştirmesi, çeki düzen vermesi, daha ilginç bir şekilde yazması gerekir diye
düşünüyorum. Ve bu konuda, “Dan Brown, müthiş kitaplar yazıyorsunuz, Cehennem’i
hemen okudum ve çok beğendim! Bir sonraki romanınızı heyecanla bekliyorum!”
diyen (aşırı abartılı bulduğum) hayranları kadar iyimser olamayacağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder