19 Temmuz 2013 Cuma

Hayatın bir fotoğraf karesine sığması



İyi kötü bir hayat yaşarsın, sevdiğin sevmediğin insanlar olur, acı tatlı anıların olur, gülmüşsündür, ağlamışsındır... ve her şey bir günde biter, hayatın bir fotoğraf karesine sığar.


Hayat dediğimiz şey, düğün ve cenazenin bir karışımıdır aslında; Tanrının terazisinin o mükemmel dengesi, acı ve tatlının, iyi ve kötünün, mutluluk ve mutsuzluğun bir karışımı, bir birlikteliğidir. Kimse hayatı için sadece iyi veya sadece kötü demez - diyemez, çünkü aslında tamamen kötü olduğunu sandığımız hayatın içinde görmezden geldiğimiz iyi şeyler, aynı şekilde iyi olduğunu sandığımız hayatta bizi gizliden gizliye etkilemiş kötü şeyler de vardır. Bir insan hayatının tamamen iyi olduğunu söylüyorsa hayata tozpembe bakıyor demektir; tamamen kötü olduğunu söylüyorsa da kendisine sunulan iyi şeylerle ilgili nankörlük yapıyor demektir.

Her neyse... Yukarıda uzun uzadıya yazdığım hayat formülünün esasında vardığı en son nokta, ölüm. Hiçbir insanın kayıtsız kalamayacağı bir kelime ‘ölüm’; ölmek, bu dünyada olmamak, artık yaşamayacak olmak, ardında seni seven sevmeyen insanları bırakarak ‘huzur’a ermek... Bunun metaforik bir tanımlaması olarak da; hayatın bir fotoğraf karesine sığması... Yaşıyorsun; insanları seviyorsun, insanlar seni seviyor; insanlara kızıyorsun, insanlar sana kızıyor; seviniyorsun, üzülüyorsun; bazen tahmin ettiğini düşündüğün, bazen de tamamen tesadüflerle geçtiğine inandığın, sana biçilmiş bir hayatı yaşıyorsun ve bir gün o şey oluyor -adına ‘ölüm’ dedikleri- ve ne oluyor biliyor musun? Seni resmeden bir vesikalık fotoğraf bir çerçevenin içine sığıyor, çerçevenin altında adın soyadın yazıyor, onun altında da doğum ve ölüm tarihin... işte, bütün hayatının esas olarak betimlendiği an orası.

Fotoğrafın içine yerleştirildiği çerçeve, benim şimdiye kadar gördüğüm kadarıyla hep beyaz. Ben bunu şuna yoruyorum: camiye cenazeler gelmiş, hoca soruyor, “Rahmetliyi nasıl bilirdiniz?” Ahali cevaplıyor: “İyi bilirdik.” Hoca soruyor, “Hakkınızı helâl ediyor musunuz?” Ahali: “Helâl olsun!” Hakkınızı iki kere daha helâl ediyorsunuz, toplamda üç. Yani vefat eden kişinin sevabı, günahı artık ne varsa hepsi kabul olsun, benim onda hakkım kalmadı, helâl ediyorum diyorsunuz. İşte o çerçevenin beyaz kısmı bunu anlatıyor.

Adın soyadın, doğum ve ölüm tarihin ise siyah. Siyah kararlılık olabilir; kalın, sert, belki acı ama gerçek. İsmi şu şu, doğum tarihi şu, ölüm tarihi şu. Bunlara kimse itiraz edemeyeceği için bu bilgiler o beyaz kâğıt üzerinde siyah, kalın biçimde yazılmış.

Yani o yakamıza yapıştırdığımız çerçevedeki resmi çıkartırsak, elimizde iki renk kalıyor: siyah ve beyaz. Film gibi bir hayat, belki de Yin ve Yang; ‘her iyiliğin içinde bir kötülük, her kötülükte bir iyilik vardır. Hiçbir şey siyah beyaz değildir, bir damla tersini damlatırsın gri de olur.’

Ben kendimi bilmediğim bir zamandan bu yana ölen kişi için yapılan bu geleneğin gerçekten bu anlamları barındırıp barındırmadığını bilmiyorum, bu benim kendi yorumum. Ama biraz daha düşünecek olursak, son derece sıradan ve -belki de- bilinçsizce yapılan bu alışkanlıklar aslında içinde bazı özel ve genel anlamları, mesajları barındırıyor olabilir.

Gelelim esas meseleye; anneannemi kaybettim... Annemi kaybetmiştim, bu sefer anneannemi. Nasıl diyeyim, nasıl tanımlayayım diye kasmama gerek yok, iki kelime yeter: pamuk gibi. Pamuk gibiydi benim anneannem. Belki kızardı azarlardı ama o bütün ebeveynlerde var. Onu hesaba katmazsak, pamuk gibi bir insandı, gülerdi, hep gülümserdi - sırf yüzü değil, gözlerinin içi de gülerdi. 89 yaşında vefat etti, koskoca bir 89 yılı ardında bırakıp “Bana müsaade...” diyerek Hakk’ın rahmetine kavuştu. Cumhuriyet’in kuruluş zamanlarını görmüş, bir Cumhuriyet kadını. Devamlı çalışırdı, fiziksel olarak da, zihinsel olarak da. Kendimi bildim bileli gazete okurdu, kalkar yemek yapardı, duramaz evi toparlardı. Hiç durmazdı, durmadı... 2010 yazındaki rahatsızlığı kendini gösterene kadar. Bu kadar enerjik, bu kadar güçlü olmasını neye bağlardı bilmiyorum. Bir keresinde sormuştum nasıl bu kadar sağlıklısın diye, bana şöyle demişti; “Hiç içki içmedim, hiç sigara içmedim, hiç kahve içmedim.” (Son kısmı doğru hatırlamıyor olabilirim, aklımda kahve olarak kalmış.) Hani hep derler ya şunu şunu yemeyin içmeyin, uzun ömürlü ve sağlıklı yaşayın diye; işte anneannemin formülü de buydu. Namazında niyazında bir insandı, vakti geldi mi namazını eksiksiz kılardı. Kendimi bildim bileli hiçbir yanlışı, hiçbir kötülüğü olmadı. 2010’da geçirdiği rahatsızlıktan ötürü fiziksel olarak belki yoruldu, hayat onun için biraz daha zorlaştı; ama yılmadı ve yaşamaya devam etti. Onu ne zaman ziyaret etsem, “Nasılsın iyi misin?” diye sorsam, iki eliyle önce göğsünü gösterip, “Allah sağlığımı,” der, sonra ellerini başının iki yanına götürüp tutar gibi yaparak “ve aklımı korusun, hiçbir şeyim yok.” derdi.

Karşıyaka Mezarlığı’na bir sene içinde üçüncü gidişim oldu: 2012 Ağustos’ta Bilkent’ten bir arkadaşım trafik kazasında hayatını kaybetmişti; 2012 Aralık’ta eniştemin babası Zeki Dede’yi kaybettik (annemle çok iyi anlaşırlar ve birbirlerini çok ama çok severlerdi); 2013 Temmuz’da da anneannemi kaybettik... Artık o kadar alıştım ki (Allah sık gitmeyi nasip etmesin tabii), mezarlığa yolum sene içinde illa bir şekilde düşüyor ve o gerçek, “Ben buradayım,” diyor.

Bir cenazeye gittiğimde, bir sevdiğim, akrabam, arkadaşım vefat ettiğinde şunu düşünüyorum: bir insanın kendini bu kadar sevdirdikten sonra gitmesi doğru mu? Böyle bir durumda doğru nedir? Elbette göreceli. Bize kendini sevdiren zamanı geldi mi gidiyor, durdurmanın, önüne geçmenin imkânı yok; yapılacak şey kabullenmek, çünkü elimizden başka hiçbir şey gelmiyor. Benim ya da başka kimsenin gücünün yetmediği bir durumda, Allah’ın verdiği canı Allah alıyor, sana da gidenin ardından, “Nur içinde yatsın...” demek düşüyor.


Evet sevgili dost; hayatın ne olursa olsun, nasıl yaşamışsan yaşa (dilerim iyisiyle kötüsüyle lâyık bir hayat yaşarsın), bilmeni isterim ki en sonunda fotoğrafın beyaz bir çerçevenin içine sığıyor, altında adın soyadın, doğum ve ölüm tarihin, hepsi bu... Bedenin bir kutu içindeyken, ruhun bize o fotoğraf karesinden gülümsüyor, belki de sadece bakıyor...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder