Ömer en sonunda dönemin son sınavını da vermiş, başarıyla
geçen sınavının haklı gururu olarak mutlu ve içi rahat biçimde yurttaki
eşyalarını bavuluna toplamıştı. Yolculuk vardı memlekete. Okulun sömestr
tatilinden fırsat bulup memleketine, ailesine, annesine kavuşacaktı. Yine de,
içi rahat olsa dahi, biraz tedirginliği de yok değildi hani.
Mersin’e gidecekti, ailesi orada yaşıyordu. Onlardan her
okul döneminde ayrılıp Ankara’ya geliyor ve üniversitedeki eğitimine devam
ediyordu. Mersin ve Ankara arasında iki senedir mekik dokuyordu yani.
AŞTİ’ye varmış, bilet aldığı seyahat acentesinin otobüsünü
bularak bavulunu görevliye vermiş, o da bagaja yerleştirmişti. Şimdi tek
yapması gereken, hâlâ kurtulamadığı sigaradan bir dal içip yerine oturmaktı.
Sonra ver elini yolculuk, 7 saat sonra da evindeydi...
Beş dakika içinde sigarasını tüttürüp etraftaki diğer
insanları ve gelen giden otobüsleri seyrettikten sonra, izmariti yere atıp
ayağıyla çiğneyerek söndürdü ve otobüse bindi. Genel olarak üniversite
öğrencilerinin final zamanı yeni bitmiş olduğu için, otobüsün büyük çoğunluğu
öğrenci gençlerden oluşuyordu. Ömer koridorda ilerleyerek elindeki biletten
numarasını kontrol etti ve kendi yerini buldu; cam kenarında oturacaktı. Oldum
olası cam kenarını sevmişti hep yolculuklarda; dışarıyı, gökyüzünü izlemek,
gözlerinin önünden akıp giden görüntüleri seyrederek hayallere dalmak.
Oturduktan on dakika sonra yanına başka bir yolcu daha
oturdu ve otobüs dolduktan sonra kapıları kapandı, şoför aracı çalıştırdı ve
hareket haline geçtiler. Otobüs park yerinden çıkarken muavin de elinde
listeyle yolcuların arasında geziyor, kâğıda notlar alıyordu. Kim Mersin’de
nereye gidecek, nerede inecek bilgileri alındıktan sonra muavin ortadan
kayboldu. Ömer başını cama yaslayarak dışarıyı izlemeye koyuldu.
Yarım saat - kırk beş dakika içerisinde şehrin dışına
çıkmışlardı artık; yolun devamında varsa tek tük yapılar, geri kalanında da
otluklar, ovalar, dağlar vardı, gökyüzünde de bulutlar asılıp bırakılmış gibi duruyor,
otobüsün hareketinden ötürü geriye doğru yüzerek kayboluyorlarmış gibi
gözüküyordu. Ömer Mersin’i düşündü; Ankara’nın soğuğuna nazaran şimdi orada
ılık bir hava vardır, diye geçirdi içinden. Özellikle de annesini düşündü, ne
çok özlemişti onu... Oğlu geliyor diye sofrayı kesin bir sürü yemekle
donatmıştı. Deli kadın. Oğlu gelecek diye deli oluyor. Aynı şekilde onu evden
kendi deyimiyle “ta Ankaralara” yollarken de deli oluyordu. Tek tesellisi,
kendi elleriyle yaptığı ve Ömer’in bayıldığı yaprak sarması, biber dolması ve zeytinyağlı
fasulyeyi birer kaba doldurup oğlunun yanına vermesiydi, o Ankara’ya gidince
yerdi muhakkak. Sahi, Ömer gelecek diye annesi çoktan yaprak sarmalarını
yapmış, biber dolmalarını hazırlamış bekliyordu şimdiden değil mi?
Ömer otobüsün içindeki multimedya sistemini kullanmak üzere
kulaklığı taktı, ekrandan müziği seçti ve listeden Türkçe pop kategorisine
bastı. Şansına, listede Sertab Erener’den “Lâl” adlı parça vardı; Ömer kendini
bildi bileli bu şarkıyı pek severdi. Şarkı biraz hüzünlüydü, ama yine de
severdi.
Şarkıya bastı ve kulaklıkta müzik çalmaya başladı;
“Bir bulut olsam, yüklenip yağsam,
Dökülsem damla damla toprağıma
Bir deli nehir, bir asi rüzgâr
Olup kavuşsam üzüm bağlarına...”
Şarkı akarken, Ömer de camdan dışarıdaki bulutları izleyip
içinden geçirdi: “Bir bulut olsam...” Bir bulut olsa, gökyüzünde süzülüp yol
alsa, o hafifliği, o rahatlığı, o huzuru hissetse... Bir bulut gibi, esasında
diğer bulutları takip eder gibi, ama kendi içinde özgür, istediği yere doğru
yayılabilen bir kütle...
Otobüs varınca onu babası karşılayacak, eve götürecek, evde
annesi kapıda onu bekliyor olacak ve oğlunu görünce gözleri ışıl ışıl, “Hiii,
oğluuum!” diyecek, Ömer de, “Annem!” diye onun boynuna sarılacak ve ikisi
birlikte koklaşacaklar. Ömer bavulunu içeri alacak, sonra salonda annesinin
hazırladığı sofrayı, dahası sofrada yaprak sarmasıyla biber dolmasını görür
görmez heyecanlanıp annesine bir kez daha sarılacak, “Anneeeem!” diye onun
boynunu birkaç kere öpecek. Ama annesi boynundan huylanıyor ya, Adile Naşit
gibi kıkır kıkır gülerek, “Oğlum dur, ahahahaha!” diye onu durdurmaya
çalışacak, ama nafile, Ömer onun boynundan güzel güzel parçaları öperek
toplayacak...
“Annemin sesiyle güne uyansam” diyordu parçada. Ömer buna
hak verdi; birkaç saat sonra evine gidecek, orada ailesine kavuşup keyifli bir
akşam yemeği yiyecek, ertesi sabah annesinin sesiyle uyanacak...
“Ömer,” diyecek annesi, “kalkmayacak mısın oğlum?”
“Biraz daha uyuyayım anne,” diye diretecek Ömer.
Annesi de, “Eh, daha dün yoldan geldi, yol yorgunu, tatil
hem, uyusun az daha,” diye düşünerek odanın kapısını sessizce kapatacak, Ömer
biraz daha uyuyacak.
Söz vermişti annesine, babasına, dönemi iyi bir dereceyle
bitirip tatile öyle gelecekti memlekete. Gerçi annesi de babası da bu derece ve
benzeri şeylerden pek anlamıyorlardı, o yüzden sadece, “Sen başarırsın her şeyi
oğlum, biz sana inanıyoruz,” demekle yetinirlerdi.
Sonra ilk gün babasıyla gezecek, onun işlerine biraz yardım
edecek, onunla takılacak, ertesi gününü de annesine ayıracaktı. Annesi illa ki
onu çarşıya pazara götürecek, yeni giysiler, iç çamaşırı falan alacaktı.
Ömer’in yurttan getirdiği giysileri de elbette yıkanacaktı, ama işte annesine
göre “o giysiler biraz eskimişti, yenilerinin de alınması gerekiyordu”.
Şarkı devam ederken, “Bir turna olsam, yollara vursam,”
diyordu Sertab’ın sesi. Ömer de kendini bir an gökyüzünde hissetti; bir
turnaydı, kendini yollara vurmuş, memleketine gidiyordu. Bir nevi soğuk
iklimden sıcak iklime kaçıyordu.
Çarşıda annesi ve ablasıyla gezecek, sonra biraz
yorulacaklar ve güzel bir çay bahçesine oturacaklar, denizi seyrederken
çaylarını yudumlayacaklardı. Annesinin çantasında illa ki dijital fotoğraf
makinesi olacaktı ve onu çıkartıp resim çekileceklerdi. Annesinin 90’lardan
kalma analog makinesinden dijital makineye geçişi pek kolay olmamıştı, ancak
“Dur bakayım bir nasıl çıkmışız?” alternatifi onu cezbetmişti. Babasıyla ikisi
gidip ekonomik bir dijital fotoğraf makinesi almışlardı ve makine çoğunlukla
annesinin yanında oluyordu. Ânı yaşamak ne kadar önemliyse, onu
ölümsüzleştirmek de bir o kadar önemliydi; öyle demişti annesi.
Çaylarını içerlerken Ömer ablasıyla üniversiteyle ilgili
muhabbetler edecek, gelecek plânlarıyla ilgili bir şeyler konuşacaktı.
“Amaan, boş verin şimdi okulu!” diyecekti annesi. “Zaten
okuldan yeni gelmiş, başka şeyler konuşun.” Ve çantasından sigara paketini
çıkartacaktı. İşte esas problem de buydu: sigara. Ömer her ne kadar kendisi
içiyorduysa, annesinin içmemesi gerekiyordu. On seneye yakın içmiş, birkaç sene
önce de bırakmıştı. Şimdi yeniden elinde paket olması Ömer’i kızdıracaktı ve
Ömer ne olduğunu anlamayarak ablasına bakacak, o da, “Söyledik ama ne
yapalım...” bakışı atacaktı.
“Hani sigarayı bırakmıştın anne?” diye soracaktı Ömer. “Hani
bana söz vermiştin? Benim okul sözüme karşılık senin sigara sözündü?”
“Aman oğlum öyle çok içmiyorum, arada bir, bir dal sadece.”
Ömer ablasına dönüp bakacaktı, ablası, “Hiç de değil,” der
gibi gözlerini devirecekti.
“Anne!” diyecekti Ömer imalı bir sesle.
“Ay vallahi!” Annesi kızına bakacaktı, “Sen de gözlerini
devirme öyle! Ne var yani kırk yılda bir kere içemez miyim?”
Kızı bununla ilgilenmeyip başını çevirerek denizi
seyredecek, annesi sigarayı yakarak tellendirecek, Ömer de bu duruma
bozulacaktı. Çünkü her şey bu kadarla basit değildi.
Üniversitede ikinci senesi başlamaya yakın ve Ömer Ankara’ya
gitmek üzere hazırlanırken babasıyla konuşmuştu.
“Durumu pek iyi değil gibi Ömer,” demişti babası. Annesinin
akciğerleriyle ilgili ufak bir problem çıkmıştı, ancak çok geçmeden çözülmüş,
aile rahat bir nefes almıştı. Şimdi aynı problem yine nüksetmişti. Ömer aptal
değildi; üniversitede kimya bölümünde burslu okuyordu ve fen bilimine olan
yatkınlığı, yaptığı ufak bir de araştırma sayesinde annesinin kanser olduğunu
öğrenmişti. Bunların hepsi, Ömer üniversiteye başlarken olmuştu ve onun eğitimi
sekteye uğramasın diye pek dile getirilmemiş, durumun vahametinden
bahsedilmemişti.
İki sene öncesinde de, belki daha da önce, Ömer annesiyle bu
durumu konuşmuştu.
“Anne bak,” demişti, “sana zarar veriyor, biliyorsun,
görüyorsun.” Annesinin sigara yüzünden daha önce geçirdiği rahatsızlığın
neticeleri hem psikolojik, hem fiziksel olarak ortadaydı.
“Vallahi bırakacağım oğlum,” demişti annesi.
“Bak beni seviyorsan,” diye yinelemişti Ömer. “Ben okulla
ilgili söz verdim, sen de sigarayla ilgili söz vereceksin.”
Daha sonra annesini Mersin’de şehrin biraz dışında kırlık
bir yere bisikletiyle götürmüştü.
“Ay düşeceğim oğlum!” diyen annesi feryat figan onun arka
tarafında oturmuş, beline sıkı sıkı sarılmıştı.
“Korkma bir şey olmaz,” demişti Ömer gülümseyerek.
Belli bir süre bisikletle gittiklerinden sonra, Ömer ovalık
bir yerde bisikleti park etmişti ve annesiyle birlikte otların arasından
yürümeye başlamıştı.
“Deli çocuk, nereye götürüyorsun beni?” diye sormuştu
annesi, bir yandan otların arasından düzgün yürümeye çalışarak.
“Doğaya,” demişti Ömer.
Bir süre sonra Ömer koşmaya başlamıştı, annesi arkasından
“Nereye? Ömer nereye?” diye bağırsa da Ömer onu dinlemeden koşmuştu. Annesi de
bir süre sonra inadı bırakıp onun arkasından koşmaya başlamıştı; ana oğul ovada
alabildiğine koşmuşlardı. Ömer annesi ona biraz yaklaşabilsin diye hızını
düşürmüştü, annesi saçının birkaç teli yüzüne düşmüş halde onun yanında
koşarken ikisi de gülmeye başlamıştı.
Gülerek birkaç dakika koştuklarından sonra, Ömer durup nefes
nefese, hâlâ gülerek yere dizinin üstüne çökmüştü, annesi de ona yetişerek
arkasında durmuş, ellerini onun omzuna koyarak dinlenmeye başlamıştı.
Ömer başını yukarı kaldırıp, gözleri kapalı, havayı derin
derin solumuştu kollarını iki yana açarak. Annesi de yanına gelip o da
dizlerinin üzerine çökmüştü ve oğlunu taklit edercesine kollarını iki yana
açarak başını geriye yatırıp gözleri kapalı, havayı, yüzüne esen rüzgârı
solumuştu.
“Kokuyu alıyor musun?” diye sormuştu Ömer. “Doğanın,
tabiatın kokusunu. Gökyüzünün kokusunu. Çiçeklerin kokusunu.”
“Almaz olur muyum?” demişti annesi.
Ömer başını çevirip annesine içten bir gülümsemeyle
bakmıştı. “Eğer bu havayı solumak hoşuna gidiyorsa, sigara içme anne,” demişti.
Annesi de başını ona çevirerek dudağını büzüp içten bir gülümsemeyle bakmış,
biraz da mahcup olmuştu belli ki.
Başını yukarı çevirmişti Ömer, bulutları işaret ederek;
“Gökyüzündeki şu bulutları görüyor musun?” diye sormuştu.
“Hı-hı.”
“Ne kadar saf, beyaz, pırıl pırıllar.”
“Evet.”
“Sigara içmediğin sürece bir bulut olursun; aynı onlar gibi
hafif, sağlıklı olursun, yüzüne esen rüzgârı tüm çıplaklığıyla hisseder,
soluyabilirsin, çiçeklerin kokusunu alabilirsin.”
“Hı-hı...”
“Sonra da huzurla yüklenip nereye istersen oraya yağarsın.”
Ömer başını indirip tekrar annesine bakmıştı, o da oğluna.
“Ne güzel anlatıyorsun,” demişti annesi.
Bugünden yedi sekiz ay önce ablası arayıp annesinin yeniden
sigaraya başladığını söylemişti. “Öyle çok fazla değil, tek tük içiyor, ama
içmemesi lazım işte,” diye dert yanmıştı ablası telefonda. Sesinin
donukluğundan moralinin bozuk olduğu anlaşılıyordu.
“Dönem bir bitsin, geleyim hele, bakarız bir çaresine,”
demişti Ömer. Nisan civarlarıydı ve dönemin bitmesine bir - bir buçuk ay
kalmıştı.
Sonra memlekete dönmüştü, annesiyle yine konuşmuştu. Yine
anlatmıştı uzun uzun; “Beni seviyor musun?” diye sormuştu, annesi de, “Oğlum o
nasıl söz öyle?” demişti. Ömer annesinin bu sevgisini eyleme de dökerek
sigarayı bırakması gerektiğini söylemişti. Annesi de, “Tamam, söz valla bak
bırakacağım,” demişti. Ömer yeniden okul için Ankara’ya dönmüştü, yanında
annesinin kaplara doldurduğu biber dolması ve yaprak sarmasıyla.
Bütün bir dönem iyi, güzel geçmişti, derslerine sıkı sıkı
çalışmış, biraz zorlanmış, psikolojik olarak da biraz rahatsız olmuş olsa da,
verip bitirmişti işte bütün dersleri. Son sınavdan bir hafta önce babasını
arayıp konuşmuş, derslerden, dönemden ve birkaç hafta içinde geleceğinden
bahsetmişti. Babasının sesi biraz donuktu, ancak Ömer sorduğunda herhangi bir
problem olmadığını söylemişti. “Geçinip gidiyoruz işte oğlum, ne olacak, hayat
kaidesi,” demişti.
Bu Ömer’e yetmemişti. Birkaç gün sonra da ablasını aramıştı,
“Ne oluyor? Her şey yolunda mı?” diye sormuştu.
Ablasının ses tonunda değişik bir tını vardı, mutlu, rahat
geliyordu, ama sanki öyle olması
gerekmiyormuş da öyleymiş gibiydi. Bu şekilde düşünebilmişti Ömer; öyle olması gerekmiyormuş da öyleymiş gibi.
Bu da ne demektiyse?
Otobüs uzun süren yolculuğun ardından mola vermek üzere
tesislerde durmuştu. Ömer’in karnı biraz acıkmış olduğu, ancak çok da tıka basa
doldurmak istemediği için gidip kafeteryadan bir karışık tost, bir de çay
almıştı. Otobüsün yakınlarında çay eşliğinde tostunu mideye indirip üzerine de
bir dal sigara yakmıştı yine. Aklına da ablasının son telefon konuşmasındaki
açıklaması gelmişti; “Annem yine sigaraya başladı, onun gerginliği var biraz.”
“Ne kadar tuhaf,” diye geçirdi içinden Ömer. Tekrar
memleketine, ana ocağına gidiyordu, annesini bir kez daha sigara konusunda
uyarabilmek için; ancak otobüsün verdiği molada sigarasını tüttürmeyi de ihmal
etmiyordu. “Bir insanı sigaradan vazgeçirmeye gidiyorum ve sigara içiyorum, ne
kadar komik...” Bunu düşünmesiyle birlikte, henüz tamamını bitirmemiş olduğu
sigara dalını yere atıp bu sefer daha kuvvetli çiğneyerek söndürmüştü.
Otobüse geri binip yolculuğun kalanında aynı şarkıyı tekrar
açarak yine düşüncelere daldı.
Annesiyle oturmuş karşılıklı yaprak dolması sarıyorlardı.
“Ablama öğretsene şunu, bana öğreteceğine?” demişti Ömer.
“Amaan, sevmiyor o böyle şeyleri,” demişti annesi yüzünü
ekşiterek.
“Ben çok mu seviyorum sanki?” diye sormuştu Ömer gülerek.
“Seninle yapması ayrı,” demişti annesi, muzırca bir gülümsemeyle.
“Hem iki gün sonra bunlardan yanına isteyeceksin. Bir şeyi istiyorsan onun için
emek vermelisin.”
“Bak seeen...” Ömer sinsi sinsi gülmüştü.
“Hem bakarsın elin alışır, yarın öbür gün yurttaki odanda da
yaparsın.”
“Arkadaşlara ziyafet olur diyorsun.”
“Eh, çok mu zor?”
İkisi birbirlerine aynı muzırlıkta gülümserlerken, annesi
tencerenin dibine sıralamaya başlamıştı sarmaları.
“Hani seninle daha önce ovalara gitmiştik, beni bisikletle
götürmüştün,” diye konuya girdi annesi.
Ömer başıyla onayladı.
“Orada bana bir bulut olmaktan bahsetmiştin, bulut olunca ne
kadar hafif olunduğundan, her yere gidebildiğinden.”
“Evet?”
“Ben bir bulut olsam ne olur?”
“Nasıl yani?”
“Hani böyle bir gün bir bulut olsam, gökyüzünde süzülsem,
sonra mutluluk yüklenip istediğim yere yağsam...”
Ömer bilim insanıydı, onun için anne duygusal olarak ayrı
bir yerdeydi, ancak mantık daha ağır basardı her zaman için.
“Sen beni mi sınıyorsun?” diye sormuştu yan yan
gülümseyerek.
“Ne sınaması?”
“Hani bir gün göçüp gidersen, gökyüzünde bir bulut olursan
falan...” Annesi sessiz kalınca Ömer cümlenin devamını getirdi: “Ne hissederim,
onu mu merak ediyorsun?”
“Ay yok canım,” diye kıvırmıştı annesi, “Öyle meraktan
sordum.” Yapmacık bir ‘mesela’ oyunculuğuyla gözlerini yukarılara süzüp devam
etti; “Hani sen öyle anlattın bir bulut olmak falan, benim de aklıma takıldı,
onu sorayım dedim.”
“Duygusal olarak yani.”
“E yani.”
“Sana bir şey olmasını istemem,” demişti Ömer tek seferde. “Sağlıklı
olmanı isterim. Seni kaybetmek istemem.”
“İyi o zaman,” demişti annesi, yüzünde içten bir
gülümsemeyle. “Sigarayı bıraktım.”
Ömer elindeki yarım kalan yaprak sarmasını bırakıp elleri
kıymalı halde yerinden kalkarak annesinin yanına gitmiş ve sarılmıştı; annesi
kendi kıymalı elleri oğluna değmesin diye havada tutmuş, “Ay oğlum dur!”
diyerek yine Adile Naşit’inki gibi gülüşünü koyuvermişti.
O zamandan beri annesi ne kadar doğru söylüyordu, ne kadar
ondan gizliyordu bunu bilmiyordu, ancak annesiyle ilgili işlerin iyi
gitmediğinin hemen hemen farkındaydı, memleketine, annesine gidiyor olmanın
verdiği mutluluğun yanında, içinde bir yerlerde olan tedirginlik de bundandı.
Otobüs yedi saati aşkın yolculuğun ardından Mersin'deki terminale vardı. Ömer eşyalarını toparlayıp, aklında annesinin yaprak sarmaları
ve biber dolmalarıyla, yerinden kalkarak kalabalığın arasından geçip kapıdan
indi.
Terminalde etrafa göz attı, babasının gelmiş olacağını
düşünerek gözleriyle onu aradı; babası yoktu, onun yerine uzaklarda ablasını
gördü. Terminalin kafeterya kısmında usulca oturuyordu. Ömer’i görmüştü,
yerinden kalkarak ona doğru yürümeye başladı. Yaklaştıkça, usul halinin yerini
kederli görüntüsü aldı; yüzü gözü şiş halde onun yanına vardı.
“Hayırdır, ne oldu?” diye sordu Ömer anlamayarak. Ânın
şaşkınlığından olsa gerek, espri yapma gereği duydu. “Beni bu kadar özlediğini
tahmin etmemiştim,” dedi gülümseyerek; ancak ablasının yüzündeki karalar
bağlayan duygusal ifade kaybolmayınca Ömer’in gülümsemesi siliniverdi.
“Ne?... Ne oldu?” diye sordu Ömer.
“O’nu kaybettik...” dedi ablası burnunu çekerek. Bunu
söylerken gözünden iki damla yaş süzüldü. Ellerini uzatarak Ömer’in ellerini
tuttu. Ömer ağzı açık kalakalmıştı. Onca yolu annesine sigarayla ilgili nasihat
verme ve onun yaprak sarmalarıyla biber dolmalarını yemek üzere geldiğini
sanıyordu; oysa ki yolculuğu, annesinin yolculuğunun bir özeti gibi onca saat
içinde akıp gitmişti...
Bavulunu otobüsün bagajından alıp koluna giren ablasıyla
terminalden yürüyerek uzaklaşırken, Ömer başını kaldırıp gökyüzünde yavaşça
hareket halinde olan bulutu izledi: annem, diye geçirdi içinden, bir bulut
olmuş, gökyüzünde süzülerek onunla birlikte ilerliyordu, yüklendiği
mutluluklarla belki de bir yerlere yağacaktı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder