26 Aralık 2012 Çarşamba

Olur böyle vakalar, Türk polisi coplar!




Türk vatandaşı bu ülkenin polisine, çevik kuvvetine, emniyet müdürlüğüne emanet…  Peki onların bundan haberi var mı?


Son olarak 18 Aralık 2012’de ODTÜ’de gerçekleştirilen Göktürk 2 adlı Türk uydusunun fırlatılışı sırasında okuldaki öğrencilerin haklı olarak başbakanı protesto etmesi sırasında emniyet güçlerinin gösterdiği orantısız kuvvet ve bir basketbol müsabakasında hakeme laf attığı gerekçesiyle astım hastası Mutlu İlke Ülker’in polis tarafından coplanması, beni Türk polisinin bu ülkede ne işe yaradığı konusunda düşünmeye itti. Malûm Türk polisi, çevik kuvvet, vatandaşı korumaya, emniyetini sağlamaya yönelik hareket etmeli, eylemleri de buna yönelik olmalıdır... Peki gerçekten böyle mi? Tabii ki hayır!

Türk polisi son 10 senedir iktidarın polisliğini yapmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Son 4-5 senedir okuduğumuz, izlediğimiz haberler de bunu destekler nitelikte. O zaman şöyle bir sıralama yapmamız mümkündür; Türk polisinin görevi nedir?

- Başbakan Tayyip Erdoğan’ı korumak ve kollamak.

- Başbakan Erdoğan’a karşı laf atan birini coplamak.

- Başbakan Erdoğan’ı eleştiren birini coplamak.

- Başbakan’ın geçeceği yolda veya bulunacağı yerde duranı coplamak.

- Kendisine ters gelenleri coplamak.

- Kendisine karşı çıkanları coplamak.

- Kendisine bakanları coplamak.

- Coplamak.

- Cop-lamak.

- Copla-mak.

- Coplam-ak.

Sonuncusu galiba biraz daha polis-hükümet ilişkisini yansıtan bir heceleme oldu, içinde “AK” var neticede(!).

Polisten, hatta Türk polisinden oldum olası haz etmem. Hepsinin bana karşı garezi var veya hepsi bana kötü bir eylemde bulundu diye değil; bu ülkede Türk polisi olarak yer alan polislerin kendi içindeki nefreti başkasına kolaylıkla gösterme rahatlığı sergilemesinden ötürü. Sırf bu rahatlığın sağlanmasından ötürü başta başbakan olmak üzere hükümetten de haz etmiyorum, hatta sevmiyorum.

Peki, nedir bu kendi içindeki nefreti başkasına kolaylıkla gösterme rahatlığı? Şöyle bir şeydir:

Genci vurarak öldüren polis:



Türk bayrağı açana tekme atan polis:



Düğünde kafasına göre silah sıkan polis:



Karakolda şiddet uygulayan, tehdit eden polis:



Erzurum’da kız arkadaşını ve yanındaki erkeği vurduktan sonra kendini öldüren polis: http://www.haberler.com/erzurum-da-polis-memuru-dehset-sacti-3956184-haberi/


Ve daha bunlar gibi pek çok örnek mevcut. Şimdi burada şöyle bir ince çizgi olan ayrımı yapmamız gerekiyor: insanoğlu şiddete zaten meyillidir, en sakin, en naif bir insan bile belli bir ‘kırılma noktası’na gelince şiddet uygular, uygulayabilir. Yani insanoğlunun öyle veya böyle şiddete başvurmayla ilgili her hakkı saklıdır. Türkiye’nin de ataerkil bir toplum olduğu gerçeği yadsınamaz, yani Türkiye’de her iki erkekten biri (bu varsayımı kafamdan atarak veriyorum) illa ki şiddete meyillidir veya şiddet uygulayabilir/uygular. Hâl böyle olunca sen bir Türk’ün eline tabanca veya yaralayıcı bir silah verecek olursan, o Türk herhangi bir öfke ânında biriyle kavga ettiği sırada o silahı karşı tarafı yaralamak için elbette kullanır. Sen bir polisin eline silah verecek olursan polisin o silahı kullanma yetkisi vardır. Fakat üst satırlarda sıraladığım ataerkil toplum ve Türk’ün saldırgan tavrı üst sıralara oynayınca, bu yetki suistimal edilebiliyor rahatlıkla.

Polisin hükümetin emri altında bulunması ve hükümetin emir verdiği biçimde her türlü saldırıyı ve yaralamayı gerçekleştirebilmesi, kendi içindeki nefreti başkasına kolaylıkla gösterme rahatlığını da ister istemez etkiliyor. Yani kısaca şu noktaya gelmiş oluyorum: hükümet emniyet güçlerine, “Gençler sokakta eylem yapacaklarmış; engelleyin, gerekirse cop ve biber gazı kullanın,” derse (bu kararı hükümetin verdiğinden emin değilim, emniyet güçlerinin müdahale maddelerinde de yazıyor olabilir), bizim Türk polisi içindeki bütün kini ve nefreti gerekli olmadığı halde kullanma rahatlığını göstermiş olur- ve bu rahatlığı gösterir de!

Mesela ODTÜ’de 18 Aralık 2012’de Göktürk 2 Türk uydusunu fırlatma etkinlikleri için üniversiteye gelen Tayyip Erdoğan’ı korumak ve kollamakla mükellef olan polisin, üniversite öğrencilerine orantısız güç kullanma rahatlığı gibi:






Üstelik 18 Aralık 2012’deki ODTÜ olaylarında her şeyi başlatan kim biliyor musunuz? Yok, bu konuda sakın başbakan Tayyip Erdoğan’ı dinlemeyin, onu dinlerseniz konuyu “Polisler cicidir, öğrenciler arsız!” noktasına getirebilir, kanmayınız! Yandaş olmayan medyayı dinlemek daha iyi. Mesela şurada anlatıldığı üzere; ODTÜ’de ilk saldırıyı polis gerçekleştiriyor. Zaten haber videolarından da görebileceğiniz üzere, saldıran, orantısız güç kullanan hep polis. Çünkü elinin altında saldırı imkânı var, çünkü kendisine emir verilmiş ve çünkü kin dolu.


Sakin biçimde ilerleyen protesto.



Saldırıyı polisler gerçekleştiriyor.



Ve birden savaş alanı hâline gelen ODTÜ.



Yılmayan gençler.



'Sürü'süne bereket bir polis ordusu. 
O kadar polisin orada ne işi var?



Saldırı sonrası ODTÜ: 'yangın yeri'.


Burada zaten hükümet ve başbakan açısından bir yanlış var, o da şu ki; başbakan eleştirilemez, protesto edilemez değildir! Bir başbakanın bunu hâlâ öğren(e)memiş olması onun ayıbıdır, gençliğin değil. Bir başbakanın peşinde 5000 (bazı haber kaynaklarında 2500 de deniyor, önemli olan bir öğrenci ortamına binden fazla polisle giriyor olmak) tane polisle bir üniversite içine girip kendisini herhangi bir saldırı olmadan eleştiren, protesto eden öğrencilere karşı bu 5000 polisi salması ve her türlü kaba kuvvetin, copun, biber gazının ve tazyikli su sıkmanın serbest olması demokratik değil, çağdışıdır, bizim ilkemizde de -ne yazık ki- ileri demokrasi olarak adlandırılmaktadır. Hatta başbakan ve emrindeki polisler o kadar suçsuzdur ki, kendisini protesto eden ve polis engeline takılan üniversite öğrencileri esasında Göktürk 2 adlı Türk uydusunun uzaya gönderilmesini protesto etmektedir. Yoksa başbakana ve hükümete göre polis yapılması gerekeni yapıp doğru bir şiddet uygulamaktadır, değil mi?

Peki ne yapar bizim polisimiz başka? Tek derdi öğrenciyle midir? Tabii ki değil! Astım hastası bir gence de saldırmaktan kendini alıkoymaz, hâşâ!



Buradaki sebep de, üst satırlarda yazdığımın aynısı: kendi içindeki nefreti başkasına kolaylıkla gösterme rahatlığı. Türkiye gibi bir ülkede sen belli birtakım insanlara şiddet kullanma izni verirsen, o insanlar o şiddeti kafasına göre kullanma rahatlığını da gösterir, bundan hiç şüpheniz olmasın. Ama işte buna polis diye bir de kılıf uydurmuşlar ki “Minareyi çalan kılıfını hazırlar” atasözünü anımsatan bir kılıftır bu; “Hükümeti koruyup kollayacak, onun emirlerine biat edip şiddete başvuracak insanlar olması lazım” mazeretine polis kılıfı eklersen çok iyi de oldu, çok güzel iyi oldu tamam mı?

Bir de mesela ülkenin çok güzel bir İçişleri Bakanı vardır İdris Naim Şahin adında, polisin serbestçe kullanmasına izin verilen ve öldürücü etkisi olduğu da bilimsel olarak tespit edilen biber gazı için çıkar der ki(http://www.cnnturk.com/2012/guncel/08/15/olduren.gazi.savundu.yuzde.100.dogaldir/673007.0/index.html); “Biber gazımız %100 doğaldır.” Peki ne işe yaradı o “%100 doğal” biber gazımız biliyor musunuz? 31 Mayıs 2011’de başbakan Tayyip Erdoğan’ın Hopa’yı ziyareti sırasında kendisini protesto eden halka polisin biber gazı sıkması sonucu öğretmen Metin Lokumcu’nun vefat etmesine sebep oldu.



Bu da videosu:



Gördüğünüz üzere, olaylara polis müdahale etmeden önce hiçbir problem yok ve halk gayet makul biçimde protestosunu yaparken, polis müdahale ettikten sonra ortalık savaş alanına dönüyor ve öğretmen Metin Lokumcu da haklı olarak isyan ediyor. Ancak tabii bir vatandaşın ölümüne sebep olan, polisin sıktığı biber gazının “%100 doğal olduğu” açıklamasını yapan İdris Naim Şahin’e mi kızmak lazım, yoksa onu o koltukta oturtan başbakana mı, yoksa başbakanı el üstünde tutan oy verenlerine mi bilemiyorum. İnsan burada ister istemez soruyor “Demokrasi bunun neresinde?” diye.

Hatta bu ileri demokrasi hareketlerinden biri de, 4 Aralık 2010 günü başbakan Tayyip Erdoğan’ın rektörlerle yaptığı toplantıyı protesto eden öğrencilere karşı polisin saldırmasında da rahatlıkla görülebilir.



Haber aynen şöyle:

“4 Aralık Cumartesi günü Başbakan Erdoğan'ın rektörlerle yaptığı toplantıyı protesto etmek amacıyla yapılan eylemler sırasında, çevik kuvvet ekiplerinin tekmelerle hamile bir kadın öğrencinin karnındaki bebeği öldürdüğü ortaya çıktı. Bayan öğrenci dehşet verici olayı ''Polislere ‘vurmayın hamileyim’ dememe rağmen karnıma tekme ve coplarla vurdular'' sözleri ile anlattı.”

Haberin devamını da buradan okuyabilirsiniz. Bunlar nedir biliyor musunuz? Son derece normaldir. Faşizm ve diktatör rejimi ile yönetilen bir ülkede bunlar son derece normaldir; anormal olan ise, bu vahşi eylemlere göz yuman ve dikta rejimini destekleyerek oy veren halktır. Bu halkın kini ve öfkesi de polis maskesi altında kendinden olmayan vatandaşa kaba kuvvet ve şiddet uygulama olarak kendini göstermektedir.

Tam bu yazıyı yazarken yeni karşılaştığım bir haber de, 7 tane polis memurunun bir vatandaşa karşı gerçekleştirdiği linç girişimi. Evet, en basit tabirle bir linç girişimi, çünkü vatandaş polise karşılık verdi diye yere yatırılıp elleri kelepçelenerek saldırıya maruz kalıyor, hatta polis memurlarından pek sevgili(!) bir tanesi ayağıyla vatandaşın başına vuruyor, hatta ezmeye kalkıyor. Haberi şurada.

Yetmedi mi? Polis için yeter mi? Daha öncesinde de çocuğunun önünde bir adamı döven 7 polis haberi mevcut.



Ve dayak yiyen Ahmet Koca’nın açıklamaları:



Sonra bu polislere ne oldu biliyor musunuz? Serbest bırakıldılar. Çünkü 7 polis, dövdükleri Ahmet Koca’dan şikâyetçi olmuşlardı ve şikâyet gerekçesi de şuydu: “Görevi yaptırmamak için direnme ve kamu görevlilerine görevlerinden dolayı zincirleme hakaret.” Bu haber de şurada. Üstelik bu haberde şöyle bir ayrımcılık örneği de yatıyor; polisler, telefonda Kürtçe konuştuğu gerekçesiyle Ahmet Koca’ya “Terörist” diyerek kendisine saldırmaya başlıyorlar. İşte Ahmet Koca’nın kendi açıklaması:

“Arabada hamile bayan olduğunu ve sancısı tuttuğunu söyledim. Ancak beni dinlemediler, kimliğimi istediler. Kimliğimi verirken elime vurdular. Ben saygılı olmalarını ve asker olduğumu söyledim. Aralarından biri bana ‘Ben de Genelkurmay Başkanı’yım’ diyerek küfür etti. Daha sonra beni dinlemeden ailemin önünde dövmeye başladılar. Asker olduğumu söylememe rağmen ‘Sen teröristsin’ diyerek hakaret ediyorlardı. Zaten 3 kişilerdi, sayıları yetmiyormuş gibi takviye ekip istediler. Gelenler de dinlemeden bana saldırdılar. Yerlerde sürüklediler. Yüzüme, kafama tekme attılar, copla vurdular. Kimisi kemerini çıkarttı vurdu. Biber gazı sıktılar. Bir ara öleceğimi sandım. Beni karakola götürmek yerine kameraların olmadığı bir tren yolunun altına götürdüler. Orada da dövmeye, devam ettiler. Bir polis vardı adı ‘Mustafa’. Her şeyi o yaptı. İlk o vurdu. Hepsinden şikâyetçiyim. Vücudumdaki ağrılardan doğru düzgün hareket edemiyorum. Vücuduma bakmaksızın her yerime vurdular.Ya ölseydim, polis bizi korur, ama bunlar beni öldürmeye teşebbüs ettiler. O gece sabaha kadar polis aracında Fatih, Balat ve Aksaray civarında gezdirerek beni canları sıkıldıkça dövdüler.”

Canları sıkıldıkça dövdüler... İşte Türkiye’de Türk polisinin geldiği son nokta diyebileceğimiz o kilit cümle.

Size daha müjdeli bir haberim var! Türk polisinin halihazırdaki faşist uygulamaları ve uyguladığı şiddet, kullandığı cop yetmiyormuş gibi, ileriki bir tarihte polisler artık “portatif cop” da denilen demir cop kullanmaya başlayacak. Yani vatandaşa yaşattığı hazzı iki katına çıkarmış olacak. İşte o cop:



İşte o copun haberi: Radikal

Aslında verdiğim örnekler bir elin parmağını geçmeyecek kadar az belki, ancak Google’a girip basit bir arama yapacak olursanız bunlar gibi nice örneklerle karşılaşabilirsiniz.

Polis şiddetini gittikçe daha fazla yaşıyoruz. Tayyip Erdoğan gittiği her yere, bence artık can güvenliğinden ziyade gücünü ve yapabildiklerini/yapabileceklerini göstermek için daha fazla polisi, çevik kuvveti beraberinde götürüyor. “Hükümeti sevmiyorum!”, “Türkiye’de özgürlük yok!” dediğimiz anda bile bileklerimize kelepçe vurulup yaka paça götürülme, hatta sokak ortasında dayak yer noktaya geldik. Ve bununla ilgili sesimizi çıkarmadığımız sürece bu baskı kendini daha fazla hissettiriyor olacak.

Artık o meşhur “Olur böyle vakalar, Türk polisi yakalar” lafı da yerini “Olur böyle vakalar, Türk polisi coplar” lafına bırakabilir bence; polis gördüğünüz yerde aklınıza cop, biber gazı, tazyikli su gelsin ve kaçın! Çünkü hükümet sizi pek düşünmüyor...

Son olarak radyoda çalmaya başlayan şarkıyı armağan ediyorum; Michael Jackson’dan “They Don’t Care About Us”:



2 yorum:

  1. içindeki polis düşmanlığı öyle bir yerdeki ne anlatsak boşuna hala bazı olayları ballandıra ballandıra anlatıp polise sövmek ne kadar kolay dimi empati diyeceğim ama anlayacağını da zannetmiyorum neyse hadi biraz gazını alalım. pis polis faşik polis öcü polis...

    YanıtlaSil
  2. Ben polis düşmanı değilim. Kaldı ki hiç kimse herhangi bir şeyin düşmanı olmaz, düşmanı haline 'gelir'. Ben bu yazıdaki haberleri bilerek aratmadım, son yaşanan ODTÜ vakaları ve astımlı gence dayak ve aklımdaki birkaç olayı daha yazayım derken yaptığım araştırma neticesinde çıktı bu haberler. Polisle ilgili haber arattığımda ilk beş sayfayı bu tür haberler ve videolar kaplıyorsa bunda benim yapabileceğim bir şey yok; kaldı ki bu şekilde "Aslında kötü değiller ama rast geldi işte" gibi bir yazı yazmamın da lüzumu yok, Türkiye'deki 'polis' kavramının hali ortada ve içler acısı.

    Daha yeni şöyle bir haber varken (http://www.aksam.com.tr/k9la-kavga-eden-kopege-4-kursun--160902h.html) polis hakkında iyi niyetli bir iki kelam etmemi beklemiyorsunuzdur umarım? Ya da polisi hangi 'pozitif' açılardan anlatmamı beklerdiniz?

    YanıtlaSil