14 Aralık 2012 Cuma

Gözünün üstünde kaşın var(!)



Türk toplumunun -ve belki de dünya genelinin- artık ne kadar eleştiriye kapalı, ancak (hunharca) eleştiri yapmaya açık olduğunun bilincindesinizdir. Değilseniz zaten çok geçmiş olsun… Peki nedir bu tahammülsüzlük? Neye tahammül edemiyoruz? Niye ‘bu kadar’ tahammül edemiyoruz?


Bunun basit ve tek kelimelik bir açıklaması var aslında: egoistiz. Peki egoist ne demektir? Benlikçilik, yani benmerkezciliktir; her konuda hep kendini ileri sürme, hep kendinden söz etme durumu (Vikipedi) Bunu sadece kendinden olarak değil, kendi ‘düşüncenden’ olarak belirtmekte de fayda var. Yani günlük hayatta, kendi toplumumuz adına konuşacak olursak, biriyle yaptığımız bir sohbette veya sıradan bir diyalogda dahi kendi cümlelerimiz, kendi savlarımız, kendi fikirlerimiz bizim için daha değerli bir konumda olmuş olur; genelde karşı taraf bizim düşüncemizin zıttı bir düşünceyi ortaya atıp bunu savunmaya kalkarsa, kişiliğimize, düşüncelerimize ‘saldırıldığını’ düşünmeye başlarız… Hâlbuki yok öyle bir şey.

Bu eleştirel tavır, bu egoist yaklaşım bizleri birer eleştiri makinesine de dönüştürmüyor değil. Karşınıza gerçekten sorunları olan, hayatında gerçek anlamda çözmesi gereken bir takım problemler olan biriyle, bunların hiçbiriyle uğraşmak zorunda olmayan birini aldığınızda ikisini de biraz zorlasanız size hemen hemen her şeyden şikâyet etmeye başlarlar. Haksızsam haksızsın deyin – haksız değilim! (Bak burada egom kendi kişisel benliğimin üstüne çıkarak beni savunmaya çalışıyor)

Bir de şöyle bir şey var; toplum, çevremizdeki insanlar ve çoğunlukla medya insanın üzerinde “Fikirlerin önemli, fikirlerini belirtmekten çekinme. Eleştirilerini yansıt” şeklinde içsel bir baskı oluşturuyor ister istemez. Bu da bizim bilinçaltımıza girip, hatta kimi zaman (pek çok zaman!) bilincimizin yüzeyinde yaşayarak sürekli eleştirel bir yaklaşım içinde olmamızı zorunlu kılabiliyor.



Üzerimize dayatılmış toplum yargıları var, kaçın!

Bu noktada, nefsini müdafaa edebilen insanlara gıptayla bakıyorum. Yani kendine aykırı olan, kendiyle tamamen zıt bir fikir, bir görüş veya herhangi bir konuyla ilgili sabırla ve kibarca karşı tarafı anlayıp, algılayıp kendi düşünce sisteminde yoğurarak en doğru ve basit eleştiriyi sunabilen insanlara. Çünkü toplumda değer yargıları ve ‘norm’lar denen herkes tarafından kabul edilmiş ancak yazılı olmayan bazı kurallar var. Öncelikle ‘fog’ the system, okey? (Soktuğumun sistemi!) Sırf bu değer yargıları (kimi zaman ‘önyargılar’) ve normlar sebebiyle insanlar birbirlerinin en ufak bir ayrıntısını veya kusurunu (her zaman kusur olmasa bile) o kadar rahat eleştirebiliyorlar ki, o kusurun esasında kendi kafalarında yarattıkları bir kusur olduğundan ve karşı taraf için aslında bir kusur yaratmıyor olabileceğinden bihaberler. Böyle olunca ne oluyor? Sen, genel tarafından kabul edilmiş bazı değerlere sözde ‘ters’ düştüğün için eleştirilmiş ve ayıplanmış oluyorsun. Ancak aslında ayıplayanlar bilmiyorlar ki, yaptıkları ayıplama eylemi onların karşılarındakini olduğu gibi kabul etmediklerini (edemediklerini) örtbas etmek için kullandıkları bir yöntem.

Bu biraz da daha önce yazmış olduğum “Hayat bir oyun sahnesi ve bizler oyuncularız” yazısındaki fikre benzerlik gösteriyor; kişinin toplum içinde “ben” olduğu için toplum tarafından yargılanma veya eleştirilme endişesi. Çünkü etrafımızdaki herkes bizi izliyor. Ancak bu noktada, bu yazıda değinmekte olduğum üzere insanın hayatın içindeki rolü kadar, kendini nasıl tanımladığı ve başkalarının görüş ve beğenisine nasıl sunduğu, başkalarının bunu nasıl kabul veya reddettiği gibi sebepler. Ki aslında buna ‘sebep’ demem bunun kötü bir şey olduğu gibi bir yanılgıyı ortaya çıkarıyor – aslında bu kötü bir şey değil, olmaması gerek, eğer ki eleştiri yapanlar kantarın topuzunu kaçırmaz ise.

Yazının başlığında yazdığım üzere, "Gözünün üstünde kaşın var,” hayattaki en bilindik, en basit eleştiridir; ancak bunu espri olarak karşınızdaki birine dediğiniz takdirde en iyi niyetli biçimde alacağınız yanıt şu olacaktır:

- Eee senin de var, ne olmuş yani?

E zaten kötü bir şey demedim, gözünün üstünde kaşın var dedim, ne bu asabiyet? O baştaki “Eee” ve sondaki “ne olmuş yani?” kısımları, esasında masum sayılabilecek “Senin de var” cümlesinin etrafını muhafız gibi sararak onu kötü gibi göstermeye çalışıyorlar.



Egonla savaş, ondan üstün gel, onu sev, okşa

“Gözünün üstünde kaşın var,” gibi son derece basit bir eleştiriye bile kapalı olan insanların, esasında kendi egolarıyla yüzleşmekten kaçındıkları gibi bir varsayımdan da bahsedebiliriz; başkalarını hunharca eleştiren veya en basit bir eleştiriye dahi “Sende de var bir kere tamam mı?” şeklinde karşılık veren insanların kendi egolarıyla ters düştükleri, onu eleştiremedikleri, veya en basit tabiriyle ona “dokunamadıkları” için onu el üstünde tutarak insanlara servis ettikleri gibi bir varsayım. Hatta buna varsayım demek bile yanlış bence, bu varsayımdan da öte, bir gerçek.

Kendimizdeki bir eksiklik veya bir fazlalık bile, karşımızdakine bakıp ondan ne kadar eksik veya fazla olduğumuz konusunda kafa yormamıza vesile olarak eleştirmemize neden oluyor. Burada “neden oluyor” yerine “sağlıyor” diyemeyeceğim kusuruma bakmayın, çünkü dediğim gibi işte; Türk toplumu. Bir kadın, kadınlarla dolu bir ortama girdiği vakit, üzerinde ne giydiği, saçlarının şeklinin nasıl olduğu, ayakkabıları, yürüyüş tarzı, bakışı, şusu busu anında ortamdaki diğer kadınların eleştiri malzemesi haline gelmiş oluyor. Keza erkekler için de durum aynı; bir erkek, erkeklerle dolu bir ortama girdiğinde ne giydiği, nasıl baktığı, nasıl yürüdüğü bunların hepsi, kadındaki eleştiri malzemelerinin maskülen versiyonu olmuş oluyor.




“Ayıp ayıp!”; kime göre, neye göre?

Bir de mesela eleştirilerin bazıları direkt olarak toplum tarafından dayatılmış düşünce ve yargılara göre işliyor ve tek eleştiri, arkasından savunma getirmenin olanaksız hale geldiği “Ayıp ayıp!” noktasında bitiyor. Bu tamamıyla toplum değerleri ve ahlâkına göre yapılan bir eleştiri; “Niye eleştiriyorsunuz?” ya da “Niye öyle söylüyorsunuz?” diye sorabilme imkânınız yok, çünkü karşı tarafın bu “Ayıp ayıp!” eleştirisinin ötesinde sunabileceği bir şey yok. Bu biraz da, toplumun modernite ve kabullenişle ilgili sorunlarını ortaya çıkaran bir nokta. Mesela gözünün üstündeki kaşını fondötenle kapatıp gözünün altına bir kaş çizsen ya ayıplanırsın, ya garipsenirsin. Veya bir kadın veya bir erkek olarak saçının rengini absürt, değişik bir şey yaptığında aynısı başına gelir. Neden? Çünkü insanlar başkalarını eleştirmeye, fikir belirtmeye ‘aç’. Zaten bu yüzden değil midir, kadına, “Mini etek giymeyin, tahrik oluyoruz!” diyen bir zihniyetin var olması? Veya “Burası seks otobüsü değil!” diye otobüste öpüşen bir çifti otobüsten atan belediye şoförünün var olması?

Sokakta yürürken yanımızdan geçen insanlara baktığımızda, on kişide bir anormallik yok iken, geçen on birinci kişinin öteki on kişiye benzer olmaması, olağandışı görünümü bizim ona ikinci kez, hatta üçüncü kez bakmamıza, hatta yolda giderken ona uzun uzun bakmamıza vesile olabiliyor; o sırada içimizden muhtemelen “Anaaa, adama/kadına bak ne biçim giyinmiş!...” Bu noktada, zihnimiz, düşünce yapımız on birinci kişinin normal olmadığını, daha önce böyle birini görmemiş olduğumuzu ve bakmamız gerekeceğini düşünüp duruyor ve eyleme döküyoruz. Fakat burada unuttuğumuz esas bir şey var; o kişinin kendi içinde mutlu olup olmadığı ve hayata dair ne kattığı… Eleştirdiğimiz, “Böyle mi giyinilir?”, “Sokakta böyle mi gezilir?” diye hakkında yargıya vardığımız insanlarla ilgili yarın öbür gün önemli bir şey yapmamız gerekebilir, mesela tedavi, mesela ameliyat. Veya o kişi yarın öbür gün bizim hayatımızı kurtaracak, hayatımızı kolaylaştıracak bir şey yapabilir. Bu durumda eğer kişi hakkındaki yargımızı hemen verip eleştirdiysek bir şeyler yanlış gidiyor demektir. Burada elbette “Eleştirmek kötü bir şeydir” demiyorum. Eleştiri iki türlüdür; olumlu ve olumsuz eleştiri. Ancak Türk toplumunda da görüleceği üzere, eleştiri kelimesi olumsuz eleştiri kelimesinin yerini almış durumda, olumlu eleştiri yaptığınızda bunun adı beğeni veya takdir olmuş oluyor. Ki aslında beğeni veya takdirin kendisi zaten olumlu bir eleştiridir.




Tahammülsüzlüğün bittiği yerde özgürlük başlar

Kısacası eleştiriye kapalı, ancak eleştiri yapmaya sonsuz biçimde açık olmamız, her şeyi kendimizin iyi bildiği ve başkalarına karşı tahammülsüz olduğumuz gibi bir olasılıktan yola çıkmaktadır. Olanı olduğu gibi kabul edip bundan kendimize bir pay çıkartamadığımız sürece, eleştiri-metremizde ibre hep eksiyi gösterecek. Eleştirinin hakkını vermek; bir kişinin niye bize göre olağan veya bize göre doğru olan fikre karşı bir tutum içerisinde olduğunu anlayıp, buna göre karşıdakinin bu yönünü düzeltmeye yardımcı olacak şekilde eleştirince gerçekleşir. Bir eleştiri üzerine “Sana ne?!” cevabı alınıyorsa, ya eleştiren kişide, ya da eleştirilen kişide bir problem var demektir – iki ucu boklu değnek.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder