10 Nisan 2012 Salı

Bir, iki, üç, atlıyoruz!


Babam eski paraşüt hocası, gençliği zamanında bol bol atlamışlığı var. Bana da hep derdi ki, “Şöyle büyü bir delikanlı ol, atayım seni.” Ben de hep derdim ki 17 yaşıma gireyim, yok 18’ime gireyim, tamam 19’uma gireyim, atlarım. En sonunda karar verdim ve ben 20 yaşıma, tam doğduğum gün ve saatte havada, paraşütle atlayarak girdim. Nasıl mı? Muhteşemdi!...

Not: Video eklenmiştir.


2006’da yaşadığım bir vefat olayı benim hayatımı tamamen değiştirdi, verdiğim kararları, olaylara bakış açımı, her şeyi. Buna daha sonraları ayrıca bir yazı ayırmayı düşünüyorum.

Fakat 2006’nın bitimi ve 2007’ye geçişle beraber, hayatımda çok anî, spontane şeyler de olmaya başladı. Bunlardan biri de, hiç kuşkusuz, 2007 Eylül’ünde, doğum günümde paraşütle atlamaktı.

Babama diyordum ki hep, “17 olayım atlarım”, “18 olayım atlarım”, “19 olayım atlarım”, “20 yaşıma girerken atlarım.” Bu iddia 20 yaşta takıldı kaldı. Bu sefer gerçekleşecekti en sonunda.

Tatilde Bodrum’daydım, yengemin yanında. Bir gün babamı aradım hal hatır sormak için, sonra babam yengemle konuştu, o sırada babam yengeme, beni paraşüt atlamaya götüreceğini söylemiş ama yengem çaktırmadı; ikili aralarında, beni inşaata götürüp orada vakit geçirmemle ilgili konuşuyorlardı.

“İyi olur,” dedi yengem. “Baba mesleğini biraz gidip yerinde öğrensin.”

Oldum olası inşaata hiç ilgi duymadım. Beni çeken bir şey değildi. Hangi yapıya ne kadar malzeme gidiyor, ne kullanılması lazım, kaç katlı yapı ne kadar sürede biter filan bunlara aklım ermez, sevmem de böyle şeyleri. İnşaatçısı ne yapıyorsa yapsın.

Ankara’ya döndüm, sonra babam, “Topla eşyalarını, inşaata gideceğiz,” dedi. Şimdi tam hatırlamıyorum ama bilmemneredeki sürdürmekte olduğu bir inşaata gideceğiz, orada işçilerle vakit geçireceğiz filan. Suratım asık, kaderime mahkûm biçimde eşyalarımı toparladım, bindik araca. Babam, iki arkadaşı ve ben, inşaata gitmeye başladık. Ancak ben baştan her şeyi kabullenmiş olduğum için suratım asık, arada muhabbet filan ederek sürdürdüm yolculuğu. İnsan yolda giderken tabelalara filan da hiç mi bakmaz? Gideceği yer hakkında hiç mi mesafe bilgisi olmaz? Çünkü inşaat için diye gideceğimiz yer 2-3 saatlik bir yolculuktu; biz 9 saatlik bir yolculuk gerçekleştirdik. Allah’ım, ne safım...

Vardık İzmir’e. Allahalla... İzmir’de ne işimiz var?

“İnşaatı buradan sürdüreceğiz,” dedi babam. Ama yani söylediğinde bir dalga geçer hava var. Gittik gittik, İzmir’in Selçuk ilçesine vardık, orada Efes’te THK’nın paraşüt okulu var, hangar var böyle kocaman. Oraya gidince benim jeton düştü.

“Baba,” dedim, “yoksa... atacan mı beni?”

“E sen diyordun ya 20 yaşıma gireyim atlayacağım diye.”

Valla diyordum, valla oluyor da!

Gece bir öğretmen evinde kaldık, ertesi sabah erkenden paraşüt okuluna gideceğiz ve orada ilk atlayışımı gerçekleştireceğim. Bende önceki geceden henüz heyecan vardı, bir endişe, bir panik hissetmiyordum. İnsan ayakları yere basarken gökyüzünde olmanın hayali o kadar tedirgin edici olmuyor.

Ertesi sabah kalktık hazırlandık, gittik paraşüt okuluna. Bir sürü paraşüt öğrencisi paraşüt katlama, üzerlerine tulum giyme gibi işlemleri gerçekleştiriyorlardı.

Babam beni, birlikte tandem atlayışı gerçekleştireceğim eğitmenin yanına götürdü. Onunla hem tulum seçimi yaptık, hem neler yapmam gerektiğini konuştuk.

Tandem; bir paraşüt hocasına bağlı olarak gerçekleştirilen ikili bir atlayış. Yani paraşüt hocası atlayışı gerçekleştiriyor, siz de ona bağlı olduğunuz için bu atlayışa ortak oluyorsunuz. Paraşüt hocası profesyonel ve işini bilen biri olduğu sürece hiçbir problem yok, eğitimi filan da yok bunun. Sadece paraşüt hocası size belirli talimatlar veriyor, işte atladıktan birkaç saniye sonra kollarını yana aç, ayaklarını dizden kır, paraşüt açıldıktan sonra şöyle yap böyle yap, diye.

Benim hocam da gerekli talimatları verdi, ben bu sırada tulumumu giydim. Tulumun üzerine, paraşüt hocasının üzerindeki paraşüt askısına bağlanmam için benim de askı giymem gerekiyordu. Giydim, fakat askı nasıl sıkıyor, özellikle apış arası kısmı!

Tarih 9 Eylül, saat 8’e doğru geliyordu. Atlayış gerçekleştirecek ilk grupla birlikte atlayacaktım. Yapmam gereken çok bir şey de yok; hocanın verdiği talimatları zamanında gerçekleştirdiğim sürece, gökyüzünde o heyecanın ve manzaranın keyfini çıkaracaktım, yere indiğimizde de her şey bitmiş olacaktı. Tabii şimdi atlayış zamanı yaklaşıyor ya, beni birden endişe basmaya başladı; bir endişe, bir heyecan, bir endişe, bir heyecan. Atlasam mı? Atlamasam mı? Karar veremeyecek kadar heyecanlıydım.

Paraşütle atlamak için bizi gökyüzüne çıkartacak tayyareye doğru yürümeye başladık. Uçak değil, bildiğin tayyare; eski usul, iç kısmında oturmalık hiçbir koltuk olmayan, sadece atlama amaçlı kullanılan bir tayyare. İç kısmı ufak da olduğu için hepimiz sıkış tıkış bineceğiz içine, öyle havalanacağız.


 Giydiğim askılık (esas adı bu olmayabilir, ben askılık olarak belirteceğim) o kadar sıkıyordu ki, hareket etmem güçleşiyordu. Sürekli alt taraftan bir sıkıştırma hâli. Tayyareye vardık, bineceğim ama binemiyorum, ne sağ ayağı, ne sol ayağı tek başına hareket ettiremedim. Paraşüt hocam sağ olsun müdahale ederek tayyareye binmeme yardımcı oldu. Yavaş yavaş atlayacak olanlar doluştuk uçağın içine. Uçakta babam da var, galiba 35 sene sonraki ikinci atlayışı, birlikte gerçekleştireceğiz.

Tayyare hareketlendi, gitti gitti, havalandı... Havalandıkça havalanıyoruz. Belli bir feet yüksekliğe çıkacağız ve oradan atlayışı gerçekleştireceğiz. Ben hocama devamlı sormaya başladım;

- Ne zaman atlayacağız?

- Belli bir yükseklikte, daha çıkmadık.

.....

- Şimdi mi atlayacağız?

- Hayır, daha var.

......

- Vakit geldi mi?

- Yok, daha var. Sen derin derin nefes al.

Paraşüt hocam bendeki heyecanı fark etmiş olacaktı ki, sakinleştirmeye, rahatlatmaya çalışıyordu.

Arada hocam bana, "Herhangi bir atlayış stili yapmak ister misin?" diye sordu. O ne, dedim, "Direkt atlamayabiliriz, ters atlayabiliriz veya takla atabiliriz," dedi. Ters atlamak derken, Mustafa Sandal'ın yaptığı gibi:


"Yok hocam," dedim, "biz normal atlayalım." İlk deneyim, ekstra heyecana gerek yok bence.

En sonunda atlayacağımız yüksekliğe vardık. Tayyarenin içinde iki tandem atlayışı gerçekleştirecek kişi var; biri ben, biri de başka biri. Onun haricinde bir de grup olarak atlayacak esas paraşütçüler var, aralarında babamın da bulunduğu. O tekli atlayış yapacaklardan biri pilotla konuşup durumu kontrol ederek tayyarenin kapısını açmaya başladı. O açık kapıdan dışarıyı görünce biraz yusuf yusuf olmadım değil. Babamlar grup halinde kapıya doğru yaklaştılar. Tabii tayyarenin içi ufak olduğu için diz üstünde emekleyerek bir yerden bir yere hareket edilebiliyor.

Babamların olduğu ilk grup atladı ve benim, o atlayışı görmemle birlikte kalbim güm güm güm, zihnimde de tek bir haykırış: Baba noldu ya, babaaa... Öteki grup da atladı, sıra geldi tandemcilere. İlk atlayacak hocamla ben.

Tayyarenin kapısına kadar geldik. Vücudum tayyarenin içinde, kafam dışarıda. Bizimle birlikte atlayışı videoya çekecek görevli paraşütçü de oradaydı. Hocam arkamdan bağırarak bana komutları veriyor, şöyle yapacaksın böyle yapacaksın diyordu son defa. Benimse onları o an algılayabilmemin mümkünâtı yoktu, çünkü tam önümdeki manzara karşısında kilitlenip kalmıştım-

Derken atladık! İlk olarak beş saniye kadar bir dalış gerçekleştirdik, ardından 15-20 saniye sürecek serbest düşüş pozisyonuna geçtik. Ben hocamın omzuma dokunmasıyla birlikte kollarımı iki yana açtım, bacakları dizden kırdım, aynı “Mission Impossible”ın ilk filminde Tom Cruise’un o düşük sahnesinde asılı kaldığı ân gibi bir durumdaydım. Videoya çeken görevli bize doğru yaklaştı, çekiyor bizi. Benim suratım plastiktenmiş gibi dalgalandı da dalgalandı, o düşüşün yarattığı şok etkisiyle aşağı ve karşıya bakmak dışında başka hiçbir eylem gerçekleştiremedim. Görüntüyü kaydeden görevli kameraya birtakım pozlar vermenizi işaret ediyor, aynı şu elemanın yaptığı gibi:


Tabii fotoğraftaki ben değilim, çünkü ilk denememde küçük dilimi yuttuğumdan kameraya selam verecek  halim kalmamıştı.

Serbest düşüş süresi bittiğinde, hocam paraşütünü açtı ve paraşütün açılmasıyla birlikte oluşan fiziksel çekim gücü sebebiyle üç beş santim yukarı doğru çekildik. O ânda kasıklarıma müthiş bir acı vurdu, ama saniyelik olduğu için çok da bir şey hissetmedim. Havada asılı duran kukla gibiydim. Artık aşağı inene kadar İzmir manzarası seyredecektim. Şunun gibi bir görüntü yani:


Kulaklarım tıkanıyordu, ancak onları açmak, yerdeyken yapılandan daha büyük acı veriyordu, o yüzden çok fazla yapamadım. Hocama devamlı sorular sorup durdum; ne kadar süredir bu atlayışları gerçekleştiriyorlar, kendisi kaç defa atladı, atlayışın süresi ne kadar vb... Tabii hoca soruların bir kısmını anlamıyor, ben de cevapları anlayamıyorum, düşerkenki oluşan rüzgâr sebebiyle.

İniş alanına yaklaştığımızda, hocam bana arkadan şunu söyledi;

“İnişe yaklaştığımızda bacaklarını kendine doğru çekeceksin, yoksa takılır düşeriz.”

Haydaaa! Ben zaten hocadan uzunum, zaten üzerimdeki paraşüt askılığı yüzünden bacaklarımı doğru düzgün hareket ettiremiyorum, bir de bacaklarımı kendime doğru çekecektim.


Yere yaklaşırken bacaklarımı kendime çektim, ama nafile, olmayacak. “Çek çek çek,” diyordu hoca arkamdan. Çekiyordum, ancak elimden gelenin en iyisi bu.

Çimene vardık, ne yazık ki hocanın ayakları yere önce değmesi gerekirken benimkiler dokundu ve yüz üstü kapaklandık, paraşüt de üzerimize örtüldü. Kenarda bekleyen yetkililer hemen gelip yardımcı oldular. Allah’tan yerde fazla sürünmedik veya çok sert bir iniş gerçekleştirmedik, o yüzden canım pek acımadı.

“Hocam kusura bakmayın valla bacaklar uzun çekemedim yapacak bir şey yoktu,” diye özür dilemeye başladım.

“Dert değil yahu, keyfine bak sen,” dedi hoca, bir yandan da kendi üzerindeki teçhizatı çıkartıyordu.

Babam hemen geldi yanımıza, önce hocayla benim fotoğrafımı çekti, sonra birine verdi makineyi, hoca babam ben fotoğraf çektirdik. Benim vücut uyuşmaya başladı, kendimi çarmıha gerilmiş gibi hissediyordum. Yere indikten sonraki ilk hissiyat ise, atlarkenki hissi bir daha yaşamaktı benim için. Yani o adrenalini bir daha hissetmek, o serbest düşüşü bir daha yaşamak istiyordum. Bu atlayış benim son atlayışım olmadığı için bunu sonraki iki sene boyunca da gerçekleştirdim ve her seferinde daha bir heyecanla, keyfini alarak atladım.




Tandem, gerçekleştirmesi kolay bir atlayış. Demiş olduğum gibi herhangi bir eğitimi yok, sadece atladıktan sonraki birkaç önemli hareketi gerçekleştirmeniz gerekiyor, onları yaptığınız sürece riski düşük bir extreme spor. Yani karada veya denizdeki extreme sporlar ne kadar tehlikeliyse, bu da o kadar tehlikeli. İnsan bir süre tereddüt edebiliyor, ancak ilk atlayıştan sonra bir daha, hatta bir daha atlamak isteyebiliyorsunuz. Ya da, “Kalsın, yan cebime koy,” diyebiliyorsunuz, o size kalmış. Ama insanın dünyanı birkaç dakikalığına da olsa ayaklarının altında hissetmesi belki de dünyadaki en müthiş, en çılgın hislerden biri.

6 yorum:

  1. Keyifle okudum, ama videoyu da isterim! :)

    YanıtlaSil
  2. Videoyu bulabilirsem daha sonra yazının içine ekleyeceğim. Yorumunuz için teşekkürler. :)

    YanıtlaSil
  3. çok güzel anlatmışsın. çok da özendirici. umarım daha fazla gecikmeden ben de böyle uçarım :)

    YanıtlaSil
  4. Yorumunuz için teşekkürler. :) Paraşütle atlamak biraz korkutucu gibi gözükse de, gerçekten insan ilk denemeden sonra sevip alışabiliyor. Hiç değilse denemesi keyifli ender extreme sporlardan biri bence.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. ankara'daki havacılık müzesi'nin paraşüt kulesinden atladım birkaç defa. onun yüksekliği bununla kıyaslanmaz tabii ama başlangıç için iyi. ve evet, kendini boşluğa bırakma hissi müthiş :)

      Sil
    2. Olsun, herhangi standart bir yükseklikten kendinizi bıraktıktan sonra o "kendini bırakma" hissi vücuda işlediyse eğer sonraki atlayışlarda pek bir sorun olmuyor- bende olmadı en azından. :D Ayrıca evet, insanın birkaç saniye olsun yeryüzüne çok yüksekten "düşüyor" olma hissi ve havada boşlukta kalma hissi süper bir şey.

      Sil