3 Nisan 2012 Salı

Yaylalar yaylalar... (10)


Küçük insanların büyük olduğu yer...

Bu laf, benim için askerliği, özellikle usta birliğini tanımlayabilecek nitelikte. Buradan “Küçük insan derken insanları niye aşağılıyorsun? Kime göre neye göre küçük?” gibi bir anlam çıkartılabilir; maksat o değil tabii. “Hayallerini, beklentilerini, isteklerini küçük tutan ve mütevazı geçinmeye çalışan insanlar” için oldukça “büyük” bir yer askerlik.


Benim usta birliğimde gözlemlediğim tam olarak bu idi. Ben oraya varıp santralci olduktan sonraki süreç, santralci uzun dönem erden semaç öğrenmem, telefonlara cevap vermem ve gelen giden mesajların kaydını tutmam üzerine, ancak bu hiç de öyle kolay değil...

Santralcinin en temel kuralı; gün boyunca o odadan bir yere ayrılmayacaksın ve santralde olan biten her şeyden kesinlikle sen sorumlusun, tabii bir de idari işler astsubayı.

Oda küçücük, dört kişi odaya girdi mi odanın tamamı dolmuş oluyor, o kadar küçük. İki tane masa var karşılıklı, birinin üzeri semaç, yazıcı, telsiz ve telefonlarla dolu. Öteki masada kamera görüntülerinin olduğu bilgisayar ekranı ve üç beş kâğıt parçası var. Bir de iletişim sisteminin bağlı olduğu camdan bir dolap var, içinden kablolar, aygıtlar gözüküyor.

Santralde öğrenilmesi gereken ilk şey, ne yapılacağı, ikinci şey ise, nasıl yapılacağı. Yani deftere kaydetmeyi ve gelen mesaja iki mühür çakmayı biliyorsanız iş bitmiş olmuyor. Hangi mesaja hangi mühür vurulacak, hangi mesaj hangi klasöre yerleştirilecek, hangi kayıt defterine işlenecek, bölük komutanına ne şekilde götürülecek, bunların hepsi sistematik biçimde, ve hepsi bir dert. Bunların üzerine tüy diken ise, faaliyet hazırlama işi oluyor ki bunun için semacı, evde bilgisayar kullanır gibi bilmeniz gerekiyor.

Gececi santralcinin çok bir görevi olmadığı -ve çok bir şey de bilmediği- için yeni gündüz ve gece santralcisine her şeyi öğretmek gündüz santralcisine kalıyor. Ama gündüz santralcisi uzun dönem er arkadaş canından bezmiş durumda. O tabii her şeyi biliyor, altı aydır santral görevini sürdürüyor ve artık odadan, kapalı kalmaktan bezmiş durumda. Bu da haliyle onun bana ve öteki kısa dönem ere santralciliği öğretmesini güçleştiriyor.

- Şimdi bir dakika, yeni gelen mesaj olunca napıyorduk?
- Ya abi işte bak alıyorsun, geliyorsun şu şu mührü basıyorsun, sonra numara veriyorsun, o numarayı deftere işliyorsun, sonra bölük komutanına götürüyorsun-
- Numarayı kafamdan mı veriyorum?
- Olur mu abi?! Kayıt defterinde bir sürü kayıt var, oradan bakıyorsun en son numaraya, onun bir sonrasını yeni kayda veriyorsun.
- Haa, bölük komutanına vermeden önce mi oluyor bu?
- Yaa hayır abi yaa, dur şimdi bırak onu- sonra bunu alıyorsun alaya fakslıyorsun, alaydan gelen cevabı da bölük komutanına gösteriyorsun-
- E iyi de gelen mesajı bölük komutanına gösterdim, ötekini niye gösteriyorum?
- Abi ohoooooho!...

İtiraf etmeliyim ki santralci arkadaş başlarda benden pek ümitli değil- hatta gececi kısa dönemden de ümitli değil. Ama onun kafasında tek bir düşünce var, o da dört beş gün içinde öğrettiğini öğretip sonra santralden ayrılmak.

Santralci aynı zamanda bölük komutanının da postası, yani bölük komutanı ne istiyor ne emrediyor hepsini santralci yerine getirmek durumunda. Ama santralciden bir tek bölük komutanı değil, diğer komutanlar da nemalanmaya başlıyor ve işler gittikçe karışıyor: bölük komutanı çağırıyor - o sırada telefon çalıyor (ki telefon asla ikinci kez çalmamalı) - o sırada başka bir komutan çağırıyor - derken yeni mesaj geliyor - mesaja bakayım derken bölük komutanı çağırıyor (“Oğlum ben bilmemkim komutanı istemiştim niye gelmedi yav?!”) - arada gelen mesaja da numara vermek lazım ki karışmasın - başka komutanın istediği başka bir şeyi yerine getiriyorsun - telefon yine çalıyor...

Bu görev benim gözümde günler geçtikçe büyümeye başlıyor. Çünkü gerçek hayatta da sakin, verilen görevi yerine getiren, pek cevap vermeyen, karşı tarafı delirtmemeye çalışan biriyim- ancak karakolda komutanlar delirmeye dünden razı!

Damal’a gittiğimizin 6. gününde atış talimine gidiyoruz, “sıfırlama atışı”. Bunu yaptıktan sonra bizlere silah zimmetlenecek ve nöbet tutmaya başlayacağız. Haha, santralcilik yorucu ve karışık geliyordu değil mi? Bir de üstüne nöbet ekle! Nöbet dediğin de senin keyfine veya uyku düzenine göre işlemiyor güzel kardeşim, nöbet, bölük komutanının yazdığına göre işliyor. Yani senin akşam santral görevin 6’da bitiyorsa ve 6’da nöbetin varsa, o nöbeti gidip tutuyorsun, bir de sabah 4-6 arası nöbet olabiliyor çünkü santralcisin gündüz içine nöbet yazamıyorlar. İnsan iyice ambele olmaya başlıyor.

Benim ilk nöbetim, gece nöbetleri de çift kişili -akşam 7-9 nöbeti olanla 8-10 nöbeti olan bir saat beraber kalmış oluyor, böyle böyle değişiyor-, nöbet saati de gece 12. Kulübeye giriyorum, içeride başka bir uzun dönem eleman oturmuş düşünüyor. Beni görüyor, “Ooo kardeş hoş geldin,” diye selamlıyor. Ben de selam veriyorum ve karşılıklı bir saat boyunca sohbet ediyoruz. Bir saat sonra bu uzun dönem eleman gidiyor, aynı zamanda kazancı olan bir diğer uzun dönem eleman geliyor.

“Benim aslında nöbetim şimdi değil biliyon mu?” diyor bana.

Benim gözler kayıyor tabii, zor duruyorum. “E niye geldin nöbete?”

“Siz uyumayasınız diye.” Eleman sırıtmaya başlıyor. Ben de sırıtıyorum. Yöntem iyi, yakışırr!

Sonra onu neden gececilerin arasına verdiklerini belli edercesine, bu kazancı arkadaş başlıyor anlatmaya: kendi hayatındaki birtakım dramaları ve entrikaları anlatıyor. Hani sivilde dinlesem “Öfff çok klişe, Aşk-ı Memnu’da olur bu ancak” diyebileceğim hikâyeyi bildiğin bir saat boyunca dinliyorum.

İlk nöbetim bitiyor, ertesi gün artık santralciliğin 3. günü mü 4. günü mü öyle bir şey.

Bölük komutanı, önceki yazıda da belirttiğim gibi deli divane, ama çok anlayışlı ve babacan biri. Kızdığı veya köpürdüğü zaman uzun dönem santralci diyor ki, “Takma sen, ne diyorsa onu yap, he de geç. Patlar eder ama sakin biridir o.” Bunu zamanla tecrübe ediyorum; bir şey oluyor dosya istiyor götürüyorum, “Sağ ol evladım,” diyor. Birkaç saat sonra bir şey geç kalıyor, “Yav niye bu kadar savsak iş yapıyorsunuz? Eşek başı mıyım ben burada?!” (Tam olarak böyle olmasa da kafamdan bir mizansen yaratmaya çalışıyorum şu an) Bir tek bölük komutanı böyle değil, karakoldaki diğer bütün komutanlar böyle anasını satayım! Düşün ki günde elli kez ruh hali değişen bir insan var, sen de bu insanı (hatta askerde, insanları) zapt etmeye ve her dediğini yapmaya, sinirlendirmemeye çalışıyorsun. Ne olur? Şizofreniye bağlarsın.

Günlerden santralcilikteki beşinci günüm ve bende bir şeyler yavaş yavaş kopmaya başlıyor. Zaman zaman odada kimse yok, uzun dönem santralci santralde yeni elemanın olması sayesinde -haklı olarak- biraz rahatlıyor, e gece santralcisinin de görevi gecede olmak olduğu için durma zorunluluğu yok, kalıyorum odada bir başıma. Telefon çalmaları, bölük komutanın anlık çağırması, mesaj gelmesi, kayıt tutulması filan bende azar azar bir şeyleri tetiklemeye başlıyor, ne olduğunu henüz bilmiyorum. Telefona bakıyorum, karakoldaki komutanlardan biri arıyor bir şey istiyor, ama ne istediğini anlayamıyorum telefonda, sesinden de çıkartamıyorum, bir azar! Telefonu kapatıyorum, harıl harıl istediği şeyi aramaya başlıyorum fihristten. O sırada bölük komutanı çağırıyor bir şey istiyor, tamam diyorum ona yöneliyorum. Öteki komutan arıyor ne oldu istediğim diye soruyor, ona cevap verdikten sonra dışarıdan bir telefon geliyor ona bakıyorum, sonra yine bölük komutanı, yine öteki komutan... derken bende bir şeyler kopmaya başlıyor. Sinir krizi geçiriyorum; gözlerim istemsizce doluyor, kafamda alâkasız şeyler dönüyor, saçma sapan anlar, anılar, annemi filan görmeye başlıyorum. Kendimde değilim. Odaya uzun dönem santralciyle kısa dönem gececi eleman geliyor, ben onların gelmesiyle kendimi odadan atıyorum. Birkaç dakika karakoldaki diğer uzun dönem erler de bana yardımcı oluyor, ben bu atağı atlatmaya çalışıyorum. Bildiğin kilitlenmişim, durduramıyorum... Tek bir isteğim var, santralden çıkmak.

Bununla birlikte beni santral görevinden alıyorlar, idari işler astsubayının yanına veriyorlar, başçavuş kendisi. Onun yanında onun verdiği görevleri yapacağım, bir de nöbetimi tutacağım bitecek. Ama aklımın bir köşesinde hâlâ anlam veremediğim bir şeyler oluyor. Kendimde değilim, neredeyim bunu sorguluyorum, etrafımdaki insanlar kim... Ben bunları düşünürken iki gün sonra bölük komutanı çağırıyor odasına, o bahsettiğim babacan tavrıyla sohbet ediyor benimle; o gün ne oldu, bir şeyim var mı, iyi miyim? “İyiyim komutanım,” diyorum, “bir şeyim yok.” Aklıma annemin filan geldiğini söylüyorum, onu hatırladım yani. Ama annem vefat edeli 5 sene olmuş, ben bu gerçeğin suratıma bu kadar tokat gibi çarptığı bir dönem hatırlamıyorum. Sivilde tabii etrafında seni anlayabilecek, dinleyebilecek insanlar var, kafanı dağıtabiliyorsun; askerde böyle bir şey yok, yani var da imkânlar kısıtlı, kendi kendine unutmaya çalışacaksın. Ben bölük komutanına anlatırken gözlerim yine doluyor, çünkü daha önce annemin vefatıyla ilgili kimseye bu kadar ayrıntılı bir şey anlatmışlığım yok. Ama iyiyim diyorum sonunda, bir şeyim yok.

“Ben seni pek iyi görmüyorum,” diyor bölük komutanı, açık sözlülükle. “Yani ben sana Beyaz Yer var oraya gitmeni tavsiye ederim; seni dinlerler, ilgilenirler, oldukça da iyi insanlardır.” Ben yine de ısrarla şimdilik öyle bir ihtiyacım olmadığını söylüyorum, teşekkür ediyorum ve odasından ayrılıyorum.

Sonraki birkaç gün, sadece nöbet tutma ve yanına verildiğim başçavuşun işlerini halletmem üzerine kurulu, başka da bir şey yok. Ha bir de kömür taşıma görevine yardım etmem gerekiyor. Bizim Damal’a vardığımızdan birkaç gün sonra iki kısa dönem er daha geliyor ve onlardan biri gündüz santralciliğine veriliyor (o arkadaşa usta birliğim süresince hep özür diledim, çünkü benim kaderim olan ve benim çekmem gereken bir şeyi o, sorgusuz sualsiz çekmek zorunda kaldı). Gece çavuşu gündüze geçtiği için bir kısa dönem gece çavuşluğuna geçiyor, benimle birlikte santral görevi alan öteki kısa dönem er, karakol nöbetçisi oluyor ve geriye kalan kısa dönem er arkadaş da gece santralcisi oluyor. Yani benim gündüz santralinden çıkmamla birlikte her şeyin düzeni değişiyor, yeni düzen oturuyor.

...ancak benim kafamda hâlâ, hâlâ oturmayan bir şeyler var. Oraya ait değilmişim, orada olmamam gerekiyormuş gibi birtakım düşünceler. Mecburum, askerliğim bitinceye kadar oradayım, ama orada olmamalıyım. Böyle bir düşünce. Santralden çıktım iyi hoş, fakat o kapalı alan, o hareketsizlik, o boş boş durma işi nöbet tutarken de sürüyor. Başlarda nöbet tutarken düşünüyorum, düşünüyorum, düşünüyorum da düşünüyorum. Fakat santraldeki yaşadığım o sinir krizinden sonra nöbet tutarken düşüncelerimi artık istemsizce tek bir noktaya yönlendirmeye başlıyorum; buradan gitmek. Bu düşünceyle kendi kendimi sıkmaya başlıyorum, sıkmalar başka sinir krizlerine de sebep oluyor, ağlamaklı, isyan etmek isteyen ve haykırmak isteyen bir ruh hali.

Yanında görev yaparken bir gün idari işler başçavuşuna soruyorum; “Komutanım, bu Beyaz Yer’e gitsem daha mı iyi olur?”

“Valla kendin karar verecen arkadaş,” diyor. “Oraya gidersen sana iki ilaç yazacaklar, silahını alacaklar, böyle boş boş takılacan.”

Cümle, yapısı itibariyle bana olumsuzluk çağrıştırıyor. Yani resmen kendini askerliğin içinde diskalifiye etmiş olacaksın, kalan 65-70 günü bu şekilde geçireceksin. Geçer mi? Bilmiyorum.

Bu düşünce aklımı birkaç gün daha kurcalıyor, kurcalıyor, üzerine uzunca düşünüyorum, ama bir yandan da bunu düşünürken kendime kızıyorum ve acıyorum; bu kadar mı kötü bir durumdayım? Olmamam lazım. Adamlar uzun dönem askerlik yapıyor, 10 aydır buradalar 5 ayları kalmış, onlar düzene uyacaklar da ben mi uyamayacağım? Uyarım, diye düşünerek geçiştiriyorum. Ancak ben bir şeyleri geçiştirdikçe, bir şeyleri bastırmaya çalıştıkça, bilinçaltım devreye giriyor. Bu karakol, buradaki insanlar, bu kendimce ‘hiçlik’ olarak gördüğüm yer bana hiçbir şey katmıyor, burada durmamın bir anlamı yok, ama durmak zorundayım. İşte bu sinirlerimi daha çok bozuyor, daha fazla kendimi kasıyorum, yıpratıyorum. Günlerce babamla, ablamla, akrabalarla konuşuyorum, onlara çaktırmamaya çalışıyorum, iyi, diyorum, burada askerlik keyifli. Zaten kalmış 60 gün, ne olacak ki?...

Ne olması gerekiyorsa olacak, bunun için harekete geçiyorum, daha fazla bu ağlamaları tutmaya dayanamıyorum, çünkü karakol içinde de kendimi güçsüz göstermek istemiyorum.

Tim komutanlarımız var, askerler grup grup yapılmış, her gruba da bir komutan verilmiş. Tim komutanıma gidiyorum, diyorum ki, “Komutanım, ben Beyaz Yer’e gitmek istiyorum.”

Komutan afallıyor tabii. Bir kısa dönem erden böyle bir şeyi beklemiyor.

“Neyin var ki tosunum? Ne oldu?” diye soruyor.

“Bilmiyorum komutanım, ama gitmek istiyorum.”

“Tamam,” diyor. “Bölük komutanına ileticem.”

Ben bu kararımla ilgili uzun dönem erlerle konuşurken bana hep diyorlar ki “Yav sen niye Beyaz Yer’e gidecen? RDM kapsamına alacaklar seni (daha önceki yazılarda bahsettiğim “Rehberlik ve Danışma Merkezi”; kısaca silahının alınması vb. şeyler), valla seni sivilde bile etkiler.” Umurumda bile değil.

Bölük komutanı bir iki gün sonra komutanlarla toplantı yapıyor, o sırada benim kararım iletiliyor, sonra tim komutanı bana geliyor, “Pazartesi günü Beyaz Yer’e gidiyorsun.”

Ardahan il merkezindeki askeri hastanede Beyaz Yer’de görevli olan kişi başka bir görev için Ardahan’dan gitmiş, iki ay sonra filan gelecek. Bana Erzurum Mareşal Çakmak Hastanesi’ndeki Beyaz Yer’i yazıyorlar. KTM’yle birlikte oraya gideceğim.

İstikamet: Erzurum KTM, oradan Beyaz Yer...


Tu bi kontinyud... (Devam edeceeek, et!)

5 yorum:

  1. çok güzel ve akıcı bir dil ile yazdığınız yazılarınızı büyük bir keyifle okuyorum. bu arada sekiz gün sonra ben de askerim.

    YanıtlaSil
  2. Yorumunuz için teşekkürler. 345. dönem olacaksınız galiba, şimdiden hayırlı tezkereler. Sayılı gün hem çabuk geçer, hem de askerde vakit geçmez; bu ikilemle vatan sizi bekler. :)

    YanıtlaSil
  3. devamını merakla bekliyorum:)

    YanıtlaSil
  4. Yazilarinizi word'e aktarip anneme, babama, sevgilime de verdim okudular. devamini sabirsizlikla bekliyoruz. bir de gece uyumak ve kogus hayati (orn., sesler ve kokular) ile ilgili anilarinizdan bahsetseniz :) butun bu yasadiklarinizda saglikli bir sekilde uyuyamamanin etkisi var mi acaba diye merak ediyorum? ben de diger arkadasla tertip olacagim.

    sevgilerimle

    YanıtlaSil
  5. İlginiz için teşekkürler kerem. :)

    Gece uyumak ve koğuş hayatıyla ilgili yorum kısmından bilgilendirme yapabilirim. O kısımlara anıların genelinde pek değinmedim, daha çok kendi başımdan geçen ve hatırlayabildiklerimi paylaştım.

    Koğuşta uyku tabii bir süre sonra imkânsız hale gelebiliyor, çünkü nöbet için gece çavuşu er uyandırıyor, bunun için koğuşun ışıkları yakılıyor filan. Ben bir de hep üst ranzada yattığım için gecenin bir körü gözüme ışık vuruyordu. Bunun sonucu olarak askerden sonra sivilde ilk bir ay gece uyanmalar veya sabah 4'te 5'te istemsiz kalkmalar yaşayabiliyorsunuz haliyle. Hatta gece 1'de uyanıp "Nöbet mi var?" diye düşünebiliyorsunuz.

    Koğuş aynı zamanda erlerin kendilerinin kurduğu bir disiplin de olduğu için, ses ve kokuya karşı erlerin birbirini ikaz etme durumu var. Ses çıkaran uyarılıyor, dürtülüyor vb. Horlayanlar bir süre problem olabiliyor. Komutan kendisi diyor zaten "Öyle bir problem varsa arkadaşınızı dürteceksiniz." Aynı şekilde koku açısından da erler koğuşta hassas davranıyor; koku olmaması için gündüz ve gece çavuşu, erleri ayaklarını yıkamaları konusunda uyarıyor, botla ve çorapla yatmayın diyorlar. Hatta bir keresinde ayakları feci kokan bir erin yatağına gündüz vakti anlamlı bir mesaj olsun diye bir kalıp sabun konduğunu da görmüştüm.

    Ha bir de son olarak; gece ve gündüz uykusu konusunda bazen gececi ve gündüzcü erler arasında soğuk savaş yaşanabiliyor. Normalde koğuşa gündüz, gündüz erlerinin girmesi yasak ses çıkarırlar diye. Ancak kural ihlal edilince gececiler bunun intikamını pis bir şekilde alabiliyorlar. Siz de gececi veya gündüzcü de olsanız bundan etkilenebiliyorsunuz.

    YanıtlaSil