11 Mart 2012 Pazar

Yaylalar yaylalar... (2)


Asker alışverişi...

Günlerden 10 Ağustos 2011.

Kimlere sorduysam diyor ki, “Önce nereye çıkacağını öğren, ondan sonra alışveriş yaparsın. Şimdi Doğu’ya götüreceğinle Batı’ya götüreceğin malzeme bir değil.” Bir de tabii, “Hiçbir şey almana gerek yok, orada sana her şeyi veriyorlar,” diyen kitle de var ve bu iki ayrı taraf o kadar fazla taraftara sahip ki insan bir şey götürsün mü götürmesin mi bilemiyor. Haa tabii bir de, “Sen şunu şunu al, ama götürsen bile bir halta yaramaz çünkü alacaklar senden,” diyenler de var, yani iki arada bir derede kalmış olanlar.

Benim elimdeki adresler belli: Kastamonu, oradan Ardahan. Kastamonu tabii yaşadığım şehir Ankara’ya dört saatlik bir otobüs yolculuğu mesafesinde, çok dert değil; fakat Ardahan ta Kuzey-Doğu sınırı.

Alışverişe gitmeden önce yurdum Türk erkeğinin askerlikle ilgili yaptığı en önemli şey olan internetten araştırmaya yapılmaya başlanır, daha önce gidenler ne yapmışlar nerelere düşmüşler oralarda ne lâzım olur ne olmaz bunların bilgisine bakılır. Ama artık TSK da bu durumla yakından ilgileniyor ve askerde gerçekten ihtiyacınız olacak ‘her şey’ veriliyor. Bu konuya daha sonra değineceğim.

Bu alışveriş konusunda bence en yetkili kişiler (dedeler!), 15 ay askerlik yapanlardır. Ya en soğuk yere düşmüşlerdir ya da ılıman bir iklimde 15 ay boyunca askerlik yapmışlardır iyi kötü, o yüzden onların fikir ve tercihleri, kısa dönemlerinkine göre daha değerlidir. Benim de hazır sinüzit, deri rahatsızlığı gibi birtakım gündelik hayat dertlerim olduğu için bunların da içinde bulunduğu bazı sorularla alışveriş listemi hazırlamaya çalışıyorum.

Bir arkadaşla yaptığım görüşme:

- Genç, çok bir şey götürmene gerek yok yanında, orada her şeyi verecekler zaten.

+ Emin misin? E internette her şeyi vermiyorlar diye uzun uzadıya listeler yapmışlar?

- Yav takma sen onları. Sen bir de Kastamonu’ya düşmüşsün işte. Düzgün yerdir orası, gerekli her şeyi verirler. Ha ekstra olarak yanında bolca çorap ve don-fanila götürmeni tavsiye edebilirim, bir de dikiş seti.

+ Dikiş seti? (şaşırma) Ne alâka? Gidince dikiş mi dikicez?

- Ne diktirdiklerini gidince görürsün. Ha bir de, güneş kremi.

+ Hö?! Güneş kremini napıcam yeaa? (burada alaylı bir sorgulama) Ne işime yarayacak?

- Ekmeğe sürer yersin. (güler)

+ İyi peki güneş kremini de yazdım listeye. Başka?

- Bu kadar işte. Zaten fazlasını götürmeye çalışma, izin vermezler.

+ E benim mesela sinüzit bir de deri rahatsızlığım için ilaçlarım var, kullanmam lâzım mutlaka. Onları n’apıcam?

- Valla istiyorsan götür, ama alırlar. İlaç sokmuyorlar askeriyede.

+ Burun ilacımı n’apıcam ben? Onu kullanmazsam burnum tıkanıyor?

- Valla genç, orada söylersin, verirler iki hap, bir de iğne yaparlar, bir şeyin kalmaz.

+ E iyi peki madem...

Buna benzer birkaç konuşma daha birkaç gün boyunca geçiyor eski asker arkadaşlarla aramda.

İstikamet: Tandoğan Kapalı Çarşısı.

Daha önce buraya hiç gitmedim (e hâliyle tabii, bir insan hayatında kaç kere asker olur?!), arkadaş vesilesiyle bile bulunmadım burada. Ama insanın, asker olmayacak olsa bile, buraya gidip çevreyi bir gözlemlemesi gerekiyor bence.

Çarşıya doğru inmeye başlıyorsunuz ve çarşının girişine vardığınızda görebildiğiniz tek renk yeşil, hatta muhtemelen yeşilin açık ve koyu tonları. Dükkânların bazıları ürünlerin ‘abartılı’ miktarlarını dışarı bile taşırmışlar; bir dükkânın önünde, duvara asılı vaziyette, sanki askerden kaçmış da çarşıda sallandırmışlar gibi duran bir asker maketi de var, üzerinde tabii kamuflaj giydirilmiş vaziyette. Bir başka dükkânın önünde de kocaman Türk bayrağı asılmış. Hani zaten Türksün, zaten Türk olarak vatanına hizmet üzere gidiyorsun, ama istersen bu bayraktan da alıp sallayarak “Askere gidiyorum leeennnn!” imajı verebilirsin. Ya da bu bayrak olayının başka bir mânâsı var ve ben henüz bilmiyorum.

Bir kere daha öncesi nasıldır bu çarşının bilmiyorum, ancak –galiba- artık bir düzene sokulmuş vaziyette, yani “Şundan ister misiniz? Bakın bizde bundan var! Şu üründen geldi, ister misiniz?” şeklinde bağırış çağırışlar yok; elemanların elinde bir asker eşya listesi var ve dillerinde tek soru: “Asker malzemesi mi bakmaya gelmiştiniz?” Hee gülüm, bir bakıp çıkacağım!

Çarşıda öyle bir müşteri kapma hırsı ve hevesi var ki, çarşı boyunca aklınız karışmadan (ya da bulanmadan diyelim) yürüyebilmenizin imkânı yok. Hani kolunuzdan çekip sizi dükkânın içine sokan insanlar değiller, ancak önünüze atlayıp yolunuzu rahatlıkla kesebiliyorlar. Bence askerde öğrenilen “dayanıklılık” kavramına önce bu çarşıda alışmaya başlıyorsunuz. Dayanamayıp elime telefonu alarak sanki biriyle görüşüyormuş gibi yapıp çarşının başından sonuna bir gidip geliyorum.

Bu yürüyüş sırasında bir dükkân dikkatimi çekiyor, kapısında da iki genç görüyorum alışveriş yapmaya gelmiş. Gözüme o dükkânı kestirip yoluma devam ediyorum. Çarşının sonuna geldiğimde geri yürümeye başlıyorum, ancak sanki çarşının başından sonuna yüründüğünde görülen manzarayla, sonundan başına yüründüğünde görülen manzara birbirinin aynısı değil ve ben o dükkânı kaybediyorum. Bu sefer başa vardığımda dükkânın dış görünüşünü zihnimde tam canlandırıp adımlarımı atmaya başlıyorum. Başım dik, hedefim belli, kimse beni tutamaz, durduramaz!

Dükkâna varıyorum. Artık yüce Rabbim mi bana yol gösteriyor nedir, dükkânın sahibi kadınla adam orta yaş civarında, gayet sakin ve güler yüzlü insanlar. Kadın beni kapının önünde karşılıyor ve hiç vakit kaybetmeden beni içeri buyur ediyor:

- Merhaba canım, asker eşyası mı almaya gelmiştin?

+ Ee evet.

- Tamam o zaman, sen şuna bakadur...

Kadın kenardan bir yerden, önceden hazırlanmış bir asker malzemesi listesi alıp uzatıyor bana. Eh bir piyasaya yön veren şey arz-talep ikilisidir; talep ne olursa arz da ona göre şekillenir. Tandoğan kapalı çarşısında da bu arz olayı, talebe göre ‘bayağı’ şekillenmiş! Listede yok yok! Ben tabii cebime tıkıştırdığım, önem arz edecek malzemeleri yazdığım kâğıt parçasını çıkarıyorum, ancak kadının bana verdiği liste, benim kâğıt parçamı döver, üstüne bir de kışla inşa eder. O kadar dolu ki...

- En baştan okuyup kontrol etmeye başla, diyor kadın bana. Ben de sana ona göre malzeme çıkartayım.

+ Tamam diyorum.

İlk başta o çorap-fanila-atlet üçlüsü bir aradan çıkıyor. Bunun miktarı, ne kadar kısa sürede pislenip hijyen özelliğinizi kaybettiğinize göre değişiyor, ancak tespitlerime göre bu çarşıya bir giden, en az 10 adet çorap-fanila-don üçlüsünden alıyor.

+ Ne kadar almam gerekiyor bunlardan? diye soruyorum.

Kadın sanki askere kendisi gitmiş de bütün ortam-koşulları ezbere biliyor gibi (ki aslında öyle değil, binlerce asker adayına sata sata istatistiğini kurmuş kafasında):

- Valla 5 tane alan da var, 10 tane de var, 15 tane de var.

Burada devreye, adedini kaçtan sattıkları giriyor. Benim kafamdaki toplam malzeme fiyatı 50, maksimum 70 gibi bir şey, o da taş çatlasa. Ben kadının verdiği fiyata göre 10 çift çorap, 10 adet fanila ve don alıyorum.

Listenin sırası benim için önemli olmadığından kafama göre devam ediyorum. Sırada vatka var.

+ Vatka al diyorlar, almak gerekir mi?

- Valla, diyor kadın, askerde hep bot askerin ayağını vurur, yani askerlik yapanlar hep botun ayağı vurmasından dem vururlar.

+ İyi, iki tane alayım, diyorum.
- Dört iyidir, şimdi neyin nasıl olacağı belli olmaz, yanınızda yedek bulunsun.

E iyi zaten ucuz da bir şey, dört tane de ondan ekliyorum torbaya. Ardından kilide geliyor sıra, evde halihazırda kilidim olduğu için pek yeltenmiyorum ona, ama sormadan da edemiyorum:

+ Bu kilit işi, dolabı kilitlemek için filan mı?

Tabii bilmiyorum ki âdeti, henüz kilit konusunda da askerliğini yapmış biriyle konuşmuşluğum yok, aklıma hiç gelmedi daha önce yani.

- Botları kilitlemek için.

+ Nasıl yani?

- Botların çalınması ihtimaline karşı.

Daha sonradan öğreniyorum ki, askerde herkes asker olduğu ve kim kimden neyi çalacak ki zaten gibi genel bir fikir olduğu hâlde, her askerin botu ayağını vurmuyor değil ve bu bazen daha sonradan ortaya çıkan bir sorun olabiliyor. Böyle durumlarda da asker birbirinin botunu çalıyor ve kimin çaldığını filan bilmenin mümkünâtı yok.

Sonra devreye tabanlık giriyor, ancak bir bot için üç dört tane ekstra malzemenin abartılı olacağını düşünüyorum. Neticede vuracaksa da vuracak ve bir yerden sonra ayak ona alışacak, kaçarı yok. Pudraya takılıyor gözüm. İnsanların bir bildiği vardır ki pudrayı da koymuşlardır listeye, ancak ben yine de soruyorum:

+ Pudra ne için?

- Bot ve çorap ayağı yakıp pişik yapabiliyor. Kullananı var, ama çok gerekir mi bilmiyorum, isteğine bağlı.

O da biraz ucuz olduğu için aklım yatıyor ve onu da torbaya ekliyorum.

Tıraş takım çantası alıyorum, kadın yanında sabunluk filan da vermeyi tavsiye ediyor, ancak onu –daha sonra pişman olacağımı bilmeyerek- istemiyorum.

Listeye bakıyorum, daha uzayıp gidiyor; bot boyası, çamaşır filesi, çamaşır torbası, diş fırçası, diş macunu ve daha nicesi... (Daha nicesi için bkz. Google’da “asker malzeme listesi” araması)

+ Bunlar böyle hepsi gerecek mi? diye soruyorum listedeki diğer pek çok malzemeyi gösterip yüzüme dertli bir ifade takınarak, sanki bu işin sonu gelmeyecekmiş gibi.

- Yok gerekmez hepsi, bir kısmı isteğe göre alınır genelde. Yani artık askerde bunların pek çoğunu veriyorlar.

En sonunda o muhteşem ikiliye geliyor sıra: Asker cüzdanı (boyuna asmalık hem de) ve asker saati (evet, bildiniz: Casio!). Bunları da torbaya ekledikten sonra bir fiyat hesaplaması oluyor, ben bu sırada Casio saate bakmak üzere kasanın oraya gidiyorum. Kadın hesaplıyor, fiyat 75 TL gibi bir şey tutuyor. Bu sırada kadın müjdeyi de veriyor; 50 TL ve üzeri alışverişlerde saat, müessesenin hediyesi! Ancak saate bile gerekli önemi veriyorlar ve kasadaki adam ismimi benden öğrenip saatin arkasındaki metal kısma bunu ‘işliyor’. Artık saatimin arkasında adım bile yazıyor!

Her şeyi toparlayıp paket edilmiş bir hâlde aldıktan sonra keyifli biçimde, kolumdaki bedavaya gelen Casio saatim eşliğinde dükkândan ayrılıp çarşının başlangıcına doğru yol alıyorum. Tabii artık bir dükkândan çıktığım görüldüğü ve elimde de dolu bir poşet olduğu için artık kimse “Malzeme ister misiniz?” diye önüme atlamıyor.

Veee o pek mübarek gün geliyor: 12 Ağustos 2011. Benim için bir milat!

Her şeyimi toplamışım, orijinal saatimi ve cüzdanımı, ayrıca birkaç parça değerli eşyamı da kuzene teslim ettikten sonra, yolculuğa başlamak üzere AŞTİ’ye gidiyorum. O gün oradan o saatte kalkan ve asker götürme görevini üstlenen tek firma, Metro. Tek bir otobüsü kalkacak, otobüsü tanımamanız bile olanaksız; çevresinde saçını üç numara vurdurmuş üç beş adamı görünce neresi olduğunu hemen anlayıveriyorsunuz.

Otobüse varıyorum, bavulumu görevliye teslim edip otobüsün içine biniyorum. Manzara aynen şu: Bir elin parmağını geçmeyecek sayıda kişi dışında bütün otobüs 3 numaraya saçını vurdurmuş ‘kurbanlık koyun’ misali yerlerini almış çeşitli yaşlardan adamlarla dolu ve otobüs Casio sponsorluğunda kalkacak!

Tu bi kontinyud... (Devam edeceeek, et!)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder