Asker alışverişi...
Günlerden 10 Ağustos 2011.
Kimlere sorduysam diyor ki, “Önce nereye çıkacağını öğren,
ondan sonra alışveriş yaparsın. Şimdi Doğu’ya götüreceğinle Batı’ya götüreceğin
malzeme bir değil.” Bir de tabii, “Hiçbir şey almana gerek yok, orada sana her
şeyi veriyorlar,” diyen kitle de var ve bu iki ayrı taraf o kadar fazla
taraftara sahip ki insan bir şey götürsün mü götürmesin mi bilemiyor. Haa tabii
bir de, “Sen şunu şunu al, ama götürsen bile bir halta yaramaz çünkü alacaklar
senden,” diyenler de var, yani iki arada bir derede kalmış olanlar.
Benim elimdeki adresler belli: Kastamonu, oradan Ardahan.
Kastamonu tabii yaşadığım şehir Ankara’ya dört saatlik bir otobüs yolculuğu
mesafesinde, çok dert değil; fakat Ardahan ta Kuzey-Doğu sınırı.
Alışverişe gitmeden önce yurdum Türk erkeğinin askerlikle
ilgili yaptığı en önemli şey olan internetten araştırmaya yapılmaya başlanır,
daha önce gidenler ne yapmışlar nerelere düşmüşler oralarda ne lâzım olur ne
olmaz bunların bilgisine bakılır. Ama artık TSK da bu durumla yakından
ilgileniyor ve askerde gerçekten ihtiyacınız olacak ‘her şey’ veriliyor. Bu
konuya daha sonra değineceğim.
Bu alışveriş konusunda bence en yetkili kişiler (dedeler!),
15 ay askerlik yapanlardır. Ya en soğuk yere düşmüşlerdir ya da ılıman bir
iklimde 15 ay boyunca askerlik yapmışlardır iyi kötü, o yüzden onların fikir ve
tercihleri, kısa dönemlerinkine göre daha değerlidir. Benim de hazır sinüzit,
deri rahatsızlığı gibi birtakım gündelik hayat dertlerim olduğu için bunların
da içinde bulunduğu bazı sorularla alışveriş listemi hazırlamaya çalışıyorum.
Bir arkadaşla yaptığım görüşme:
- Genç, çok bir şey götürmene gerek yok yanında, orada her
şeyi verecekler zaten.
+ Emin misin? E internette her şeyi vermiyorlar diye uzun
uzadıya listeler yapmışlar?
- Yav takma sen onları. Sen bir de Kastamonu’ya düşmüşsün
işte. Düzgün yerdir orası, gerekli her şeyi verirler. Ha ekstra olarak yanında
bolca çorap ve don-fanila götürmeni tavsiye edebilirim, bir de dikiş seti.
+ Dikiş seti? (şaşırma) Ne alâka? Gidince dikiş mi dikicez?
- Ne diktirdiklerini gidince görürsün. Ha bir de, güneş
kremi.
+ Hö?! Güneş kremini napıcam yeaa? (burada alaylı bir
sorgulama) Ne işime yarayacak?
- Ekmeğe sürer yersin. (güler)
+ İyi peki güneş kremini de yazdım listeye. Başka?
- Bu kadar işte. Zaten fazlasını götürmeye çalışma, izin
vermezler.
+ E benim mesela sinüzit bir de deri rahatsızlığım için
ilaçlarım var, kullanmam lâzım mutlaka. Onları n’apıcam?
- Valla istiyorsan götür, ama alırlar. İlaç sokmuyorlar askeriyede.
+ Burun ilacımı n’apıcam ben? Onu kullanmazsam burnum
tıkanıyor?
- Valla genç, orada söylersin, verirler iki hap, bir de iğne
yaparlar, bir şeyin kalmaz.
+ E iyi peki madem...
Buna benzer birkaç konuşma daha birkaç gün boyunca geçiyor
eski asker arkadaşlarla aramda.
İstikamet: Tandoğan Kapalı Çarşısı.
Daha önce buraya hiç gitmedim (e hâliyle tabii, bir insan
hayatında kaç kere asker olur?!), arkadaş vesilesiyle bile bulunmadım burada.
Ama insanın, asker olmayacak olsa bile, buraya gidip çevreyi bir gözlemlemesi
gerekiyor bence.
Çarşıya doğru inmeye başlıyorsunuz ve çarşının girişine
vardığınızda görebildiğiniz tek renk yeşil, hatta muhtemelen yeşilin açık ve
koyu tonları. Dükkânların bazıları ürünlerin ‘abartılı’ miktarlarını dışarı
bile taşırmışlar; bir dükkânın önünde, duvara asılı vaziyette, sanki askerden
kaçmış da çarşıda sallandırmışlar gibi duran bir asker maketi de var, üzerinde
tabii kamuflaj giydirilmiş vaziyette. Bir başka dükkânın önünde de kocaman Türk
bayrağı asılmış. Hani zaten Türksün, zaten Türk olarak vatanına hizmet üzere
gidiyorsun, ama istersen bu bayraktan da alıp sallayarak “Askere gidiyorum
leeennnn!” imajı verebilirsin. Ya da bu bayrak olayının başka bir mânâsı var ve
ben henüz bilmiyorum.
Bir kere daha öncesi nasıldır bu çarşının bilmiyorum, ancak
–galiba- artık bir düzene sokulmuş vaziyette, yani “Şundan ister misiniz? Bakın
bizde bundan var! Şu üründen geldi, ister misiniz?” şeklinde bağırış çağırışlar
yok; elemanların elinde bir asker eşya listesi var ve dillerinde tek soru:
“Asker malzemesi mi bakmaya gelmiştiniz?” Hee gülüm, bir bakıp çıkacağım!
Çarşıda öyle bir müşteri kapma hırsı ve hevesi var ki, çarşı
boyunca aklınız karışmadan (ya da bulanmadan diyelim) yürüyebilmenizin imkânı
yok. Hani kolunuzdan çekip sizi dükkânın içine sokan insanlar değiller, ancak
önünüze atlayıp yolunuzu rahatlıkla kesebiliyorlar. Bence askerde öğrenilen
“dayanıklılık” kavramına önce bu çarşıda alışmaya başlıyorsunuz. Dayanamayıp
elime telefonu alarak sanki biriyle görüşüyormuş gibi yapıp çarşının başından
sonuna bir gidip geliyorum.
Bu yürüyüş sırasında bir dükkân dikkatimi çekiyor, kapısında
da iki genç görüyorum alışveriş yapmaya gelmiş. Gözüme o dükkânı kestirip
yoluma devam ediyorum. Çarşının sonuna geldiğimde geri yürümeye başlıyorum,
ancak sanki çarşının başından sonuna yüründüğünde görülen manzarayla, sonundan
başına yüründüğünde görülen manzara birbirinin aynısı değil ve ben o dükkânı
kaybediyorum. Bu sefer başa vardığımda dükkânın dış görünüşünü zihnimde tam
canlandırıp adımlarımı atmaya başlıyorum. Başım dik, hedefim belli, kimse beni
tutamaz, durduramaz!
Dükkâna varıyorum. Artık yüce Rabbim mi bana yol gösteriyor
nedir, dükkânın sahibi kadınla adam orta yaş civarında, gayet sakin ve güler
yüzlü insanlar. Kadın beni kapının önünde karşılıyor ve hiç vakit kaybetmeden
beni içeri buyur ediyor:
- Merhaba canım, asker eşyası mı almaya gelmiştin?
+ Ee evet.
- Tamam o zaman, sen şuna bakadur...
Kadın kenardan bir yerden, önceden hazırlanmış bir asker malzemesi
listesi alıp uzatıyor bana. Eh bir piyasaya yön veren şey arz-talep ikilisidir;
talep ne olursa arz da ona göre şekillenir. Tandoğan kapalı çarşısında da bu
arz olayı, talebe göre ‘bayağı’ şekillenmiş! Listede yok yok! Ben tabii cebime
tıkıştırdığım, önem arz edecek malzemeleri yazdığım kâğıt parçasını
çıkarıyorum, ancak kadının bana verdiği liste, benim kâğıt parçamı döver,
üstüne bir de kışla inşa eder. O kadar dolu ki...
- En baştan okuyup kontrol etmeye başla, diyor kadın bana.
Ben de sana ona göre malzeme çıkartayım.
+ Tamam diyorum.
İlk başta o çorap-fanila-atlet üçlüsü bir aradan çıkıyor.
Bunun miktarı, ne kadar kısa sürede pislenip hijyen özelliğinizi kaybettiğinize
göre değişiyor, ancak tespitlerime göre bu çarşıya bir giden, en az 10 adet
çorap-fanila-don üçlüsünden alıyor.
+ Ne kadar almam gerekiyor bunlardan? diye soruyorum.
Kadın sanki askere kendisi gitmiş de bütün ortam-koşulları
ezbere biliyor gibi (ki aslında öyle değil, binlerce asker adayına sata sata
istatistiğini kurmuş kafasında):
- Valla 5 tane alan da var, 10 tane de var, 15 tane de var.
Burada devreye, adedini kaçtan sattıkları giriyor. Benim
kafamdaki toplam malzeme fiyatı 50, maksimum 70 gibi bir şey, o da taş çatlasa.
Ben kadının verdiği fiyata göre 10 çift çorap, 10 adet fanila ve don alıyorum.
Listenin sırası benim için önemli olmadığından kafama göre
devam ediyorum. Sırada vatka var.
+ Vatka al diyorlar, almak gerekir mi?
- Valla, diyor kadın, askerde hep bot askerin ayağını vurur,
yani askerlik yapanlar hep botun ayağı vurmasından dem vururlar.
+ İyi, iki tane alayım, diyorum.
- Dört iyidir, şimdi neyin nasıl olacağı belli olmaz,
yanınızda yedek bulunsun.
E iyi zaten ucuz da bir şey, dört tane de ondan ekliyorum
torbaya. Ardından kilide geliyor sıra, evde halihazırda kilidim olduğu için pek
yeltenmiyorum ona, ama sormadan da edemiyorum:
+ Bu kilit işi, dolabı kilitlemek için filan mı?
Tabii bilmiyorum ki âdeti, henüz kilit konusunda da
askerliğini yapmış biriyle konuşmuşluğum yok, aklıma hiç gelmedi daha önce yani.
- Botları kilitlemek için.
+ Nasıl yani?
- Botların çalınması ihtimaline karşı.
Daha sonradan öğreniyorum ki, askerde herkes asker olduğu ve
kim kimden neyi çalacak ki zaten gibi genel bir fikir olduğu hâlde, her askerin
botu ayağını vurmuyor değil ve bu bazen daha sonradan ortaya çıkan bir sorun
olabiliyor. Böyle durumlarda da asker birbirinin botunu çalıyor ve kimin
çaldığını filan bilmenin mümkünâtı yok.
Sonra devreye tabanlık giriyor, ancak bir bot için üç dört
tane ekstra malzemenin abartılı olacağını düşünüyorum. Neticede vuracaksa da
vuracak ve bir yerden sonra ayak ona alışacak, kaçarı yok. Pudraya takılıyor
gözüm. İnsanların bir bildiği vardır ki pudrayı da koymuşlardır listeye, ancak
ben yine de soruyorum:
+ Pudra ne için?
- Bot ve çorap ayağı yakıp pişik yapabiliyor. Kullananı var,
ama çok gerekir mi bilmiyorum, isteğine bağlı.
O da biraz ucuz olduğu için aklım yatıyor ve onu da torbaya
ekliyorum.
Tıraş takım çantası alıyorum, kadın yanında sabunluk filan
da vermeyi tavsiye ediyor, ancak onu –daha sonra pişman olacağımı bilmeyerek-
istemiyorum.
Listeye bakıyorum, daha uzayıp gidiyor; bot boyası, çamaşır
filesi, çamaşır torbası, diş fırçası, diş macunu ve daha nicesi... (Daha nicesi
için bkz. Google’da “asker malzeme listesi” araması)
+ Bunlar böyle hepsi gerecek mi? diye soruyorum listedeki
diğer pek çok malzemeyi gösterip yüzüme dertli bir ifade takınarak, sanki bu
işin sonu gelmeyecekmiş gibi.
- Yok gerekmez hepsi, bir kısmı isteğe göre alınır genelde.
Yani artık askerde bunların pek çoğunu veriyorlar.
En sonunda o muhteşem ikiliye geliyor sıra: Asker cüzdanı
(boyuna asmalık hem de) ve asker saati (evet, bildiniz: Casio!). Bunları da
torbaya ekledikten sonra bir fiyat hesaplaması oluyor, ben bu sırada Casio
saate bakmak üzere kasanın oraya gidiyorum. Kadın hesaplıyor, fiyat 75 TL gibi
bir şey tutuyor. Bu sırada kadın müjdeyi de veriyor; 50 TL ve üzeri
alışverişlerde saat, müessesenin hediyesi! Ancak saate bile gerekli önemi
veriyorlar ve kasadaki adam ismimi benden öğrenip saatin arkasındaki metal
kısma bunu ‘işliyor’. Artık saatimin arkasında adım bile yazıyor!
Her şeyi toparlayıp paket edilmiş bir hâlde aldıktan sonra
keyifli biçimde, kolumdaki bedavaya gelen Casio saatim eşliğinde dükkândan
ayrılıp çarşının başlangıcına doğru yol alıyorum. Tabii artık bir dükkândan
çıktığım görüldüğü ve elimde de dolu bir poşet olduğu için artık kimse “Malzeme
ister misiniz?” diye önüme atlamıyor.
Veee o pek mübarek gün geliyor: 12 Ağustos 2011. Benim için
bir milat!
Her şeyimi toplamışım, orijinal saatimi ve cüzdanımı, ayrıca
birkaç parça değerli eşyamı da kuzene teslim ettikten sonra, yolculuğa başlamak
üzere AŞTİ’ye gidiyorum. O gün oradan o saatte kalkan ve asker götürme görevini
üstlenen tek firma, Metro. Tek bir otobüsü kalkacak, otobüsü tanımamanız bile
olanaksız; çevresinde saçını üç numara vurdurmuş üç beş adamı görünce neresi
olduğunu hemen anlayıveriyorsunuz.
Otobüse varıyorum, bavulumu görevliye teslim edip otobüsün
içine biniyorum. Manzara aynen şu: Bir elin parmağını geçmeyecek sayıda kişi
dışında bütün otobüs 3 numaraya saçını vurdurmuş ‘kurbanlık koyun’ misali
yerlerini almış çeşitli yaşlardan adamlarla dolu ve otobüs Casio sponsorluğunda
kalkacak!
Tu bi kontinyud... (Devam edeceeek, et!)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder