15 Mart 2012 Perşembe

Yaylalar yaylalar... (4)


Askeri malzeme, koğuş, revir ve ilk içtima...

Askere ilk geldiğim 12 Ağustos 2011 günü devam ediyor. Sırada malzeme dağıtımı var. Bu arada havada bulutlar toplanıyor, yağmur yağacak belli.

Biz tek katlı, kulübe gibi ancak ondan daha büyük ve uzun bir yapıya götürülüyoruz. Herkesin elinde kayıt sırasında verilmiş olan birtakım kâğıtlar, belgeler. Yapıya varıyoruz ve içeri giriyoruz, burada komutan bizi bilgilendiriyor; birazdan askeri malzemelerimizi alacağız ve bunları, gösterdiği orta büyüklükte bir odada deneyeceğiz. Başımıza bir de, hâlinden bezmiş gibi görünen bir eri bırakıyor komutan, biz bu er arkadaşı takip ederek 3. bölük olduğumuzu bileceğiz.

Grup olarak ilerliyoruz, ilk olarak verilen malzeme, kocaman bir çanta; asker çantası. Bu çantayı almamızla birlikte hareketlenme başlıyor ve her şey hızlı gelişiyor; çantayı alıyoruz, oradan yan taraftaki odaya sevk ediliyoruz, orada ayak numaramızı söyleyerek bot alıyoruz (botlar karton bir kutuda veriliyor ve ağır), oradan yan taraftaki bir diğer odaya sevk ediliyoruz, oradan kamuflaj takımı alıyoruz, yandaki odadan parka, onun yanındaki odadan başka bir şey – derken herkesin elinde bol miktarda malzeme bulunuyor ve bunları düşürmeden taşımak oldukça zor. Tam bu eşyaları topladıktan sonra geniş bir koridorda komutan bizleri durduruyor ve eşyalarımızı yere bırakmamızı söylüyor. Çantayı açtırıyor (ha bu arada, herkesin yanında ekstradan kendi evinden getirdiği çantanın da olduğunu söylememe gerek yok herhalde!) ve içinden çıkan parçaları tek tek saydırıyor: havlusuydu, ayak havlusuydu, fanilasıydı, atletiydi, çorabıydı, diş macunuyla fırçasıydı, kepiydi filan derken bayağı bir malzeme çıkartıyoruz ve bunları çantanın önünde düzgünce sıraya diziyoruz. Sonra bunları emirle tekrar çantamıza yerleştiriyoruz (tabii çantadan çıkartırken her şey çok iyi de, çantaya geri yerleştirirken hiçbir şey tam olarak oturmuyor içine), birtakım arkadaşlarla birlikte uyanıklık yapıp bot kutusunu çantaya koymaya çalışıyorum çünkü onu taşıyacak üçüncü bir elim olması lâzım ve ne yazık ki bende o yok!

Apar topar eşyalarımızı yükleniyoruz ve deminki odanın bulunduğu öteki yapıya gitmeye hazırlanıyoruz. Buradan sonrası ise, yağmur yağması ve yerlerin su birikintisi hâline gelmesi yüzünden her şeyi bir işkenceye dönüştürüyor. Başımızdan aşağı yağmur boşalırken yerdeki büyük su birikintilerine girmemeye çalışarak ilerlemek için çaba sarf ediyoruz, ama benimle birlikte birkaç arkadaş –ne yazık ki- yerdeki su birikintilerine basıyor. Ayakkabıların içi şapır şapır su dolu. Ancak bununla ilgilenen tabii ki kimse yok, burası askeriye ve burada her şey mümkün.

Öteki yapıya varıp içerideki boş odalardan birine yerleştiriliyoruz. Elimizdeki malzemelerin hepsini denemek için sadece on dakikamız var, ayrıca her tarafımız sırılsıklam, ancak azimle soyunmaya başlayıp kamuflajımızı, eşofman takımımızı, botlarımızı ve ayakkabılarımızı denemeye başlıyoruz. Üstümüz sırılsıklam olduğu için malzemelerden bazılarını denerken zorlanıyoruz. Odanın içinde de 20-25 kişi olduğu için herkesin eşyalarını deneyeceği alan çok dar, yerler ıslak, bu yüzden açtığımız paketlerin bir kısmını yerlere atıp onların üstüne basarak işimizi görüyoruz.

Pek tabii kiminin kamuflaj üstü bol geliyor, kiminin kamuflaj altı dar çıkıyor, kiminin botu sıkıyor kimininki fazla bol, kimi parkanın içinde kayboluyor. Hele eşofman takımı ayrı bir komedi; odanın içindeki üç beş kişi dışında hemen hemen herkesin eşofman altı tayt gibi kalıyor, ancak üst taraf gereğinden fazla bol! Bir çırpı soyunuluyor, ötekiler deneniyor filan derken komutan da bir yandan “Acele edin!” emrini veriyor. Üstüne kamuflajı veya botu bol/dar gelenlerin yandaki yapıya gidip malzeme bölümünden değiştirmeleri mümkün. Ben de kamuflaj üstü, altı ve eşofman takımıyla ilgili değişiklik yapmak üzere yandaki yapıya gidiyorum, ama yine yağmur çamur, yine her tarafımız ıslak. Yapıya varıyorum, aceleyle elimdeki malzemeleri değiştirmeye çalışıyorum. Eşofman takımıyla ilgili yapacak pek bir şey yok, parkayı değiştirebiliyorum, kamuflaj altını da değiştiremiyorum – zaten o kadar çok asker var ki herkese yetecek miktarda eşya yok, bu yüzden değiştirme işlemleri de aksayabiliyor.

En sonunda malzeme işi öyle ya da böyle halloluyor (hallolmadıysa bile şimdilik yapacak bir şey yok, ilerlememiz lâzım). Bu sırada deminki deneme yaptığımız odada bekliyoruz herkesin toplanması için, çünkü kimse kendi bölüğünün elemanlarını henüz tam bilmiyor ve kaybolma riski var. Yok gibi gelebilir, ama var – bizim odada 5. bölükten bir eleman bile çıkıyor ve apar topar kendi bölüğünün bulunduğu yere doğru koşarak gidiyor. Bu sırada odadaki komutan, duvar kenarlarına tünemiş olan bizlere tek tek nereden geldiğimizi ve ne iş yaptığımızı soruyor. Odada resmen bir Türk mozaiği var; her kesimden adam bulmak mümkün. Memleketler ve meslekler öğrenilince herkes kendi arasında diyaloğa başlıyor bu bekleme süresince. Ben de yanımdaki elemanla konuşuyorum. İstanbul’dan gelmiş, mimarmış. Tanışıyoruz, isim yaş filan bilgilerini paylaşıyoruz.

Odada bizim bölüğün –şimdilik- bütün elemanları toplanınca ayağa kalkıp toparlanıyoruz.


İstikamet: Revir.

Bu revir konusunda şimdiye kadar o kadar çok şey duymuşumdur ki... Bunlardan en bilineni “Orada iki öksürüp nefes alıp veriyorsunuz doktor sizi dinliyor, sonra bir sağ koldan bir sol koldan ikişer iğne olmak üzere dört iğne, oradan iğne buradan iğne, sonra yallah yolluyorlar sizi.” Ben ki sivilde bile iğneye ve kan aldırmaya karşı bir antipatim var, sevmem yani iğne ve aşı işini, boynum bükük hâlde grupla birlikte revire doğru yürüyorum. Boynumun bükük olmasındaki en büyük etken, başıma gelecekleri tahmin etmem değil, eşyaları taşımak için vücudumun şekilden şekle girmesi. Eşyaları bu acele sırasında taşımak gerçekten zor, yani böyle bir şeyle karşılaşacağımı bilsem sivildeyken iki denge hareketi filan çalışırım da gelirim. Biz yürürken birkaç arkadaş zaten bot kutularını yere düşürüyor ve botlar yerlere saçılıyor, onları beklemek için durmak zorunda kalıyoruz. Düşüre toplaya, dura kalka revire varıyoruz. Herkes eşyalarını revirin kenarındaki kaldırım taşlarının önünde sıraya diziyor ve içeri giriyoruz.

Revirin içinde askerler verilen emirle hemen üstlerini çıkartıyor ve kenara bir yere bırakıyor. Yarı çıplak hâlde sıraya giriyoruz ve bir dizi doktorun önünden geçerken sorularına cevap veriyoruz. İki tanesi, kullandığım ilaç olup olmadığını soruyor; bir tanesi dişlerimle ilgili bir şeyler soruyor; bir tanesi de daha önce ciddi bir rahatsızlık/hastalık geçirdim mi onu soruyor.

Ve... ileride o çok meşhur aşı sahnesi için bekleyen iki asker var; sandalyelere oturmuşlar, ortalarında da boş bir sandalye, sırası gelen o boş sandalyeye oturup kollardan iğneyi yiyip kalkıp gidiyor. “İyi,” diyorum içimden, “belki de hızlıca yapılıp biteceği için bir şey hissetmeyeceğim.” Benim önümdeki iki eleman da aşı fobisi olan tipler çıkmasın mı? Kendime o kısa süre içinde şu meşgaleyi buluyorum; elemanlara “Bir şey olmaz yahu geçip gidiyor, zaten hafif aşılarmış,” şeklinde teselli cümleleri kurarken kendim de bunu kabulleniyorum. Sıra bana geliyor, o sandalyeye oturuyorum, askerlerden biri sol koluma, biri sağ koluma kolonyayı sürüyor, sonra biri sağ kola iğneyi yapıyor bitiriyor, biri sol kola yapıyor bitiriyor. Yani öyle iki koldan haşırt diye sokup lak diye basmıyorlar iğneyi. Kendimden geçmediğime şükrederek yerimden kalkıyorum, karşıki odada sağlıkla ilgili bir anket var onu yapıyorum ve işim bitiyor, üstümü giyinip çıkıyorum.

Askerdeki en önemli şeylerden biri sabır ve toplu hareket. Eğer birlikte olduğunuz grup tam değilse veya tamamlan(a)mamışsa grubun toplanmasını beklemeniz gerekiyor. Bizim 3. bölüğün toplanması çok uzun sürmüyor, çünkü zaten bölüğün bütün askerleri yok aramızda, o yüzden sıra bize geldiği için ilerideki bir servis aracına gidiyoruz. Araç bizi koğuşun oraya götürecek. Ancak askerliğin ilk günü şansından mıdır bilmem(!), biz araca biniyoruz, yağmur dinmiş ve hava sıcak, araç hareket ediyor fakat aracı kullanan er aracı bir türlü park ettiği yerden çıkaramıyor. Yapması gereken hareket çok basit bir u dönüşü, fakat asker arkadaş bunu –nedense- başka biçimde yapmaya çalışıyor. Servisteki elemanlardan biri bir ara “Arkadaş istiyorsan ben geçeyim, çıkartayım aracı” diyor ve arkadaşlarıyla aralarında şakalaşıyorlar. Aracı süren er oralı bile değil.

Bir ileri, bir geri, bir sağa bir sola derken, şoför er aracı biraz ‘fazla’ geriye doğru sürüyor ve TAK! Arkadaki ambulansın plakasına fena değdiriyor. Haydaaa... olmadık yerde iş şimdi! Şoför er bir anda Küçük Emrah kesilip oflayıp puflayarak araçtan iniyor, onunda yanında oturmakta olan öteki er de onunla birlikte gidiyor. Revirin önünde, ambulansın oraya birkaç komutan geliyor, revirin içinden de iki tabip çıkıp geliyor ve sahne şu: Hepsi birlikte ambulans aracının önünde toplanmışlar, kazayı yapan er selam durup ardından hazır ol duruşunda bekliyor. Bir plakaya bakarak 15 dakika boyunca yorumlar yapılıyor, şoför er azarlanıyor, ancak er son derece tepkisiz, öylece duruyor orada. Sonunda şoför eri gönderiyorlar (bu kaza olayı tabii ki rapor ediliyor daha sonrası için) ve er gelip araca biniyor, servis koğuş binasına doğru yol alıyor.

Koğuş binasının önüne varıyoruz ve servisten inerek yine grup hâlinde binaya doğru yürüyoruz. Bizim bölük 2. kattaki koğuşlara yerleştirilecek. Yukarıya çıkıyoruz. Tabii şöyle bir durum var; bu dönemde başvuran askerlerde aşırı bir fazlalık var ve bu alay komutanlığına bu dönemde, daha önceki dönemlere kıyasla çok daha fazla asker yazılmış. O yüzden bazı koğuşların önlerindeki dolapları çift kişi kullanacağız. Buna tabii ki sıra gelecek, önce koğuşlara ve yataklara yerleştiriliyoruz- şimdilik. Posta olarak sınıflandırıldığımızda koğuşlar da değişecek. Bana ranzanın üst kısmı düşüyor, ancak ranzayı paylaşacağım elemanla (ki kendisi daha sonra acemilik dönemindeki grubumuzdaki arkadaşlardan biri olur) anlaşıp alt ranzayı tercih ediyorum. Zaten gece uyurken sürekli kıpırdanıp sağa sola dönen bir adamım, bir de üstteki ranzada yatarken düşmeyeyim endişesi var.

Koğuş işi de hallolduktan sonra, 3. bölük olarak her daim toplanacağımız yemekhane binasının oraya gidiyoruz. Yemekhane binası da aynı askeri malzemelerimizi aldığımız bina gibi, kulübeye benziyor, baraka gibi. Oraya vardığımızda sarı saçlı, genç görünümlü bir eleman bağırmaya başlıyor: “Herkes arka arkaya sıraya girsin! Öndekiler kollarını yana açsın! Arkadakiler kollarını önündekinin omzuna uzatsın! Uzat uzat uzat! Hadi!” Daha ne olduğunu anlayamıyorum ama herkes birden sıraya giriyor. O kadar çok şeyin peşinde koşturup durmuşuz ki akşam olmuş.

Burada, bölüğümüzün efsane başçavuşu geliyor. Öyle matrak bir adam ki, daha ilk lafında, şivesiyle birlikte, bu izlenimi kolaylıkla edinebiliyorsunuz. Geliyor ve diyor ki, “Merhaba arkadaşlar. Hepiniz 5. alay komutanlığına hoş geldiniz.” Başçavuş acemilik dönemimizle ilgili birtakım şeyleri anlatıyor, bazı konuları özet geçiyor ve lafının sonunda sıraya dizilişimizi göstererek, “Buna içtima diyoruz.” diyor ve sırıtıyor. Bütün bölük gülüyor. “Burada,” diye devam ediyor başçavuş, “hepimiz inşallah keyifli vakit geçireceğiz ve sizler temel eğitiminizi alacaksınız. Sizler asker olarak görevlerinizi ve yapmanız gerekenleri bildiğiniz sürece hiçbir sıkıntı olmayacak, çünkü hepiniz okumuş etmiş insanlarsınız, sıkıntıyı ne siz ne de biz isteriz.”

Komutan anlatmaya devam ediyor ve kayıt işlemleriyle ilgili birtakım şeyleri de halletmeye çalışıyor bu sırada. Elinde bir sürü evrak var. Yoğunlukla ilgili olarak da şunu söylüyor; “Şimdi normalde bizim komutanlıkta bir dönemde bu kadar kalabalık olmuyor, ancak bu dönem bir yığılma söz konusu. Bütün bölükler toplamda 2200 askersiniz.” Burada askerlerden birkaçı ıslık çalarak şaşkınlığını belirtiyor. “Bu yığılma sebebiyle de bazı ek kurallar ve uygulamalar olacak. Dolaplarınızı, sizi yerleştiren komutanın belirttiği şekilde iki kişi kullanacaksınız. Yat ve kalk saatlerimiz zaten günlük çizelgede yazıyor.” Komutan bu bilgileri de verdikten sonra ortamı biraz keyiflendirmek için birtakım şeyler anlatıyor, birkaç askerle muhabbet ediyor, gülüyoruz eğleniyoruz. Ancak benim içimde büyük bir yorgunluk, hâlsizlik ve biraz da umutsuzluk var. Diyorum ki kendi kendime, koca askerlik nasıl geçecek? Çünkü hiçbir insan sivilde bu kadar toplu biçimde yaşamamıştır ve bu kadar emir altında hayatını geçirmemiştir. İnsan bir şeylerin değerini, limitler ve sınırlar çizildiğinde anlıyor, benim acemilik dönemiyle ilgili daha o günden anladığım şey bu.

Yeniden yağmur yağmaya başlıyor, ancak kayıt işlemleriyle ilgili eksik kalan birtakım şeylerin hallolması lâzım, bu yüzden beklemeye devam ediyoruz. Yaklaşık bir saat dışarıda kaldıktan sonra yağmur şiddetini artırıyor ve bizleri mecburen yemekhaneye alıyorlar. Tabii bölük kalabalık, asker sayısı artmış durumda. İçeri girdiğimizde bile bir hengâme başlıyor, herkes bir yerlere oturmaya çalışıyor. İtiraf etmeliyim ki bu kadar değişik ve çeşitli insanla daha önce hiç bir arada olmamıştım ve bu durum benim için ortamın stresini de artırıyor. Aslında stres yapacak hiçbir şey yok tabii, ancak işte insan erken yaşta bu kadar fazla insanla bir arada olma imkânını elde edemedikten sonra, bir anda askerlik gibi bir zorunluluk altında olunca benim gibi apışıp kalabiliyor.

Bizler otururken, sarı saçlı eleman tekrar geliyor. Biz yerlerimize otururken o bağırıyor: “Herkes otursun! Sessiz olun! Gürültüyü bırakın!” Yahu diyorum bu genç adam kim? Üzerinde de tişört var, rahat giyimli, kim ama bu? Ulan diyorum, hani alternatif bir gelecek yazıyorum kafamda hemen; bu elemana gidip “Ne bağırıyorsun len!” desem nasıl bir karşılık alırım? Kim ki bu yahu?!... Sonradan öğreniyorum ki, çavuş.

Yemekhanedeki bekleme süresi uzadıkça uzuyor. Deminki başçavuş elindeki belgeleri isimleri okuyarak dağıtıyor, ama tabii ki her isim ilk okunduğunda sahibi çıkmayabiliyor ve bu da süreci oldukça uzatıyor. Arada tabii başçavuşun yaptığı birtakım espriler oluyor ve yemekhanede kahkahalar çınlıyor, ancak vakit geçtikçe herkese yorgunluk çöküyor. Ben bir ara başımı masaya koymuşum, uyuyorum. Gerginim, stresliyim, askerliğin daha ilk günü, hatta arifesi ve dokunsalar isyan edeceğim, o derece! Bir ara gözlerimi açıp başımı kaldırıp bakıyorum, belge dağıtım işlemi devam ediyor. Saat bayağı ilerlemiş. Genelde her askerin başına gelebilecek psikolojiyi yaşıyorum ve diyorum ki ben buraya ait değilim, burada ne işim var?! Başımı tekrar koyuyorum, bir süre daha uyuyorum... Sonra metal sesleri duymaya başlıyorum ve başımı kaldırdığımda görüyorum ki herkes toparlanmaya başlıyor, sandalyeler yere sürtüyor. Vücudum hantallaşmış gibi, kaldırmakta güçlük çekiyorum. Artık öyle bir moral bozukluğu içindeyim ki, sinirden ağlayacağım. Aklımda bir düşünce sabit; yarın komutanlardan birine gidip diyeceğim ki ben yapamıyorum, geri dönmek istiyorum. Hahaaa... yok öyle bir şey! Çocuk oyuncağı değil bu. Peki, bu düşünce içerisinde bu askerlik nasıl geçecek? Öyle bir geçecek ki...

Not: Askerliğin arifesi olan kayıt günü bizleri sefil eden, sırılsıklam bırakan yağmur, bundan sonra altı hafta boyunca toplamda ya iki ya üç kere kendini gösteriyor, o kadar.

Tu bi kontinyud... (Devam edeceeek, et!)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder