Askeri malzeme, koğuş, revir ve ilk içtima...
Askere ilk geldiğim 12 Ağustos 2011 günü devam ediyor.
Sırada malzeme dağıtımı var. Bu arada havada bulutlar toplanıyor, yağmur
yağacak belli.
Biz tek katlı, kulübe gibi ancak ondan daha büyük ve uzun
bir yapıya götürülüyoruz. Herkesin elinde kayıt sırasında verilmiş olan
birtakım kâğıtlar, belgeler. Yapıya varıyoruz ve içeri giriyoruz, burada
komutan bizi bilgilendiriyor; birazdan askeri malzemelerimizi alacağız ve
bunları, gösterdiği orta büyüklükte bir odada deneyeceğiz. Başımıza bir de,
hâlinden bezmiş gibi görünen bir eri bırakıyor komutan, biz bu er arkadaşı
takip ederek 3. bölük olduğumuzu bileceğiz.
Grup olarak ilerliyoruz, ilk olarak verilen malzeme, kocaman
bir çanta; asker çantası. Bu çantayı almamızla birlikte hareketlenme başlıyor
ve her şey hızlı gelişiyor; çantayı alıyoruz, oradan yan taraftaki odaya sevk
ediliyoruz, orada ayak numaramızı söyleyerek bot alıyoruz (botlar karton bir
kutuda veriliyor ve ağır), oradan yan taraftaki bir diğer odaya sevk
ediliyoruz, oradan kamuflaj takımı alıyoruz, yandaki odadan parka, onun
yanındaki odadan başka bir şey – derken herkesin elinde bol miktarda malzeme
bulunuyor ve bunları düşürmeden taşımak oldukça zor. Tam bu eşyaları
topladıktan sonra geniş bir koridorda komutan bizleri durduruyor ve
eşyalarımızı yere bırakmamızı söylüyor. Çantayı açtırıyor (ha bu arada,
herkesin yanında ekstradan kendi evinden getirdiği çantanın da olduğunu
söylememe gerek yok herhalde!) ve içinden çıkan parçaları tek tek saydırıyor: havlusuydu,
ayak havlusuydu, fanilasıydı, atletiydi, çorabıydı, diş macunuyla fırçasıydı,
kepiydi filan derken bayağı bir malzeme çıkartıyoruz ve bunları çantanın önünde
düzgünce sıraya diziyoruz. Sonra bunları emirle tekrar çantamıza
yerleştiriyoruz (tabii çantadan çıkartırken her şey çok iyi de, çantaya geri
yerleştirirken hiçbir şey tam olarak oturmuyor içine), birtakım arkadaşlarla
birlikte uyanıklık yapıp bot kutusunu çantaya koymaya çalışıyorum çünkü onu
taşıyacak üçüncü bir elim olması lâzım ve ne yazık ki bende o yok!
Apar topar eşyalarımızı yükleniyoruz ve deminki odanın
bulunduğu öteki yapıya gitmeye hazırlanıyoruz. Buradan sonrası ise, yağmur
yağması ve yerlerin su birikintisi hâline gelmesi yüzünden her şeyi bir
işkenceye dönüştürüyor. Başımızdan aşağı yağmur boşalırken yerdeki büyük su
birikintilerine girmemeye çalışarak ilerlemek için çaba sarf ediyoruz, ama
benimle birlikte birkaç arkadaş –ne yazık ki- yerdeki su birikintilerine
basıyor. Ayakkabıların içi şapır şapır su dolu. Ancak bununla ilgilenen tabii
ki kimse yok, burası askeriye ve burada her şey mümkün.
Öteki yapıya varıp içerideki boş odalardan birine
yerleştiriliyoruz. Elimizdeki malzemelerin hepsini denemek için sadece on
dakikamız var, ayrıca her tarafımız sırılsıklam, ancak azimle soyunmaya
başlayıp kamuflajımızı, eşofman takımımızı, botlarımızı ve ayakkabılarımızı
denemeye başlıyoruz. Üstümüz sırılsıklam olduğu için malzemelerden bazılarını
denerken zorlanıyoruz. Odanın içinde de 20-25 kişi olduğu için herkesin
eşyalarını deneyeceği alan çok dar, yerler ıslak, bu yüzden açtığımız
paketlerin bir kısmını yerlere atıp onların üstüne basarak işimizi görüyoruz.
Pek tabii kiminin kamuflaj üstü bol geliyor, kiminin
kamuflaj altı dar çıkıyor, kiminin botu sıkıyor kimininki fazla bol, kimi parkanın
içinde kayboluyor. Hele eşofman takımı ayrı bir komedi; odanın içindeki üç beş
kişi dışında hemen hemen herkesin eşofman altı tayt gibi kalıyor, ancak üst
taraf gereğinden fazla bol! Bir çırpı soyunuluyor, ötekiler deneniyor filan
derken komutan da bir yandan “Acele edin!” emrini veriyor. Üstüne kamuflajı
veya botu bol/dar gelenlerin yandaki yapıya gidip malzeme bölümünden
değiştirmeleri mümkün. Ben de kamuflaj üstü, altı ve eşofman takımıyla ilgili
değişiklik yapmak üzere yandaki yapıya gidiyorum, ama yine yağmur çamur, yine
her tarafımız ıslak. Yapıya varıyorum, aceleyle elimdeki malzemeleri
değiştirmeye çalışıyorum. Eşofman takımıyla ilgili yapacak pek bir şey yok,
parkayı değiştirebiliyorum, kamuflaj altını da değiştiremiyorum – zaten o kadar
çok asker var ki herkese yetecek miktarda eşya yok, bu yüzden değiştirme
işlemleri de aksayabiliyor.
En sonunda malzeme işi öyle ya da böyle halloluyor
(hallolmadıysa bile şimdilik yapacak bir şey yok, ilerlememiz lâzım). Bu sırada
deminki deneme yaptığımız odada bekliyoruz herkesin toplanması için, çünkü
kimse kendi bölüğünün elemanlarını henüz tam bilmiyor ve kaybolma riski var.
Yok gibi gelebilir, ama var – bizim odada 5. bölükten bir eleman bile çıkıyor
ve apar topar kendi bölüğünün bulunduğu yere doğru koşarak gidiyor. Bu sırada
odadaki komutan, duvar kenarlarına tünemiş olan bizlere tek tek nereden
geldiğimizi ve ne iş yaptığımızı soruyor. Odada resmen bir Türk mozaiği var;
her kesimden adam bulmak mümkün. Memleketler ve meslekler öğrenilince herkes
kendi arasında diyaloğa başlıyor bu bekleme süresince. Ben de yanımdaki
elemanla konuşuyorum. İstanbul’dan gelmiş, mimarmış. Tanışıyoruz, isim yaş
filan bilgilerini paylaşıyoruz.
Odada bizim bölüğün –şimdilik- bütün elemanları toplanınca
ayağa kalkıp toparlanıyoruz.
İstikamet: Revir.
Bu revir konusunda şimdiye kadar o kadar çok şey duymuşumdur
ki... Bunlardan en bilineni “Orada iki öksürüp nefes alıp veriyorsunuz doktor
sizi dinliyor, sonra bir sağ koldan bir sol koldan ikişer iğne olmak üzere dört
iğne, oradan iğne buradan iğne, sonra yallah yolluyorlar sizi.” Ben ki sivilde
bile iğneye ve kan aldırmaya karşı bir antipatim var, sevmem yani iğne ve aşı
işini, boynum bükük hâlde grupla birlikte revire doğru yürüyorum. Boynumun
bükük olmasındaki en büyük etken, başıma gelecekleri tahmin etmem değil,
eşyaları taşımak için vücudumun şekilden şekle girmesi. Eşyaları bu acele
sırasında taşımak gerçekten zor, yani böyle bir şeyle karşılaşacağımı bilsem
sivildeyken iki denge hareketi filan çalışırım da gelirim. Biz yürürken birkaç
arkadaş zaten bot kutularını yere düşürüyor ve botlar yerlere saçılıyor, onları
beklemek için durmak zorunda kalıyoruz. Düşüre toplaya, dura kalka revire
varıyoruz. Herkes eşyalarını revirin kenarındaki kaldırım taşlarının önünde
sıraya diziyor ve içeri giriyoruz.
Revirin içinde askerler verilen emirle hemen üstlerini
çıkartıyor ve kenara bir yere bırakıyor. Yarı çıplak hâlde sıraya giriyoruz ve
bir dizi doktorun önünden geçerken sorularına cevap veriyoruz. İki tanesi,
kullandığım ilaç olup olmadığını soruyor; bir tanesi dişlerimle ilgili bir
şeyler soruyor; bir tanesi de daha önce ciddi bir rahatsızlık/hastalık geçirdim
mi onu soruyor.
Ve... ileride o çok meşhur aşı sahnesi için bekleyen iki
asker var; sandalyelere oturmuşlar, ortalarında da boş bir sandalye, sırası
gelen o boş sandalyeye oturup kollardan iğneyi yiyip kalkıp gidiyor. “İyi,”
diyorum içimden, “belki de hızlıca yapılıp biteceği için bir şey
hissetmeyeceğim.” Benim önümdeki iki eleman da aşı fobisi olan tipler çıkmasın
mı? Kendime o kısa süre içinde şu meşgaleyi buluyorum; elemanlara “Bir şey
olmaz yahu geçip gidiyor, zaten hafif aşılarmış,” şeklinde teselli cümleleri
kurarken kendim de bunu kabulleniyorum. Sıra bana geliyor, o sandalyeye
oturuyorum, askerlerden biri sol koluma, biri sağ koluma kolonyayı sürüyor,
sonra biri sağ kola iğneyi yapıyor bitiriyor, biri sol kola yapıyor bitiriyor.
Yani öyle iki koldan haşırt diye sokup lak diye basmıyorlar iğneyi. Kendimden
geçmediğime şükrederek yerimden kalkıyorum, karşıki odada sağlıkla ilgili bir
anket var onu yapıyorum ve işim bitiyor, üstümü giyinip çıkıyorum.
Askerdeki en önemli şeylerden biri sabır ve toplu hareket.
Eğer birlikte olduğunuz grup tam değilse veya tamamlan(a)mamışsa grubun
toplanmasını beklemeniz gerekiyor. Bizim 3. bölüğün toplanması çok uzun
sürmüyor, çünkü zaten bölüğün bütün askerleri yok aramızda, o yüzden sıra bize
geldiği için ilerideki bir servis aracına gidiyoruz. Araç bizi koğuşun oraya
götürecek. Ancak askerliğin ilk günü şansından mıdır bilmem(!), biz araca
biniyoruz, yağmur dinmiş ve hava sıcak, araç hareket ediyor fakat aracı
kullanan er aracı bir türlü park ettiği yerden çıkaramıyor. Yapması gereken
hareket çok basit bir u dönüşü, fakat asker arkadaş bunu –nedense- başka
biçimde yapmaya çalışıyor. Servisteki elemanlardan biri bir ara “Arkadaş
istiyorsan ben geçeyim, çıkartayım aracı” diyor ve arkadaşlarıyla aralarında
şakalaşıyorlar. Aracı süren er oralı bile değil.
Bir ileri, bir geri, bir sağa bir sola derken, şoför er
aracı biraz ‘fazla’ geriye doğru sürüyor ve TAK! Arkadaki ambulansın plakasına
fena değdiriyor. Haydaaa... olmadık yerde iş şimdi! Şoför er bir anda Küçük
Emrah kesilip oflayıp puflayarak araçtan iniyor, onunda yanında oturmakta olan
öteki er de onunla birlikte gidiyor. Revirin önünde, ambulansın oraya birkaç
komutan geliyor, revirin içinden de iki tabip çıkıp geliyor ve sahne şu: Hepsi
birlikte ambulans aracının önünde toplanmışlar, kazayı yapan er selam durup
ardından hazır ol duruşunda bekliyor. Bir plakaya bakarak 15 dakika boyunca
yorumlar yapılıyor, şoför er azarlanıyor, ancak er son derece tepkisiz, öylece
duruyor orada. Sonunda şoför eri gönderiyorlar (bu kaza olayı tabii ki rapor
ediliyor daha sonrası için) ve er gelip araca biniyor, servis koğuş binasına
doğru yol alıyor.
Koğuş binasının önüne varıyoruz ve servisten inerek yine
grup hâlinde binaya doğru yürüyoruz. Bizim bölük 2. kattaki koğuşlara
yerleştirilecek. Yukarıya çıkıyoruz. Tabii şöyle bir durum var; bu dönemde
başvuran askerlerde aşırı bir fazlalık var ve bu alay komutanlığına bu dönemde,
daha önceki dönemlere kıyasla çok daha fazla asker yazılmış. O yüzden bazı
koğuşların önlerindeki dolapları çift kişi kullanacağız. Buna tabii ki sıra
gelecek, önce koğuşlara ve yataklara yerleştiriliyoruz- şimdilik. Posta olarak
sınıflandırıldığımızda koğuşlar da değişecek. Bana ranzanın üst kısmı düşüyor,
ancak ranzayı paylaşacağım elemanla (ki kendisi daha sonra acemilik dönemindeki
grubumuzdaki arkadaşlardan biri olur) anlaşıp alt ranzayı tercih ediyorum.
Zaten gece uyurken sürekli kıpırdanıp sağa sola dönen bir adamım, bir de
üstteki ranzada yatarken düşmeyeyim endişesi var.
Koğuş işi de hallolduktan sonra, 3. bölük olarak her daim
toplanacağımız yemekhane binasının oraya gidiyoruz. Yemekhane binası da aynı
askeri malzemelerimizi aldığımız bina gibi, kulübeye benziyor, baraka gibi.
Oraya vardığımızda sarı saçlı, genç görünümlü bir eleman bağırmaya başlıyor:
“Herkes arka arkaya sıraya girsin! Öndekiler kollarını yana açsın! Arkadakiler
kollarını önündekinin omzuna uzatsın! Uzat uzat uzat! Hadi!” Daha ne olduğunu
anlayamıyorum ama herkes birden sıraya giriyor. O kadar çok şeyin peşinde
koşturup durmuşuz ki akşam olmuş.
Burada, bölüğümüzün efsane başçavuşu geliyor. Öyle matrak
bir adam ki, daha ilk lafında, şivesiyle birlikte, bu izlenimi kolaylıkla
edinebiliyorsunuz. Geliyor ve diyor ki, “Merhaba arkadaşlar. Hepiniz 5. alay
komutanlığına hoş geldiniz.” Başçavuş acemilik dönemimizle ilgili birtakım
şeyleri anlatıyor, bazı konuları özet geçiyor ve lafının sonunda sıraya
dizilişimizi göstererek, “Buna içtima diyoruz.” diyor ve sırıtıyor. Bütün bölük
gülüyor. “Burada,” diye devam ediyor başçavuş, “hepimiz inşallah keyifli vakit
geçireceğiz ve sizler temel eğitiminizi alacaksınız. Sizler asker olarak
görevlerinizi ve yapmanız gerekenleri bildiğiniz sürece hiçbir sıkıntı
olmayacak, çünkü hepiniz okumuş etmiş insanlarsınız, sıkıntıyı ne siz ne de biz
isteriz.”
Komutan anlatmaya devam ediyor ve kayıt işlemleriyle ilgili
birtakım şeyleri de halletmeye çalışıyor bu sırada. Elinde bir sürü evrak var.
Yoğunlukla ilgili olarak da şunu söylüyor; “Şimdi normalde bizim komutanlıkta
bir dönemde bu kadar kalabalık olmuyor, ancak bu dönem bir yığılma söz konusu.
Bütün bölükler toplamda 2200 askersiniz.” Burada askerlerden birkaçı ıslık
çalarak şaşkınlığını belirtiyor. “Bu yığılma sebebiyle de bazı ek kurallar ve
uygulamalar olacak. Dolaplarınızı, sizi yerleştiren komutanın belirttiği
şekilde iki kişi kullanacaksınız. Yat ve kalk saatlerimiz zaten günlük
çizelgede yazıyor.” Komutan bu bilgileri de verdikten sonra ortamı biraz
keyiflendirmek için birtakım şeyler anlatıyor, birkaç askerle muhabbet ediyor,
gülüyoruz eğleniyoruz. Ancak benim içimde büyük bir yorgunluk, hâlsizlik ve
biraz da umutsuzluk var. Diyorum ki kendi kendime, koca askerlik nasıl geçecek?
Çünkü hiçbir insan sivilde bu kadar toplu biçimde yaşamamıştır ve bu kadar emir
altında hayatını geçirmemiştir. İnsan bir şeylerin değerini, limitler ve
sınırlar çizildiğinde anlıyor, benim acemilik dönemiyle ilgili daha o günden
anladığım şey bu.
Yeniden yağmur yağmaya başlıyor, ancak kayıt işlemleriyle
ilgili eksik kalan birtakım şeylerin hallolması lâzım, bu yüzden beklemeye
devam ediyoruz. Yaklaşık bir saat dışarıda kaldıktan sonra yağmur şiddetini
artırıyor ve bizleri mecburen yemekhaneye alıyorlar. Tabii bölük kalabalık,
asker sayısı artmış durumda. İçeri girdiğimizde bile bir hengâme başlıyor,
herkes bir yerlere oturmaya çalışıyor. İtiraf etmeliyim ki bu kadar değişik ve
çeşitli insanla daha önce hiç bir arada olmamıştım ve bu durum benim için
ortamın stresini de artırıyor. Aslında stres yapacak hiçbir şey yok tabii,
ancak işte insan erken yaşta bu kadar fazla insanla bir arada olma imkânını
elde edemedikten sonra, bir anda askerlik gibi bir zorunluluk altında olunca
benim gibi apışıp kalabiliyor.
Bizler otururken, sarı saçlı eleman tekrar geliyor. Biz
yerlerimize otururken o bağırıyor: “Herkes otursun! Sessiz olun! Gürültüyü
bırakın!” Yahu diyorum bu genç adam kim? Üzerinde de tişört var, rahat giyimli,
kim ama bu? Ulan diyorum, hani alternatif bir gelecek yazıyorum kafamda hemen;
bu elemana gidip “Ne bağırıyorsun len!” desem nasıl bir karşılık alırım? Kim ki
bu yahu?!... Sonradan öğreniyorum ki, çavuş.
Yemekhanedeki bekleme süresi uzadıkça uzuyor. Deminki
başçavuş elindeki belgeleri isimleri okuyarak dağıtıyor, ama tabii ki her isim
ilk okunduğunda sahibi çıkmayabiliyor ve bu da süreci oldukça uzatıyor. Arada
tabii başçavuşun yaptığı birtakım espriler oluyor ve yemekhanede kahkahalar
çınlıyor, ancak vakit geçtikçe herkese yorgunluk çöküyor. Ben bir ara başımı
masaya koymuşum, uyuyorum. Gerginim, stresliyim, askerliğin daha ilk günü, hatta
arifesi ve dokunsalar isyan edeceğim, o derece! Bir ara gözlerimi açıp başımı
kaldırıp bakıyorum, belge dağıtım işlemi devam ediyor. Saat bayağı ilerlemiş.
Genelde her askerin başına gelebilecek psikolojiyi yaşıyorum ve diyorum ki ben
buraya ait değilim, burada ne işim var?! Başımı tekrar koyuyorum, bir süre daha
uyuyorum... Sonra metal sesleri duymaya başlıyorum ve başımı kaldırdığımda
görüyorum ki herkes toparlanmaya başlıyor, sandalyeler yere sürtüyor. Vücudum
hantallaşmış gibi, kaldırmakta güçlük çekiyorum. Artık öyle bir moral bozukluğu
içindeyim ki, sinirden ağlayacağım. Aklımda bir düşünce sabit; yarın
komutanlardan birine gidip diyeceğim ki ben yapamıyorum, geri dönmek istiyorum.
Hahaaa... yok öyle bir şey! Çocuk oyuncağı değil bu. Peki, bu düşünce içerisinde
bu askerlik nasıl geçecek? Öyle bir geçecek ki...
Not: Askerliğin arifesi olan kayıt günü bizleri sefil eden,
sırılsıklam bırakan yağmur, bundan sonra altı hafta boyunca toplamda ya iki ya
üç kere kendini gösteriyor, o kadar.
Tu bi kontinyud... (Devam edeceeek, et!)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder