22 Mart 2012 Perşembe

Yaylalar yaylalar... (5)


Günlerden 13 Ağustos, askerliğin “resmi” olarak ilk günü...

“Koğuş kalk!”

Bu laf, hiç şüphesiz asker olan her bünyede yıllarca sürecek bambaşka bir algının oluşmasına neden olan laftır. 5.5 ay boyunca (kısa dönemler için) her Allah’ın günü gerek bu şekilde, gerek başka versiyonlarla (“Hadi arkadaşlar saat 6, kalkıyoruz!”, “Hadi beyler kalkalım!”, “Günaydın arkadaşlar!”) sabahın bir körü duyulur ve askerlik boyunca er kişisinin bir numaralı geyik malzemesi olur.


Bizim Kastamonu’da birkaç hafta boyunca uyanmamızı sağlayan eleman ise ayrı bir bomba; o iri yarı, civanım delikanlı görünümündeki elemandan sabahın saat 5.30’unda ince, tiz bir sesle duyuluyor: “Koğuş kalk!”

Koğuşun ışıkları yanıyor, ben tabii ne olduğunu anlayamıyorum henüz. Gece 11.30’a yakın bir saatte uyumuşuz, sabahın 5.30’unda kalkmak da ne oluyor?! Hadi canım, hadiii...!

Herkes homurdanarak, isteksiz biçimde uyanıyor. Tabii bazı arkadaşlar sivilde de erkenden kalkmaya alışkın oldukları için zindeler ve herhangi bir problemleri yok. Askerler, uyanış ve kendine geliş sürelerine bağlı olarak koğuşlardan çıkarak tuvalete gidiyor. Ama tabii, önceki yazıda da bahsettiğim üzere, birlikte acayip bir asker fazlalığı var ve bu kendini tuvalette de gösteriyor; adım atacak yer yok!

Tuvalet ve giyinme faslı da öyle ya da böyle geçtikten sonra herkes, yarı ayık yarı uykulu, kahvaltı edilecek yemekhaneye doğru yol alıyor. Ben de o grubun içindeyim. Ancak şöyle bir derdim var, kamuflajımın alt tarafı kapri gibi duruyor. Kamuflajın pantolon kısmının âdeti ise şu; pantolon tabii bol olması gerektiği için paça botun baş tarafına kadar inecek ve geri kalan kısım aşağı bırakılacak bol biçimde. Bendeki sorun ise, paçanın ucunun zaten botun üst kısmı sınırında kalması, anca geliyor oraya yani.

Neyse, yemekhaneye varıyorum, geceki gibi yine bir uğultu, kuru bir gürültü var. Kahvaltı malzemeleri ise tam olarak asker mantığını anlatır nitelikte: bir adet tam domates, bir adet tam salatalık, bir adet dilim beyaz peynir (kalıp değil tabii), bal ve tereyağı paketi. Bir de çatal var. Bunlarla ne yapıyorsan yap. Zaten bu malzemeleri kullanarak bir süre sonra en kralından kahvaltı yapmayı bile beceriyorsun ister istemez. Yanında da metal bardakta çay. Çay tabii koca bir kazanda bütün bölük için hazırlandığından tadı sivildeki çaya hiç benzemiyor.

Kahvaltı da edildikten sonra dışarıda hummalı bir bekleyiş var. Aslında hummalı olmayı gerektirecek bir yoğunluk yok, ama işte kişi asker oldu mu anlatacak bir yığın derdi olur. Humma, bu dert anlatma kısmından kaynaklanıyor.

Etrafıma bakınıyorum, tanıdığım ettiğim hiç kimse yok. Kimi kenardaki ağaçların altına oturmuş birbiriyle muhabbet ediyor, kimi etrafa bakınıyor, ama netice itibariyle herkes kendi içinde ‘kayıp’. Derken akşamki çavuş geliyor:

“3. Bölük, içtimaya!”

Herkes apar topar yemekhanenin yan tarafında, binaya paralel olacak biçimde sıraya girmeye başlıyor.

“Dirsek temas aralığı hizaya gel!”

Tabii bu lafı bilen pek kimse yok, o yüzden çavuş, öndeki elemanların duruşlarına çekidüzen verip arka taraflara doğru ilerliyor.

“Arkadakiler, sağ kolunu önündekinin omzuna uzat!”

Denilen yapılıyor, birkaç dakika içinde muntazam bir sıra oluyoruz. İlk birkaç günün içtima ve ardında yaşananlarını pek hatırlayamadığım için, buradan, eğitim yapacağımız alana varış kısmımıza geçiyorum. O alana varana kadar da upuzun bir yol yürüyoruz, ki bu yol, acemiliğin ilerki günleri ve haftalarında zaman zaman çileye dönüşebiliyor, yapacak bir şey yok.

Eğitim alanına vardığımızda etrafın görünümünden, internette okumuş olduğum “Kastamonu acemilik için iyi bir birliktir” sözleri geliyor aklıma. Hakikaten –daha önce de başka bir birlik görmemiş olduğum için- bana iyi gözüküyor. Zaten kafam bir milyon, neredeyim ben kimim zihnimde bununla cebelleşiyorum, iyi olmasa neye yarar?

Eğitim alanında bizim bölüğe ait yine hangar biçiminde bir bina var, içerisi derslik, ama bakınca insanın aklına “Hababam Sınıfı”ndaki derslik geliyor. Amfi tiyatro şeklinde. Binanın iki kapısı var, kapılardan birinin kenarında askerin esas duruşunu gösteren bir poster var, öteki kapının kenarında ise askerin silah tutuşunu gösteren bir poster var.

İlk gün, eğitim binasının önünde yanlış hatırlamıyorsam bölük komutanıyla tanışıyoruz, bizlere birtakım bilgiler veriyor. Ancak bölük komutanı, komutanlığın veya bölük komutanlığının verdiği o tecrübeyle (havayla) öyle bir konuşuyor ki sanırsın 80’lerden gelen biri. Jön bir konuşma şekli var. Bizlere eğitimimizden bahsediyor, aynı zamanda iki hafta sonra gerçekleşecek olan yemin törenini anlatıyor. Bizler ilk olarak esas duruşu, silahlı esas duruşu öğreneceğiz, sonra bu arazinin öteki tarafında, daha geniş bir araziye yayılmış olan ve bütün bölüklerin yararlandığı eğitim alanında gerekli askeri eğitimi alacağız (G3 nedir, nasıldır, ne şekilde tutulurdan başlayıp ses mermisi ve gerçek mermi atışlarına kadar olan süreç).

Buradan sonrasında olayları günlerin arasından kopuk kopuk olarak anlatacağım, çünkü ilk birkaç gün yaptığımız pek bir şey olmadığı gibi, dört gün sonra bambaşka bir şey yapıyor olabiliyoruz, ondan sonra yine her şey monotonlaşıyor.

Hatırladığım en önemli şey, iki hafta sonrasındaki yemin töreni yürüyüşüne kadar olan süreçte eğitimle yürüyüş provalarının iç içe geçtiği ve deyim yerindeyse ruhumuzu teslim ettiğimiz... Yürüyüşün şöyle bir özelliği var; bölük bölük yürüyeceğiz, tabur içtima alanında yani stadyum gibi bir yerde (tabii stadyumdan daha ufak) gerçekleştireceğiz ve herkes tek tip olarak hareketleri gerçekleştirene kadar çile çekeceğiz.

Yürüyüş provalarında bizden beklenen şey; düz yürüyüşlerde bir kalıp halinde yürümemiz, ayaklarımızı yere vururken rap rap seslerin çıkması- aslında her hareketimizin bir ses çıkarması, aynı Michael Jackson’ın kliplerinde her hareketinin bir ses efektinin olması gibi- , kenarlardan dönüşlerde açılarak bir yelpaze gibi dönüşümüzü yapmamız, tekrar kalıp haline gelmemiz, tabur komutanının bizi izlediği bölümün önünden geçerken beyaz tabelayla gösterilen alanda ellerimizi yumruk yaparak birbirimizin aynısı şeklinde göğüs hizasına kadar sallamamız, kırmızı tabelayla gösterilen alana girdiğimizde de başlarımızın tabur komutanına dönmesi ve kırmızı tabelalı alan bitinceye kadar başımızın tabur komutanına dönük olması, kırmızı alan bitince başlarımızı aynı anda önümüze çevirmemiz, beyaz alan bitince de normal adımda yürümemiz... the end.

Tabii hiçbir zaman bu tür toplu bir yürüyüşün beklenen şekilde gerçekleşmesi kısa sürmeyeceğinden, bu yürüyüş provası tam iki hafta sürüyor, hatta son hafta eğitimlerin bile önüne geçerek çılgın bir sürece geçiyor. Öyle ki, botları vuranlar, sıcaktan fenalık geçirenler, o sıralar gündüzle gece sıcaklığının farklılığı yüzünden hasta olanlar bir bir revire gitmeye başlıyor. İlk iki gün 10-20 kişinin gittiği revir, üçüncü günden sonra ana baba yerine dönüyor, bütün bölüklerden en az 70 asker orada! Aman Allah’ım, çılgınlık bu! Ve bu asker sayısının en az yarısının sadece bot vurması şikâyeti var.

Bu eğitim-yürüyüş provası maratonuna bir vakitten sonra bizlere zimmetlenen G3 tüfekleri de ekleniyor. Hele o tüfekle gerçekleştirilmesi gereken bir esas duruş var ki, komutan o esas duruşu ‘esas olarak’ görmediği müddetçe belki akşama kadar 50 kez 60 kez tekrar yaptırtabilir. Başlarda millet “Yahu bir esas duruş, ne var ki bunda bu kadar?” mantığıyla kafalarına göre esas duruşu uydurmaya çalışıyorlar, ama öyle değil. Esas duruş ayrıntılarda gizlidir; tüfeği ne şekilde tuttuğun, vücudunla yer arasında oluşturduğu açı, tüfeği baston gibi tutarken üstünde tuttuğun elinin duruş biçimi, bunların hepsi çok önemli. Bir de bu tüfek hafif bir şey değil, ağır ve bizden yapmamızı istenen hareketlerden bazılarında tüfeği havaya kaldırıp tutmamız, çapraz tutmamız, muayene için omzumuzun üzerine almamız isteniyor ve fakat bu hareketleri yaparken tüfeğe bakmamanız ilk başlarda imkânsız! Yani bende öyle bir his var ki, tüfeği çapraz tutuşa geçirirken dengeyi sağlayamayıp bir tarafına çarpacağım endişesiyle sürekli tüfeği izliyorum. Benim gibi yapan askerler de çok, komutan hâl böyle olunca diyor ki; “Arkadaşlar, tüfeğe bakmayacaksınız. Bakışlarınız her daim karşıda olacak, tüfekle yaptığınız hareketleri seri biçimde yapacaksınız, hepinizinki aynı anda aynı şekilde olacak.” Nasıl olacak o?

Tüfekle yapılan hareket egzersizlerinde, eğitim aralarında ben de diğer pek çok asker gibi tüfekle aramda bir kuvvet bağı oluşturmaya çalışıyorum. Hareketleri kusursuz yapabilmem için tüfeğin ağırlığını ve neresinden tutarsam veya nasıl tutarsam/kavrarsam gerekli kuvveti uygulayıp istediğim hareketi yaptırabileceğimi kestirmeye çalışıyorum. Dediğim gibi tüfek ağır, daha önce G3 tutmuşluğum yok ve bu tüfeğin acemilik boyunca mutlaka benim bir parçammış, sanki üçüncü bir kolummuş gibi işlev görmesi lazım.

Bütün bu eğitim ve yürüyüş provaları askeri gün içinde gerçekten yoruyor, bir de bazı askerlerin (ki bazı dediğime bakmayın, bölüğün neredeyse yarısı) kayıt işlemlerinde henüz tamamlanmamış kısımlar var, bu yüzden arada ufak tefek beklemeler ve duraksamalar da olmuyor değil. Hâliyle fena acıkıyoruz ve öğlen yemeğiyle akşam yemeğini iple çekiyoruz.

Haaa, geldik yemek içtimasına! İlk birkaç gün “posta” (askerlerin 21’er kişi olarak gruplandırılması neticesinde gruplara verilen isim) listesi yapılmadığı için, yanlış hatırlamıyorsam herkes o vakit bulunduğu koğuşun numarasına göre sıralanıyor ve herkes koğuş koğuş ip gibi dizildikten sonra komutanın bir o koğuş bir bu koğuş diyerek rastgele seçmesiyle birlikte yemek sırası oluşuyor. Bu koğuş sırası seçimi ilerleyen günlerde askerlerin de yardımıyla adil bir sisteme dönüşüyor:

- Evet arkadaşlar, geçen sefer kimleri göndermiştik?
- (bölük halinde) 4. koğuş, 7. koğuş komutanım!
(homurdanmalar)
- Tamam! Bu sefer şu sıra, şu sıra, şu sıra...

Komutan yine kendince bir sıra oluşturuyor ve böyle akıp gidiyor. Ama sivilde kim kimden önceydi, kimin sırası vardı bunun matematiğini yapmaya üşenenler, yemek sırasında dahi birer matematikçi kesiliyor ve üç gün önce ikinci olarak hangi koğuşun yemek sırasına girdiğini bile hatırlıyorlar.

Çok geçmeden birkaç gün içinde kendime bir grup ediniyorum. Matrak bir grup. En az üç tane Adanalı var, ancak Adanalılardan ikisi, ötekinin Adanalı olduğuna inanmıyor bile. Bilmem nereden gelen başka bir eleman var, Laz bir eleman var, o var bu var... Kısacası o koskoca Türkiye mozaiğinin içinde kendi ufak mozaiğimizi oluşturuyoruz. Hele Adanalılardan biri var ki, zıpır, matrak, muhteşem bir enerji yüklü; istisnasız gruptaki herkesin taklidini yapabilen, bu yaşına kadar dünyanın belki de en komik anılarını özenle biriktirmiş bir eleman. Kısa süre içinde grup olarak birbirimize lakaplar, benzetmeler yapmaktan da geri kalmıyoruz. Askerde bir grubunuzun olması çok önemli, çünkü tekil olarak geçirilecek bir vazife değil bu dönem. Ne kadar kafaya alabiliyorsan o kadar rahat geçiyor.

Yine bu eğitim ve yürüyüş provaları arasında geçen birkaç gün içinde, bu kadar yığınla askerin bir arada bulunmasından ötürü en ciddi sorun patlak veriyor, ki bu sorun askerlik bittikten sonra sivile döndüğünüzde ve alışverişe çıktığınızda bünyede çok farklı etkiler yaratabiliyor: Sıra. Pardon ya, sıra dediğin süpermarkette kasada beklediğin en fazla 6-7 kişiyle oluşturduğun bekleme sürecine denir. Biz buna “Kuyruk” desek daha doğru olur. Hem eğitim alanında, hem de bölük binasının orada iki adet kantin var, ancak kantinciler, diğer askerler gibi belli bir görevi olan kişiler ve bunun yanında da kantin işletmeciliği yapıyorlar. Hatta birkaç gün, diğer kantinlerden daha fazla önem taşıyan askeri malzeme kantinini işleten eleman aynı zamanda askeriyenin bando takımında ve malzeme kantinini belli aralıklarla açabiliyor. Askerlerin askeri malzeme ihtiyaçları da ilk birkaç gün içinde başlıyor ve çoğalıyor, hatta bir vakit sonra komutanlar “Herkes kantinden palaska alıp takacak!” diye emir verdikten sonra askeri malzeme kantininde öyle bir yığılma, öyle bir doluluk oluyor ki anlatamam. Sadece şöyle betimleyebilirim; kantin kapalıysa önünde kimse yok, açıksa önünde 50 kişilik bir sıra var, kantinin açık mı kapalı mı olduğunu böyle anlayabiliyorsunuz.

- Abi malzeme almamız lazım, kantine mi gitsek?
- Yok be oğlum, baksana kantinin önünde sıra yok, belli ki açık değil.
- Doğru valla...

***

- Abi malzeme almamız lazım, kantine gidelim mi?
- Aa kantin açık galiba zaten, sıra var baksana. İyi sen git sıraya gir ben geliyorum.
- Tamam abi.

Kantinlerde genel olarak bir de şöyle bir problem var; 20 liranız varsa fakirsiniz, hiçbir şey alamazsınız. Ama birkaç adet 25 kuruşunuz varsa en zengin sizsiniz, istediğinizi alabilirsiniz. Askerde büyük para ne yazık ki işlemiyor koçum, bana bozuklarla gel! Sırf bu sebepten, ailemden yemin töreni günü gelecekleri zaman bol bol bozuk para getirmelerini istiyorum. Bu istek tabii ilk önce garip bir şekilde karşılanıyor, sonradan durumu izah ediyorum.

Kuyruk kantinde, kuyruk telefon kulübelerinin önünde, kuyruk yemekhane önünde, kuyruk tuvalette. Kısacası kuyruk her yerde... Baş etmenin mümkünâtı yok, sadece alışmak gerekiyor.

Gelelim yürüyüş provalarına. Provanın esas başlayacağı saatten en az 1.5 - 2 saat önce tabur içtima alanına varıyoruz. Artık hücum yeleklerimiz de var, yeleğin arkasındaki torba biçimindeki bölmeye su zulalanmayı da beceriyoruz. Ancak o su, provaya başlamadan çok öncesinde ne yazık ki bitiyor ve birkaç gün içinde o suyun nasıl kıymetli olduğunu ve nasıl tasarruflu biçimde kullanabileceğimizi de yavaş yavaş öğreniyoruz.

Yürüyüş provasında her şeyden önce rahat, hazır ol, rahat gibi esas duruş hareketlerini yapıyoruz. Ardından bando takımı marşı çalmaya başlıyor ve komutla birlikte olduğumuz yerde ayaklarımızı yere vurmaya başlıyoruz. Yok pardon, bildiğin yeri tepiyoruz! İlk bölük gidiyor, ikinci bölük gidiyor, sıra bizim bölüğe geliyor ve yürümeye başlıyoruz. Yapmamız gereken, düz yürüyüşlerde aradaki mesafeyi hiç bozmadan tek tip biçimde yürümek, dönüşlerde, dönüş sola doğruysa sağa doğru, sağa doğruysa sola doğru açılmak ve komutanın deyişiyle aynı bir ‘yelpaze’ gibi kıvrılarak dönüşü muntazam biçimde gerçekleştirmemiz. Hatırlatayım; tabur komutanına başların dönmesi sırasında dönmeyen beş tane baş bile olsa, bu ilk provalarda, bütün çalışma tekrar tekrar yapılıyor, başa sarıyoruz ve tekrar gerçekleştiriyoruz, gerçek anlamda ‘herkes’ komutana bakıncaya kadar.

Yürüyüşlerde bir süre sonra şu diyaloglar başlıyor:

- Hadi arkadaşlar ayakları uyduralım!
- Ayrılmayın abi!
- Ön taraf yavaş gitsin!
- Arka taraf bize yetişsin allahalla!
- Abi yürüyüşü bozmayın!
- Sola doğru açılıyoruz!
- Açıl açıl açıl!
- Abi uyduramıyorsunuz hareketleri!
- Öff bir susun arka taraf yav! Herkes komutan olmuş haa!

En sonunda bölükteki komutanlarımız herkesi uyarmaya başlıyor ve “Arkadaşlar düzgün yürüyün!” diyor, tartışmalar da bıçak gibi kesiliyor. Birkaç saniye geçmeden yine aynı bağrışmalar, uyarılar, ikazlar.

Bundan sonraki süreçte, provalarına değdiğini düşündüğüm muhteşem bir yemin töreni var ve hemen ardından başka problemler var: Duş ve güneş altında yanma seansları... Askerlik daha yeni başlıyor.


Tu bi kontinyud... (Devam edeceeek, et!)

2 yorum: