11 Mart 2012 Pazar

Yaylalar yaylalar... (3)


Askerliğe doğru yolculuk...

Günlerden 12 Ağustos 2011.

Casio sponsorluğunda gerçekleştirilen ve yalnızca 3 numara saç tıraşlı olan askerliğe elverişli arkadaşların gerçekleştirebildikleri o muhteşem Metro Turizm yolculuğu başlıyor. Otobüste birbirini tanıyan asker adayları ya bir ya iki tane, diğerleri yerlerini almış otobüsün kalkmasını bekliyor. Yolculuğun nereye olduğu belli, ancak herkeste emin bir sessizlik var.

Cam kenarındaki yerime oturuyorum ve dışarı bakınmaya başlıyorum. Bundan sonraki birkaç gün ve hafta ne olacağını hiç bilemiyorum. Artık sivilliği bu yolculukla birlikte arkamda bırakıp 5.5 aylık bir askerlik maratonuna doğru yol alacağım. Sivilde aklınıza o anda bir şey estiğinde imkânlar dâhilinde gerçekleştirebilirsiniz ve kaderiniz sizin elinizdedir, yani ne olacağını bilirsiniz. Ancak askerde böyle bir şey yok. İpler artık sizin elinizden çıkmış durumda ve bunun yarattığı bir gerginlik, aynı zamanda da bir boşluk hissi var.

Yanıma asker adayı bir eleman gelip oturuyor. Belli bir süre onunla aramızda, otobüsteki genel havayı örnekleyen bir etkileşim oluyor; sadece boş boş bakıyoruz. Künyemiz, koldaki Casio saat.

“Garibim, o da bu yolun yolcusu...” diye geçiriyorum içimden.

Otobüs doluyor, hareket ediyor ve karnıma ister istemez bir ağrı giriyor. İşte askerliğin ilk adımı böyle bir şey. Hani şu “Ne olacak yahu? Gider paşalar gibi de yaparız askerliğimiz, hiçbir şeyden korkum yok!” tribindeki askerler var ya, ben söyleyeyim, onlarda da bu tür bir his var ancak çaktırmamak onların genlerinde var.

Biliyorum ki yanımda oturan elemanla bir diyaloğum olacak, ha yolculuğun ilk 15 dakikasında, ha ortalarında, ha Kastamonu’ya varmak üzereyken, ama mutlaka olacak. Bu diyalog, 15. dakikadan sonra oluyor.

- Kardeş, senin de acemi birlik Kastamonu dimi?

Mahzun biçimde başımı öne sallıyorum.

- Usta birliğin nere?

+ Ardahan.

Bu sefer o başını öne sallıyor.

- Allah yardımcın olsun...

+ Sağ ol, hepimizin.

Arkadaşın usta birliğinin neresi olduğunu hatırlamadığım için onu söyleyemiyorum.

Yolculuk boyunca kafamda kurabileceğim tek hayal, askerlik bittikten sonra yapacaklarımın hayali. Ama buna daha çok var ve askerlikle ilgili kimse kesin olarak bir şey anlatmadığı için (işte emirler verilecek, yat kalk, selam ver, düz duruş vb. bunlardan ibaret) yolculuk boyunca sadece boşluğu düşünüyorum.

Bir ara mola veriyoruz, millet telefonunu çıkartıp görüşmeye başlıyor. Ancak ben tedbirimi almışım, telefonumu yanımda götürmüyorum. Ucuz 10-20 liralık telefonlardan da bulamadığım için yanımda iletişim açısından hiçbir şey yok. Bir tek sim kartım var, onun da bana nasıl lazım olacağını pek bilmiyorum. Yani bu vakitten sonra yapabildiğim tek ve en iyi şey; gözlemlemek.

Tekrar herkes otobüsteki yerini alıyor. Kastamonu’ya yolculuk devam ediyor...

Yol boyunca pek bir şey olmuyor, sağ salim Kastamonu’ya varıyoruz. Ondan sonra ise herkesi “5. Alay Komutanlığı”na gitmenin telaşı sarıyor. Garda iniyoruz, asker adaylarının hepsi oradaki görevliler tarafından yönlendiriliyor:

“Buraya abim!”, “Abim bak şu araç götürecek sizi!”, “Siz Gölköy’e mi gideceksiniz? Bakın şu araç.”

Bu laf hengâmesinin arasında doğru bir dolmuş bulduğumuzu sanıp biniyoruz, araç kalkarken de şoföre soruyoruz, “Bu araç Gölköy’e gider mi?”

Şoför diyor ki, “Gitmez. Şuradaki araca bineceksiniz.”

Haydaaaa! Herkes çantalarını yüklenip araçtan iniyor, bir kısım ise şaşkınlıktan ve biraz da bilmediğim başka bir nedenden ötürü araçta kalıyor ve araç yoluna devam ediyor. En sonunda Gölköy’e giden dolmuşu buluyoruz. Şoför 55-60 yaşlarında bir amca. Sanki takma diş kullanıyor da dişlerini takmayı unutmuş gibi bir şekilde konuşuyor:

“Gölköy Gölköy! 5. Alay Komutanlığına gider! Gölköy!”

Amcam bu işi kendince meslek edinmiş olacak ki, 5. Alay Komutanlığı filan her şeyi biliyor. Biz araca biniyoruz, çok da fazla kişi değiliz ama servis yine de az çok doluyor. Daha gelen yok. Amcam bağırmaya devam ediyor pencereden:

“Gölköy Gölköy! Gölköy’e gider, asker aracı Gölköy!”

Bu seslenişler ile birlikte araç harekete geçiyor ve Gölköy’e doğru yolculuğa başlıyoruz. Mesafe 15-20 dakika filan. Saat 2 civarı. Amcam, araç terminalden çıkarken bile son bir umut “Gölköy!” diye bağırıyor, daha da gelen olmadığı için gazı köklüyor.

Hakikaten 15 dakika içerisinde Gölköy’e varıyoruz ve 5. Alay Komutanlığı’nın önüne, daha doğrusu birkaç metre ilerisine geliyoruz. Burada amca dolmuşu kenara bir yere park ediyor, herkes inmeye başlıyor.

Komutanlığın girişinin önüne birkaç metrelik mesafeyle bir şerit çekilmiş, o şeritten sonrasında askerin kendisi hariç başka kimse giremiyor. Bu nedenle şeridin bu tarafında bir sürü araç var, aileler asker evlatlarını uğurlamaya gelmişler. Yani “Ben ailemle vedalaşmadan gitmem!”cilerle, “Sabah evdekilere güle güle deyip askere gittim.”ciler bir arada!

Vakit kaybetmeden o şeride doğru yürümeye başlıyorum. Benimle birlikte bir grup genç daha oraya doğru gidiyor. Şeridin ön tarafında “DUR” işareti var. Orada bir asker arkadaş bizleri karşılayıp gerekli birtakım talimatları belirtiyor; “Buradan sonra ailelerin girmesi yasak. Yanınızda cep telefonu ve benzeri eşyalar varsa bırakıp öyle geçeceksiniz.” Yanımda elektronik adına kolumdaki Casio saat dışında hiçbir şey yok ve rahat rahat şeridin kenarından geçip komutanlığın ana kapısına doğru yürüyorum.

Ha tabii bu arada, komutanlığın orada, büyük ve geniş komutanlık tabelasının üzerine kocaman bir Türk bayrağı asılmış vaziyette ve 90’larda seslendirilmiş olduğunu düşündüğüm bir asker marşı çalınıyor. Yani daha kapısına doğru giderken adamı o havaya sokuyorlar.

Kapıdan giriyorum içeri, eleman ilerideki bir komutanı işaret ediyor bana, o komutan nereye gideceğimi söyleyecekmiş. Komutanın yanına gidiyorum. Komutanın elinde bir liste, adımı soruyor, söylüyorum. Listeden bakıyor bakıyor, “3. Bölük” diyor ve ilerideki küçük küçük yapıların sıralandığı bir yeri gösteriyor. Üstü kapalı ufak piknik alanı gibi yapılar bunlar, her birinin önünde de bir deste asker adayı bekliyor. 3. bölüğe ait olan yapıya gidiyorum, yapının içine giriyorum. Karşımda, masada oturmakta olan, kederli görünümlü bir komutan var. Onun hemen yanında, görevli bir er. Bu er beni işaret edip, “Bavulunu aç,” diyor. Burada temkinliyim; askere alırlarken yanında getirdiğin ekstra sivil eşyalardan bir kısmını topluyorlar, sprey, deodorant, parfüm, kolonya gibi. Ayrıca telefon, sim kart ve daha pek çok şeyi de alıyorlar senden.

“Neleri vermem lâzım?” diyorum çantamı açarken.

Eleman robotik bir biçimde, Doğu şivesiyle, “Parfüm, sprey, deodorant, şampuan, jilet, bıçak, cep telefonu, ilaç,” diyor.

Bunlardan yanımda bir tek deodorantla ilaç var. İlaç için de yanımda reçetemi getirmişim, bir el koyma durumuna karşılık belgem olsun diye.

“Sim kartım var,” diyorum, eleman masadaki komutana yönlendiriyor. Sim kartımı veriyorum, komutan bir zarfın içine koyuyor ve üzerine operatör adını yazıp kendisi imzalayarak bana da imzalatıyor. Bu sırada tabii yandaki er benim çantamı aramaya devam ediyor. Arada deodorantı buluyor, komutana gösteriyor.

“Komutanım alıyor muyuz?”

“Alalım alalım, deodorant sprey onların hiçbiri olmayacak.”

Ve benim deodorant da, o zamana kadar toplanmış binlerce deodorant, sprey ve kolonyanın yer aldığı koliyi boyluyor.

Bavulumu kapatıyorum ve elime bir iki kâğıt tutuşturuyorlar, onlarla birlikte yapının önüne çıkıp beklemeye koyuluyorum. Daha gelen çok, biraz daha bekleyeceğiz. Yine de çok beklemiyoruz, komutanın görevlendirdiği başka bir er geliyor yanımıza ve komutanın emriyle birlikte er bizi grup hâlinde alarak kayıtlarla ilgili işlemlerin yapılacağı binaya götürüyor. “Kuyruk” kavramını en abartılı biçimde öğreneceğim ânlar ise bundan sonra başlıyor...

Binaya varıyoruz, kayıtların yapılacağı çok geniş bir odaya geliyoruz ve burası mahşeri bir kalabalık! Öyle bir yerden sıraya giriyoruz ki, daha on dakika geçmeden bende, bütün bu işlemlerin akşama kadar bitmeyeceği hissi doğuyor. Tabii askeriye işi hızlı ve güvence altına almak için pek çok yöntem geliştirmiş; sıra sıra oturan görevli er ve komutanlara yaklaşırken hangisi ne isteyeceğini sıradakilere yüksek sesle söylüyor ve ona göre belgelerimizi, kâğıtlarımızı hazırlayıp işlemlerimizi yaptırıyoruz.

İşlemler arasında, künye numarası, bölük numarası birtakım bilgiler var. Adres bilgileri alınıyor, iki hafta sonraki yemin töreni için ailelerimize gönderilecek mektuplar daha kayıt esnasında hazırlanıyor. Bir de tabii isteğe bağlı Mehmetçik Sigortası yaptırıyoruz- tabii ben bu kâğıdı katlayıp asker cüzdanımın içinde daha sonra kolay bulamayacağım bir yere sakladığım için birkaç gün dertlenmiyor değilim.

Kendi işlemlerimi bitirip, 3. bölük olarak hazırlanan masanın önündeki bekleme sandalyelerinden birine oturuyorum, elimdeki bana verilmiş olan kâğıtlara göz atıyorum. Kâğıtlardan biri, acemilik dönemi günlük plânı; sabah 5.30 kalkış, 6’ya kadar kişisel bakım, 6 – 6.30 kahvaltı diyerek devam eden bir plân. Yat ve kalk saatlerine bakıp birkaç saniye kendi kendime içten gülüyorum, diyorum ki “Ulan sabah 5.30 kalk, akşam 9.30 yat gibi bir programa kendimi nasıl ayarlarım?”... Bunun cevabı, hemen ertesi günde saklı!

Programda hafta sonu için yazan çarşı izni beni biraz mutlu ediyor – en azından sivil hayata karışıp dışarıda neler olup bitiyor bilebileceğim. Bu programın yanında bir de askere verilecek eşyaların bir listesi de var ve kantin listesi bile(!) var; hangi ürün kaç liradan geliyor, kaç liradan satılacak bunların bilgisi, kuruşu kuruşuna.

Kayıtla ilgili işlemlerin büyük bir kısmı 3. bölük için bittikten sonra yine bir grup hâlinde alınıyoruz ve o günün en hareketli ve belki de en heyecanlı kısmına varıyoruz: askeri malzeme dağıtımı ve sağlık kontrolleri, bir de koğuş yerleştirmesi...

Tu bi kontinyud... (Devam edeceeek, et!)

1 yorum: