“Bir ses böler geceyi” ve Mehtap sayarken...
Mehtap saymak, askerliğin acemilik döneminin bitişini
beklemek anlamına geliyor. Yani bir nevi “yalancı şafak”.
Yemin töreni bitmiş, insanları ağlata ağlata, göğsümüzü
gererek andımızı içmişiz ve bundan sonra yemin töreni yürüyüşü için prova filan
yok. Artık eğitimler ve spor çalışmaları ağırlık kazanmış durumda. Ha tabii bir
de kaytarmaya devam!
Yanlış hatırlamıyorsam gece eğitimlerimizin ilki, yemin
töreni ve onu seyreden bayram haftasından sonraki haftanın Çarşamba ya da
Perşembe gününe denk geliyor. Ama şöyle bir şey de var aklımda; millet gündüzdü
geceydi derken bitap düşüp, gündüz sıcağı, gece de soğuğu yiyince fena hasta
olmuştu, o yüzden bayram haftasından bir önceki, yemin töreni haftasında da
gerçekleştirmiş olabiliriz gece eğitimini.
Gündüzleri, 3. bölük eğitim alanında toplanıyoruz, artık
postalarımız belli. Komutanlar bizleri posta posta alıyor, kimine zaman zaman
çift posta denk gelebiliyor, ve hep birlikte geniş, otlukların kapladığı
arazide belli noktalara gelip erler olarak yere çöküyoruz- tabii bu da
komutanın emriyle gerçekleştiriliyor. Komutan ayakta, bizlere ilk yarım saat
boyunca elindeki eğitim klasöründen birtakım bilgiler okuyor, usta birliğimize
gittiğimizde başımıza neler gelebilir, nelerle karşılaşabiliriz ve ne yapmamız
gerekir, bunlarla ilgili bilgi veriyor. Eğitimin yarım saatinden sonra ise
muhabbet başlıyor ve komutan anılarını anlatmaya başlıyor, çünkü o yarım saatin
sonunda erlerden biri, “Peki komutanım siz hiç öyle yapmış mıydınız?” diye bir
soruyor ve komutan bir flashback geçiriyor. Bu sorunun cevabı elbette muhabbeti
bitir(e)meyecek, çünkü bu sefer başka bir erden başka bir soru daha geliyor.
Komutan hem bu soru-cevap sekansını başarıyla göğüslemeli, hem de erlerin
dikkatini kaybetmeden eğitimi sürdürmeli. Ancak askerin, bu anılar kısmında
dikkatinin pek dağılacağı yok. Anılar biraz argo, biraz da küfürle bezeli
şekilde komutanın ağzından dökülüveriyor. Soru soruyu doğuruyor, “Siz nasıl
yapmıştınız komutanım?” sorusu erler arasında ağızdan ağıza dolaşıyor. Hem
askerin işine geliyor bu anılar, hem de gerçekten hayatın içinden birtakım
hikâyeler.
Bu gündüz eğitimlerinde bağırış çağırış, gür sesle “Sağ ol!”
demek ne kadar önemliyse, gece eğitiminde de o kadar önemsiz.
Akşam saat 8’de yemekhanenin orada içtima alınıyor, herkesin
tüfeği yanında. Nöbetçi komutanla birlikte bölük eğitim alanına götürülüyoruz.
Yine azimliler önde, ayağına bot vuranlar ve muhabbet etmek isteyenler arkada.
Tepeden bakılsa aynı bir kuyruklu yıldız gibiyiz; ön taraf bir kütle gibi,
arkaya doğru açılarak dağılıyor.
Eğitim alanına vardığımızda ilk gece eğitiminin açılışını
bölük komutanı veriyor. Ancak bu sefer sesi, gündüzki gür ve otoriter sese
kıyasla biraz daha kısık ve bir tatbikata gitmeden önce uyarı verirmiş gibi:
“Arkadaşlar, gece eğitimleriniz gündüzkinden pek farklı
olmayacak. Dikkat etmeniz gereken en önemli şey, gündüz ne kadar bağırmanızı ve
sert yürüyüş sergilemenizi bekliyorsak, gece de tam tersine sessizlik
bekliyoruz. Etrafta düşman varmış gibi davranacaksınız ve ses çıkarmamaya özen
göstereceksiniz. Bizler size bir emir verdiğimizde ‘Sağ ol’ diye
bağırmayacaksınız, onun yerine sağ kolunuzu havaya kaldıracaksınız. Anlaşıldı
mı?”
Tabii daha ilk uyarı ve ilk gece konuşması olduğu için asker
bilinçsiz bir şekilde bağırıyor:
“Sağ ol!”
“Hah işte bu olmayacak,” diyor komutan. “Anlaşıldı mı?”
Bu sefer –yine bir iki kısık ‘sağ ol’ sesi çıksa bile-
hepimiz sağ kolumuzu kaldırıyoruz.
“Tamam,” diyor bölük komutanı. Öteki komutanlara gerekli
emirleri veriyor.
Vakit ilerledikçe hava daha da kararıyor ve işte benim ömrü
hayatım boyunca görmek isteyebileceğim muhteşem bir sema var başımın üzerinde.
Göktaşı kayması seyretmeyi senelerdir sürdürdüğüm ve bundan keyif aldığım için
(buna ayrıca bir anı yazısı ayırmayı düşünüyorum) o gece mümkün oldukça
gökyüzünü seyretmeye çalışıyorum.
Artık erlerin ve komutanların siluetleri bile zor seçiliyor.
Komutan kısık sesle, “Beni takip edin,” diyor ve benim olduğum postayla bir
diğer postayı da alarak arazide yürümeye başlıyoruz. O kadar tedirgin edici,
bir o kadar da heyecanlı bir şey ki bu... Önünüzü görmek için ayağınıza değil,
önünüzdeki elemanın yürüyüşüne bakıyorsunuz ve o sendelemiyorsa yol düzgün
demek oluyor, sendeliyorsa yürüyüşünüze biraz daha dikkat ediyorsunuz.
Bu gece eğitimlerinin olumsuzluklarından biri,
sivrisinekler. Ama sivilde karşılaşabileceğiniz türden saatte bir ısırık alıp
tabana kuvvet kaçan sivrisinekler değil, ayakta müken (sansür) tarzda; siz daha
“Sağ yanağımda bir kaşıntı var,” diye kaşımaya başlarken sol yanağınızı
ısırıyor, sol yanağınızı kaşırken bu sefer kolunuzda kaşıntı
hissediveriyorsunuz. Yani tırnak kadar böcek sizi ayakta dövüyor.
Gece eğitimlerinden birinde, hiç unutmam, bizim bölüğün en
kızgın komutanlarından biri bize askerin gece karşılaşması ve parolayla ilgili
bir eğitim veriyor. Bu komutan bölüğün açık ara en sevilen komutanı. Herkese
kızıyor, bağırıyor çağırıyor, ancak en sevilen o.
“Şimdi arkadaşlar,” diyor kısık sesle. “Gece görüş sıfır
olduğundan askerin birbirini tanıması zorlaşabiliyor,” diye başlıyor ve nöbet
yerine veya karakola yaklaşan birine nasıl davranmamız gerektiğini anlatıyor.
Dersi dinleyen erler arasından iki kişi seçiyor; biri olduğu yerde durup
(sözde) nöbet yerini koruyacak, öteki de uzaktan gelen askeri canlandıracak.
“Şimdi bir parola belirleyelim. Bir kelimemiz olsun,” diyor
komutan.
“Fener,” diyor erlerden biri, komutanınkiyle aynı ses
tonunda.
“Tamam,” diyor komutan. “Nöbetçi askerin parolası fener
olsun. Bir de karşıdan gelen askere parola bulalım.”
Ya aynı arkadaş, ya da başka bir er bu sefer, “Şampiyon,”
diyor.
“Tamam, gelen askerin parolası da şampiyon olsun.”
Yaklaşık üç dört saniye boyunca kimse farkına varmıyor, bir
iki er gülüşür gibi oluyor.
“Nöbet bekleyen er fener diyecek, gelen er de şampiyon
diyecek.” diyor komutan ve burada espri kendini gösteriyor.
Dersi dinleyen er grubu kopuyor.
“Gülmeyin yav! Ne gülüyorsunuz!” diye patlıyor komutan.
Ardından sessizlik kuralını kendi de bozduğunu fark ediyor ve biraz daha alçak
bir ses tonuyla, “Yav arkadaşlar, gece eğitimi sırasında gülüp ses çıkarmayın.
Güleceğimiz zaman hep beraber güleceğiz,” diye uyarıyor. Gülmeler kesiliyor.
Ancak oyunculuk yeteneği pek olmayan askerlerin tekdüze bir tonda komutan
tarafından belirlenen replikleri söyleyişleri de grup arasında gülüşmelere
neden oluyor. Komutan da haliyle bir patlıyor, bir durulup uyarıyor.
Benim bir ara gözlerim gökyüzüne, yıldızlara kayıyor.
Sanırsın o gece bütün galaksi göğü süslüyor. Pırıl pırıl, kusursuz. Çok
geçmeden bir göktaşı kayması görüyorum ve seviniyorum. Aha! Bir tane daha
kaydı. Bekliyorum bekliyorum- ve bir tane daha! O gece benim için çok güzel
geçiyor.
Yemin töreninin bitmesi ve temel eğitimlerin de verilmesi
üzerine, bayramdan sonraki haftalarda atış talimleri de başlıyor; 25, 50 ve 100
metre mesafelerle (tam uzunlukları hatırlamıyor olabilirim) 5’lik ve 3’lük
atışlarımız oluyor. Ama tabii asker bu atış talimlerini ciddiye alsın diye
kural konuyor: 5’te 2, sonraki hafta da 3’te 1 yapamayan askerlerin hafta sonu
çarşısı iptal.
*
Askerlikteki en keyifli anların arasında, elbette çarşıya
çıkma zamanları var; herkes sivillerini giyiniyor ve o sivil elbiseleri
giymenin verdiği rahatlık, o vakit bir ömre bedel! Ancak çarşıya çıkacak olmak,
sakal kuralını etkilemiyor ve herkes traşlı olmak zorunda. Komutanlığın önünde
bekleyen dolmuş sayısı kısıtlı ve çıkmak isteyen asker fazla, bir de komutan
sakal kontrolü yapınca birkaç asker apar topar geri gidip hızla tıraş olup geri
dönüyor, o sırada uygun olan diğer askerler salınıyor, 10’arlı bir şekilde. Ama
bir salınışımız var, sanırsın Jurassic Park filminin asker versiyonu çekiliyor;
saldırıyoruz dolmuşlara resmen! Hatta bazı erler kavga filan bile ediyor.
Şansıma mıdır bilmem, birkaç defa bindiğim dolmuşlarda
(belki de hep aynı dolmuşa binmişimdir, olasılığı düşük ama olur olur) radyoda
hep damat halayı müziğine rast geliyorum.
Dolmuş zaten dolu, Gölköy’de
olduğumuz için Kastamonu merkeze kadar dolmuş tıngır mıngır gidiyor, ayakta
binen erler dolmuşun sallanmasının etkisiyle sanki gizli gizli halay çekiyorlar
gibi. O müzik, o mizansen, gözlerimin önünden gitmiyor, tam komedi!
Askerlerin pek çoğu internete ve Play Station oynamaya
gittiği için, ildeki tek alışveriş merkezinde yer alan süpermarkete gidiyorum.
Sıra yok bir şey yok, öyle rahat alışveriş yapıyorum ki şunu da anlıyorum:
Çarşı askerin baş tacı!
*
Hayatımda ilk defa bir tüfekle hakiki mermili atış yapacağım
(daha önce ses mermisiyle atış yaptırdılar bizlere). Çok ses çıkar mı, tüfek
geri teper mi, teperse yüzümü morartır mı, başarılı olabilir miyim, gibi türlü
sorular cereyan ediyor zihnimde. İşin biraz kolayına kaçarak yanımda getirdiğim
peçetelerden birinden bir parça koparıp ikiye bölüp kulaklarıma tıkıyorum. Bunu
yapan tek ben de değilim, birkaç asker daha yapıyor. Atış talimleri sırasında
bölük komutanı da orada, o yüzden ona çaktırmamakta fayda var.
Önce tüfeklerimizin içinin boş olduğundan emin olup ardından
yerlerimize gidiyoruz. Emirler geliyor;
- Şarjör tak.
- Kurma kolunu çek.
- Kolu bırak (bu kısımda komutanlar her seferinde “Sertçe
bırakın” diye uyarıyorlar)
- Emniyet kilidini aç.
- Atış serbest.
Nedendir bilmiyorum, ancak kendi tüfeğimle ateş ettiğimde
çıkan ses, iki yanımdaki diğer erlerin tüfeklerinden çıkan seslerden daha
kısık. Tüfeğin tepmesi de o kadar abartılacak bir şey değil. Netice itibariyle
ömrümdeki ilk tüfekli atış talimimi gerçekleştiriyorum. Talimler bitince de boş
kovanlar arayarak günü bitirmiş oluyoruz. Akşam koğuşta şu diyaloglar başlıyor:
- Sen kaçta kaç yaptın?
- 5’te 3.
- Ooo, bu doğuştan komando!
- Sen kaç yaptın?
- 5’te 1.
- Tüüü! 1 ne lan?
- Ne biliyim valla ben de anlamadım.
- Rezil! Çabuk bu koğuşu terk et!
- Oğlum 5’te 4 yapanlar var, o kadar havalanma.
- De get ordan!
Atış talimlerinin gündüz versiyonu olduğu gibi gece
versiyonu da var. Burada da şöyle bir kural işliyor; biz yine gündüz atış
talimi yaptığımız alana getiriliyoruz, bu sefer iki araç ve bir ambulans var,
biri sol köşeye, biri sağ köşeye, biri de ortaya park edilmiş vaziyette. Önleri
hedeflere dönük. Komutan emri verince araçların farları sırayla yanıp sönecek
ve biz ona yanıp sönme sırasında gördüğümüz hedeflere karşı atış yapacağız.
Komutanlardan biri önümüze geliyor ve diyor ki; “Arkadaşlar.
Gündüzki atış talimlerinde belli bir sayıyı tutturmak önemliydi. Ama burada
sayı önemli değil. 14 adet mermi kullanacaksınız. Hiç beklemeyin, direkt
sıkın.”
Gülüşmeler eşliğinde yine gruplara bölünüyoruz (postalardan
farklı olarak) ve atış yapıyoruz. Atışı bitiren grup kenarda bekleyen başka bir
komutan tarafından tetik düşürme hareketine tabii tutuluyor ve sonra kenarda
bütün talimin bitişini bekliyor.
Ben atışımı gerçekleştiriyorum, grupla birlikte tetik
düşürme işlemini yapıyoruz, ardından kenara çekiliyoruz. Kenar taş ve topraktan
oluşturulmuş bir duvar, duvara doğru tırmanan erler oturarak veya uzanarak
bitişi bekliyor. Ben de duvara tırmanıyorum ve uzanıyorum. Vücudumu hafifçe
birkaç defa kıpırdatmam neticesinde yerimi de düzleştiriyorum ve rahatlıyorum.
Gözlerimi yine gökyüzüne çevirmişim. Sağ tarafımdan atış sesleri yükseliyor,
sanki havai fişek sesi gibi. Gökyüzünü izlerken yanımdaki uzanan elemanlardan
biri, göktaşı kaymasını görüp “Allah evsizlere yardım etsin” diyor. “Amin!”
diyorum içimden...
Bayram haftası ve sonrası çorap söküğü gibi geçiyor. Bayram
haftası boyunca internet kafeye gitmişiz, oyun oynamışız filan. Bir de koğuşta
filan sıkılmaya başlıyoruz, o yüzden bayram haftasında çarşıya çıkan herkes bir
kitap alıyor. Koğuşta önce iki kişi kitap okumaya başlıyor, ardından iki kişi
daha, sonra üç... derken koğuştaki hemen hemen herkeste kitap var. O kadar
marjinaliz ki! Bu duruma en sonunda koğuştaki arkadaşlardan biri isyan ediyor;
“Oğlum biz sivilde bu kadar kültürlü değiliz, askerlik bizi
bozdu mu ne yaptı?”
Gülmeye başlıyoruz.
Duşlardaki sıcak su problemi yavaş yavaş rayına oturuyor.
Duştan gelen elemanlara, “Sıcak su var mı?” diye sorduğumuzda aldığımız, “Var
var, mis gibi!” cevabı bizi mutlu ediyor. Ama duşta yine, “Abiler sıcak su
geldi mi?”, “Sıcak su gelen haber etsin!”, “Beyler geliyor yavaş yavaş,”
muhabbetleri dönüyor.
Acemiliğin bitimine iki hafta kalmışken Mehtap sayma
muhabbetleri başlıyor. Hatta “Askerin ilk ve tek sevgilisi Mehtap’tır”
geyikleri dönüyor. Bir arkadaş Mehtap olayını anlamıyor ve, “Abi ne alakası var
Mehtap ne ya? Bir şafak vardır ona da daha var. Ehihihihi!” diye kendince bir
karşı geyik sürdürüyor. Bütün bu muhabbetlere bir de kamyonu devirme muhabbeti
dahil oluyor ki artık bölükte geyik had safhada!
Silah bakım eğitimlerinin ilkinde revire gitmiş olduğum için
her şeyi kaçırıyorum. Atış talimlerinin gündüz yapılanlarında da atıştan sonra
muhakkak silah bakımı olduğu için ilk seferinde çuvallıyorum. Neresinden nasıl
açılır nasıl takılır bunları hiç bilmiyorum. Bizim muhabbet çevirdiğimiz
gruptan Adanalı arkadaş sağ olsun gelip bana yardımcı oluyor. Ancak bunun
yanında, iki gün sonra esas bir silah bakımı yapılıyor ki orada fena
çuvallıyorum. Hem de o bakımın sonunda, mermi yuvasının olduğu delikten yağ
çıkarsa o yağı komutan suratınıza sürüyor. Ben de bunun olmasını istemiyorum.
Etrafımdakilere bakarak tüfeğimi söküyorum, rahatlıkla çıkartıyorum parçalarını
birer birer, temizliyorum ediyorum. Sonra takarken tüfeğin bir mekanizma
parçası var tepme işini gerçekleştiren ve iki parçadan oluşuyor, bu iki
parçanın birbirine kenetlenmemesi lâzım. Aksi takdirde iki parçayı birbirinden
söküp, çıkarılan parçayı ötekine arada yine o boşluğu koruyacak biçimde takmak
gerekiyor. Ben maalesef ki iki parçayı birbirine kenetliyorum. Haydaa! O
Adanalı arkadaş yakınımda, ama onun silah bakımı bittiği için muayeneyi
bekliyor, ona kaş göz ediyorum, gülerek yanıma geliyor, “Nasıl becerdin?” diye
soruyor. Bilsem?! Arkadaş iki parçayı birbirinden çıkartamıyor. Parçaların
ayrılması için mekanizmada bir yay var ona sıkıca basmak gerekiyor, ama ne benim
gücüm ne de onun gücü yetmiyor.
“Valla komutana göstermen lâzım,” diyor. Kalkıyorum
yerimden, götürüyorum komutana. “Komutanım,” diyorum, “mekanizma kilitlendi.”
“Nasıl becerdin?” diye soruyor. Cevabım yok.
Komutan mekanizmayı açmaya, o yaya basmaya çalışıyor. Ancak
komutanın bile gücü yetmiyor. Yanımıza bir er gelip tüfeğiyle ilgili bir şey
soruyor, komutan erden şarjörünü istiyor, bana diyor ki şarjörü yayın üzerine
sıkıca bas. Olmuyor! Bir türlü yapamıyoruz. Komutanın uğraşı ve becerememesi benim
sinirlerimi bozuyor ve gülesim geliyor ama gülemiyorum, gülersem fırçayı yerim.
Gülmemek için sanki mekanizmayı çok zorluyormuşum gibi yüzümü buruşturuyorum,
ama buruşturmasam Joker’den farkım yok.
En sonunda mekanizmayı açabiliyoruz ve nasıl açıldığını da
öğrenmiş oluyorum. O günden sonra da tüfeği söküp çıkarma işi benim için çocuk
oyuncağı hâline geliyor.
Mehtap iyice yaklaştıkça, komutanlarla aramızdaki şaka ve
muhabbet daha da ilerliyor. Tabii üçüncü gece eğitiminde yaşanan birtakım
şeyler kavgalara, o da bölükçe yatağa bir buçuk saat geç yatmamıza vesile
oluyor. Bir de tabii spor eğitimi sırasında yaşanan ve yine hiç unutamayacağım
bir hadise daha var ve esas bomba, yemek dağıtımı sırasının bizim postaya
gelmesi oluyor. Önümde bir adet tepsi, içinde minimum miktarda puding var ve
ben bunu 300 kişiye paylaştırmak zorundayım! Bunların hepsini, Büyük Mutfak
takip ediyor ki sonraki yazıda bu ismin baş harflerinin neden büyük olduğuna
değineceğim.
Not: Yazı içerisinde hem "tüfek" hem "silah" kelimelerini kullanıyorum, çünkü bakım olanına "silah bakımı" deniyor, fakat bizim kullandığımız silah çeşidi G3 (piyade) tüfeği.
Tu bi kontinyud... (Devam edeceeek, et!)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder