27 Mart 2012 Salı

Yaylalar yaylalar... (7)


“Bir ses böler geceyi” ve Mehtap sayarken...

Mehtap saymak, askerliğin acemilik döneminin bitişini beklemek anlamına geliyor. Yani bir nevi “yalancı şafak”.

Yemin töreni bitmiş, insanları ağlata ağlata, göğsümüzü gererek andımızı içmişiz ve bundan sonra yemin töreni yürüyüşü için prova filan yok. Artık eğitimler ve spor çalışmaları ağırlık kazanmış durumda. Ha tabii bir de kaytarmaya devam!


Yanlış hatırlamıyorsam gece eğitimlerimizin ilki, yemin töreni ve onu seyreden bayram haftasından sonraki haftanın Çarşamba ya da Perşembe gününe denk geliyor. Ama şöyle bir şey de var aklımda; millet gündüzdü geceydi derken bitap düşüp, gündüz sıcağı, gece de soğuğu yiyince fena hasta olmuştu, o yüzden bayram haftasından bir önceki, yemin töreni haftasında da gerçekleştirmiş olabiliriz gece eğitimini.

Gündüzleri, 3. bölük eğitim alanında toplanıyoruz, artık postalarımız belli. Komutanlar bizleri posta posta alıyor, kimine zaman zaman çift posta denk gelebiliyor, ve hep birlikte geniş, otlukların kapladığı arazide belli noktalara gelip erler olarak yere çöküyoruz- tabii bu da komutanın emriyle gerçekleştiriliyor. Komutan ayakta, bizlere ilk yarım saat boyunca elindeki eğitim klasöründen birtakım bilgiler okuyor, usta birliğimize gittiğimizde başımıza neler gelebilir, nelerle karşılaşabiliriz ve ne yapmamız gerekir, bunlarla ilgili bilgi veriyor. Eğitimin yarım saatinden sonra ise muhabbet başlıyor ve komutan anılarını anlatmaya başlıyor, çünkü o yarım saatin sonunda erlerden biri, “Peki komutanım siz hiç öyle yapmış mıydınız?” diye bir soruyor ve komutan bir flashback geçiriyor. Bu sorunun cevabı elbette muhabbeti bitir(e)meyecek, çünkü bu sefer başka bir erden başka bir soru daha geliyor. Komutan hem bu soru-cevap sekansını başarıyla göğüslemeli, hem de erlerin dikkatini kaybetmeden eğitimi sürdürmeli. Ancak askerin, bu anılar kısmında dikkatinin pek dağılacağı yok. Anılar biraz argo, biraz da küfürle bezeli şekilde komutanın ağzından dökülüveriyor. Soru soruyu doğuruyor, “Siz nasıl yapmıştınız komutanım?” sorusu erler arasında ağızdan ağıza dolaşıyor. Hem askerin işine geliyor bu anılar, hem de gerçekten hayatın içinden birtakım hikâyeler.

Bu gündüz eğitimlerinde bağırış çağırış, gür sesle “Sağ ol!” demek ne kadar önemliyse, gece eğitiminde de o kadar önemsiz.

Akşam saat 8’de yemekhanenin orada içtima alınıyor, herkesin tüfeği yanında. Nöbetçi komutanla birlikte bölük eğitim alanına götürülüyoruz. Yine azimliler önde, ayağına bot vuranlar ve muhabbet etmek isteyenler arkada. Tepeden bakılsa aynı bir kuyruklu yıldız gibiyiz; ön taraf bir kütle gibi, arkaya doğru açılarak dağılıyor.

Eğitim alanına vardığımızda ilk gece eğitiminin açılışını bölük komutanı veriyor. Ancak bu sefer sesi, gündüzki gür ve otoriter sese kıyasla biraz daha kısık ve bir tatbikata gitmeden önce uyarı verirmiş gibi:

“Arkadaşlar, gece eğitimleriniz gündüzkinden pek farklı olmayacak. Dikkat etmeniz gereken en önemli şey, gündüz ne kadar bağırmanızı ve sert yürüyüş sergilemenizi bekliyorsak, gece de tam tersine sessizlik bekliyoruz. Etrafta düşman varmış gibi davranacaksınız ve ses çıkarmamaya özen göstereceksiniz. Bizler size bir emir verdiğimizde ‘Sağ ol’ diye bağırmayacaksınız, onun yerine sağ kolunuzu havaya kaldıracaksınız. Anlaşıldı mı?”

Tabii daha ilk uyarı ve ilk gece konuşması olduğu için asker bilinçsiz bir şekilde bağırıyor:

“Sağ ol!”

“Hah işte bu olmayacak,” diyor komutan. “Anlaşıldı mı?”

Bu sefer –yine bir iki kısık ‘sağ ol’ sesi çıksa bile- hepimiz sağ kolumuzu kaldırıyoruz.

“Tamam,” diyor bölük komutanı. Öteki komutanlara gerekli emirleri veriyor.

Vakit ilerledikçe hava daha da kararıyor ve işte benim ömrü hayatım boyunca görmek isteyebileceğim muhteşem bir sema var başımın üzerinde. Göktaşı kayması seyretmeyi senelerdir sürdürdüğüm ve bundan keyif aldığım için (buna ayrıca bir anı yazısı ayırmayı düşünüyorum) o gece mümkün oldukça gökyüzünü seyretmeye çalışıyorum.

Artık erlerin ve komutanların siluetleri bile zor seçiliyor. Komutan kısık sesle, “Beni takip edin,” diyor ve benim olduğum postayla bir diğer postayı da alarak arazide yürümeye başlıyoruz. O kadar tedirgin edici, bir o kadar da heyecanlı bir şey ki bu... Önünüzü görmek için ayağınıza değil, önünüzdeki elemanın yürüyüşüne bakıyorsunuz ve o sendelemiyorsa yol düzgün demek oluyor, sendeliyorsa yürüyüşünüze biraz daha dikkat ediyorsunuz.

Bu gece eğitimlerinin olumsuzluklarından biri, sivrisinekler. Ama sivilde karşılaşabileceğiniz türden saatte bir ısırık alıp tabana kuvvet kaçan sivrisinekler değil, ayakta müken (sansür) tarzda; siz daha “Sağ yanağımda bir kaşıntı var,” diye kaşımaya başlarken sol yanağınızı ısırıyor, sol yanağınızı kaşırken bu sefer kolunuzda kaşıntı hissediveriyorsunuz. Yani tırnak kadar böcek sizi ayakta dövüyor.

Gece eğitimlerinden birinde, hiç unutmam, bizim bölüğün en kızgın komutanlarından biri bize askerin gece karşılaşması ve parolayla ilgili bir eğitim veriyor. Bu komutan bölüğün açık ara en sevilen komutanı. Herkese kızıyor, bağırıyor çağırıyor, ancak en sevilen o.

“Şimdi arkadaşlar,” diyor kısık sesle. “Gece görüş sıfır olduğundan askerin birbirini tanıması zorlaşabiliyor,” diye başlıyor ve nöbet yerine veya karakola yaklaşan birine nasıl davranmamız gerektiğini anlatıyor. Dersi dinleyen erler arasından iki kişi seçiyor; biri olduğu yerde durup (sözde) nöbet yerini koruyacak, öteki de uzaktan gelen askeri canlandıracak.

“Şimdi bir parola belirleyelim. Bir kelimemiz olsun,” diyor komutan.

“Fener,” diyor erlerden biri, komutanınkiyle aynı ses tonunda.

“Tamam,” diyor komutan. “Nöbetçi askerin parolası fener olsun. Bir de karşıdan gelen askere parola bulalım.”

Ya aynı arkadaş, ya da başka bir er bu sefer, “Şampiyon,” diyor.

“Tamam, gelen askerin parolası da şampiyon olsun.”

Yaklaşık üç dört saniye boyunca kimse farkına varmıyor, bir iki er gülüşür gibi oluyor.

“Nöbet bekleyen er fener diyecek, gelen er de şampiyon diyecek.” diyor komutan ve burada espri kendini gösteriyor.

Dersi dinleyen er grubu kopuyor.

“Gülmeyin yav! Ne gülüyorsunuz!” diye patlıyor komutan. Ardından sessizlik kuralını kendi de bozduğunu fark ediyor ve biraz daha alçak bir ses tonuyla, “Yav arkadaşlar, gece eğitimi sırasında gülüp ses çıkarmayın. Güleceğimiz zaman hep beraber güleceğiz,” diye uyarıyor. Gülmeler kesiliyor. Ancak oyunculuk yeteneği pek olmayan askerlerin tekdüze bir tonda komutan tarafından belirlenen replikleri söyleyişleri de grup arasında gülüşmelere neden oluyor. Komutan da haliyle bir patlıyor, bir durulup uyarıyor.

Benim bir ara gözlerim gökyüzüne, yıldızlara kayıyor. Sanırsın o gece bütün galaksi göğü süslüyor. Pırıl pırıl, kusursuz. Çok geçmeden bir göktaşı kayması görüyorum ve seviniyorum. Aha! Bir tane daha kaydı. Bekliyorum bekliyorum- ve bir tane daha! O gece benim için çok güzel geçiyor.

Yemin töreninin bitmesi ve temel eğitimlerin de verilmesi üzerine, bayramdan sonraki haftalarda atış talimleri de başlıyor; 25, 50 ve 100 metre mesafelerle (tam uzunlukları hatırlamıyor olabilirim) 5’lik ve 3’lük atışlarımız oluyor. Ama tabii asker bu atış talimlerini ciddiye alsın diye kural konuyor: 5’te 2, sonraki hafta da 3’te 1 yapamayan askerlerin hafta sonu çarşısı iptal.

                                                                       *

Askerlikteki en keyifli anların arasında, elbette çarşıya çıkma zamanları var; herkes sivillerini giyiniyor ve o sivil elbiseleri giymenin verdiği rahatlık, o vakit bir ömre bedel! Ancak çarşıya çıkacak olmak, sakal kuralını etkilemiyor ve herkes traşlı olmak zorunda. Komutanlığın önünde bekleyen dolmuş sayısı kısıtlı ve çıkmak isteyen asker fazla, bir de komutan sakal kontrolü yapınca birkaç asker apar topar geri gidip hızla tıraş olup geri dönüyor, o sırada uygun olan diğer askerler salınıyor, 10’arlı bir şekilde. Ama bir salınışımız var, sanırsın Jurassic Park filminin asker versiyonu çekiliyor; saldırıyoruz dolmuşlara resmen! Hatta bazı erler kavga filan bile ediyor.

Şansıma mıdır bilmem, birkaç defa bindiğim dolmuşlarda (belki de hep aynı dolmuşa binmişimdir, olasılığı düşük ama olur olur) radyoda hep damat halayı müziğine rast geliyorum. 



Dolmuş zaten dolu, Gölköy’de olduğumuz için Kastamonu merkeze kadar dolmuş tıngır mıngır gidiyor, ayakta binen erler dolmuşun sallanmasının etkisiyle sanki gizli gizli halay çekiyorlar gibi. O müzik, o mizansen, gözlerimin önünden gitmiyor, tam komedi!

Askerlerin pek çoğu internete ve Play Station oynamaya gittiği için, ildeki tek alışveriş merkezinde yer alan süpermarkete gidiyorum. Sıra yok bir şey yok, öyle rahat alışveriş yapıyorum ki şunu da anlıyorum: Çarşı askerin baş tacı!

                                                                       *

Hayatımda ilk defa bir tüfekle hakiki mermili atış yapacağım (daha önce ses mermisiyle atış yaptırdılar bizlere). Çok ses çıkar mı, tüfek geri teper mi, teperse yüzümü morartır mı, başarılı olabilir miyim, gibi türlü sorular cereyan ediyor zihnimde. İşin biraz kolayına kaçarak yanımda getirdiğim peçetelerden birinden bir parça koparıp ikiye bölüp kulaklarıma tıkıyorum. Bunu yapan tek ben de değilim, birkaç asker daha yapıyor. Atış talimleri sırasında bölük komutanı da orada, o yüzden ona çaktırmamakta fayda var.

Önce tüfeklerimizin içinin boş olduğundan emin olup ardından yerlerimize gidiyoruz. Emirler geliyor;

- Şarjör tak.
- Kurma kolunu çek.
- Kolu bırak (bu kısımda komutanlar her seferinde “Sertçe bırakın” diye uyarıyorlar)
- Emniyet kilidini aç.
- Atış serbest.

Nedendir bilmiyorum, ancak kendi tüfeğimle ateş ettiğimde çıkan ses, iki yanımdaki diğer erlerin tüfeklerinden çıkan seslerden daha kısık. Tüfeğin tepmesi de o kadar abartılacak bir şey değil. Netice itibariyle ömrümdeki ilk tüfekli atış talimimi gerçekleştiriyorum. Talimler bitince de boş kovanlar arayarak günü bitirmiş oluyoruz. Akşam koğuşta şu diyaloglar başlıyor:

- Sen kaçta kaç yaptın?
- 5’te 3.
- Ooo, bu doğuştan komando!
- Sen kaç yaptın?
- 5’te 1.
- Tüüü! 1 ne lan?
- Ne biliyim valla ben de anlamadım.
- Rezil! Çabuk bu koğuşu terk et!
- Oğlum 5’te 4 yapanlar var, o kadar havalanma.
- De get ordan!

Atış talimlerinin gündüz versiyonu olduğu gibi gece versiyonu da var. Burada da şöyle bir kural işliyor; biz yine gündüz atış talimi yaptığımız alana getiriliyoruz, bu sefer iki araç ve bir ambulans var, biri sol köşeye, biri sağ köşeye, biri de ortaya park edilmiş vaziyette. Önleri hedeflere dönük. Komutan emri verince araçların farları sırayla yanıp sönecek ve biz ona yanıp sönme sırasında gördüğümüz hedeflere karşı atış yapacağız.

Komutanlardan biri önümüze geliyor ve diyor ki; “Arkadaşlar. Gündüzki atış talimlerinde belli bir sayıyı tutturmak önemliydi. Ama burada sayı önemli değil. 14 adet mermi kullanacaksınız. Hiç beklemeyin, direkt sıkın.”

Gülüşmeler eşliğinde yine gruplara bölünüyoruz (postalardan farklı olarak) ve atış yapıyoruz. Atışı bitiren grup kenarda bekleyen başka bir komutan tarafından tetik düşürme hareketine tabii tutuluyor ve sonra kenarda bütün talimin bitişini bekliyor.

Ben atışımı gerçekleştiriyorum, grupla birlikte tetik düşürme işlemini yapıyoruz, ardından kenara çekiliyoruz. Kenar taş ve topraktan oluşturulmuş bir duvar, duvara doğru tırmanan erler oturarak veya uzanarak bitişi bekliyor. Ben de duvara tırmanıyorum ve uzanıyorum. Vücudumu hafifçe birkaç defa kıpırdatmam neticesinde yerimi de düzleştiriyorum ve rahatlıyorum. Gözlerimi yine gökyüzüne çevirmişim. Sağ tarafımdan atış sesleri yükseliyor, sanki havai fişek sesi gibi. Gökyüzünü izlerken yanımdaki uzanan elemanlardan biri, göktaşı kaymasını görüp “Allah evsizlere yardım etsin” diyor. “Amin!” diyorum içimden...

Bayram haftası ve sonrası çorap söküğü gibi geçiyor. Bayram haftası boyunca internet kafeye gitmişiz, oyun oynamışız filan. Bir de koğuşta filan sıkılmaya başlıyoruz, o yüzden bayram haftasında çarşıya çıkan herkes bir kitap alıyor. Koğuşta önce iki kişi kitap okumaya başlıyor, ardından iki kişi daha, sonra üç... derken koğuştaki hemen hemen herkeste kitap var. O kadar marjinaliz ki! Bu duruma en sonunda koğuştaki arkadaşlardan biri isyan ediyor;

“Oğlum biz sivilde bu kadar kültürlü değiliz, askerlik bizi bozdu mu ne yaptı?”

Gülmeye başlıyoruz.

Duşlardaki sıcak su problemi yavaş yavaş rayına oturuyor. Duştan gelen elemanlara, “Sıcak su var mı?” diye sorduğumuzda aldığımız, “Var var, mis gibi!” cevabı bizi mutlu ediyor. Ama duşta yine, “Abiler sıcak su geldi mi?”, “Sıcak su gelen haber etsin!”, “Beyler geliyor yavaş yavaş,” muhabbetleri dönüyor.

Acemiliğin bitimine iki hafta kalmışken Mehtap sayma muhabbetleri başlıyor. Hatta “Askerin ilk ve tek sevgilisi Mehtap’tır” geyikleri dönüyor. Bir arkadaş Mehtap olayını anlamıyor ve, “Abi ne alakası var Mehtap ne ya? Bir şafak vardır ona da daha var. Ehihihihi!” diye kendince bir karşı geyik sürdürüyor. Bütün bu muhabbetlere bir de kamyonu devirme muhabbeti dahil oluyor ki artık bölükte geyik had safhada!

Silah bakım eğitimlerinin ilkinde revire gitmiş olduğum için her şeyi kaçırıyorum. Atış talimlerinin gündüz yapılanlarında da atıştan sonra muhakkak silah bakımı olduğu için ilk seferinde çuvallıyorum. Neresinden nasıl açılır nasıl takılır bunları hiç bilmiyorum. Bizim muhabbet çevirdiğimiz gruptan Adanalı arkadaş sağ olsun gelip bana yardımcı oluyor. Ancak bunun yanında, iki gün sonra esas bir silah bakımı yapılıyor ki orada fena çuvallıyorum. Hem de o bakımın sonunda, mermi yuvasının olduğu delikten yağ çıkarsa o yağı komutan suratınıza sürüyor. Ben de bunun olmasını istemiyorum. Etrafımdakilere bakarak tüfeğimi söküyorum, rahatlıkla çıkartıyorum parçalarını birer birer, temizliyorum ediyorum. Sonra takarken tüfeğin bir mekanizma parçası var tepme işini gerçekleştiren ve iki parçadan oluşuyor, bu iki parçanın birbirine kenetlenmemesi lâzım. Aksi takdirde iki parçayı birbirinden söküp, çıkarılan parçayı ötekine arada yine o boşluğu koruyacak biçimde takmak gerekiyor. Ben maalesef ki iki parçayı birbirine kenetliyorum. Haydaa! O Adanalı arkadaş yakınımda, ama onun silah bakımı bittiği için muayeneyi bekliyor, ona kaş göz ediyorum, gülerek yanıma geliyor, “Nasıl becerdin?” diye soruyor. Bilsem?! Arkadaş iki parçayı birbirinden çıkartamıyor. Parçaların ayrılması için mekanizmada bir yay var ona sıkıca basmak gerekiyor, ama ne benim gücüm ne de onun gücü yetmiyor.

“Valla komutana göstermen lâzım,” diyor. Kalkıyorum yerimden, götürüyorum komutana. “Komutanım,” diyorum, “mekanizma kilitlendi.”

“Nasıl becerdin?” diye soruyor. Cevabım yok.

Komutan mekanizmayı açmaya, o yaya basmaya çalışıyor. Ancak komutanın bile gücü yetmiyor. Yanımıza bir er gelip tüfeğiyle ilgili bir şey soruyor, komutan erden şarjörünü istiyor, bana diyor ki şarjörü yayın üzerine sıkıca bas. Olmuyor! Bir türlü yapamıyoruz. Komutanın uğraşı ve becerememesi benim sinirlerimi bozuyor ve gülesim geliyor ama gülemiyorum, gülersem fırçayı yerim. Gülmemek için sanki mekanizmayı çok zorluyormuşum gibi yüzümü buruşturuyorum, ama buruşturmasam Joker’den farkım yok.

En sonunda mekanizmayı açabiliyoruz ve nasıl açıldığını da öğrenmiş oluyorum. O günden sonra da tüfeği söküp çıkarma işi benim için çocuk oyuncağı hâline geliyor.

Mehtap iyice yaklaştıkça, komutanlarla aramızdaki şaka ve muhabbet daha da ilerliyor. Tabii üçüncü gece eğitiminde yaşanan birtakım şeyler kavgalara, o da bölükçe yatağa bir buçuk saat geç yatmamıza vesile oluyor. Bir de tabii spor eğitimi sırasında yaşanan ve yine hiç unutamayacağım bir hadise daha var ve esas bomba, yemek dağıtımı sırasının bizim postaya gelmesi oluyor. Önümde bir adet tepsi, içinde minimum miktarda puding var ve ben bunu 300 kişiye paylaştırmak zorundayım! Bunların hepsini, Büyük Mutfak takip ediyor ki sonraki yazıda bu ismin baş harflerinin neden büyük olduğuna değineceğim.

Not: Yazı içerisinde hem "tüfek" hem "silah" kelimelerini kullanıyorum, çünkü bakım olanına "silah bakımı" deniyor, fakat bizim kullandığımız silah çeşidi G3 (piyade) tüfeği.


Tu bi kontinyud... (Devam edeceeek, et!)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder